Üniversite ve YÖK

Geçen hafta bir televizyon programında YÖK başkanını dinliyorum, “Birinci görevim” diyor, “Türk milletinin şerefinin artması.” Ve askerlerini cepheye çağırırcasına ekrandan haykırarak devam ediyor; “Bu topraklar bizim! Bu topraklarda en güçlü biz olacağız!” Bu sözleriyle kendisini ne sandığı, nerede sandığı, ne yapmak istediği belli değil. Ancak bu savaş çığlıklarıyla üniversiteyi küçük düşürdüğü ve hakkında disiplin hattâ DGM soruşturulması açılması gerektiği apaçık ortada.

YÖK başkanı İlahiyat Fakültesi Dekanı’nın bıçaklanması üzerine konuşuyordu. 12 Eylül Türkiye’sinde kimi hocalar hapisanelerde işkencelerden geçti. Kaç tane katledilen hocanın cenazesi kaldırıldı üniversitelerden. Kaç tane bilim adamının işine son verilmesiyle Türkiye’de üniversite eğitimi felce uğratıldı. Ama üniversiteden kimse kendini hedef alan güçlere karşı savaş çağrısında bulunmadı. Sindi, sustu, yarım yamalak da olsa işini sürdürmeye çabaladı.

YÖK başkanından sonra konuşan İstanbul Üniversitesi Rektörü’nün sözleriyse 2. Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olan faşist ideolojinin sloganlarının, Türkiye koşullarına uyarlanmış tercümesi gibiydi. Hitler: “Tek halk, tek imparatorluk, tek lider.” İÜ rektörü “Tek devlet, tek ulus, tek vatan, tek dil.” Marmara Üniversitesi’nin rektörü de savaş cephesine katılmayı ihmal etmeyerek saldırının “sağlam kalelerden birinin çökertilmesine” yönelik olduğunu belirtti.

Kendilerini ‘bilim ve irfan’ yuvasının temsilcileri varsayanların hezeyanlarını sağ duyuya tek davet eden ise Polisin Hatıra Defteri adlı kitabın yazarı Emniyet Müdürü’ydü. Ancak her ne kadar defalarca, ‘Bıçağı bırak, kalemi al’ adlı başarıyla yürüttüğü kampanyadan söz ettiyse de, üniversitenin temsilcilerinin kulakları sanki kendi savaş çığlıklarından başka bir şey duymuyordu.

Peki YÖK savaş ilan ediyor.

Üniversite gene kapıkulluğuna razı mı?

Barıştan mı yana? Susmaktan mı?

Yoksa senatoları, fakülte kurullarıyla her zamanki gibi YÖK’ün önünde sus pus mu kalacak?

YÖK VE NASREDDİN HOCA

Önümüzdeki 25 yıl içinde dünyada üniversite öğrenci sayısının 160 milyonu aşacağını, eğitimin en büyük ve en çok gelir getiren iş kolu olacağı öngörülüyor.

Bugün üniversitede okuyanların çocuklarının ya da torunlarının çoğu, hattâ belki hiçbiriyse üniversiteye gitmeyecek. Tahsillerini e-üniversitelerinde internet aracılığıyla sürdürecekler. Bu tür eğitimin uygulamaları şimdiden başladı. Aynı kuruma kayıtlı ama dünyanın çeşitli ülkelerine yayılmış öğrenciler internet aracılığıyla hocalarına yazdıkları raporları yolluyor, onlarla telefonda konuşurmuşcasına tek tek ya da grup halinde tartışabiliyor, mektupla öğretimden çok farklı olarak interaktif eğitim programlarıyla karşılıklı etkileşimde bulunabiliyorlar.

Üniversite, 900 yıllık mazisinde ilk kez yepyeni bir yapılanmanın eşiğinde. Örneğin bu yıldan itibaren Kuzey Amerika, Avrupa, Çin, Yeni Zelanda ve Avustralya’dan U21 adı altında birleşen 18 üniversite, internet aracılığıyla ortak bir eğitim programı yürütmeye başlıyor.

Daha 16. yüzyılda yaşayan Leonardo da Vinci 500 yıl sonra icat edilecek helikopter, tank ve denizaltıları kendi çizimlerinde öngörmüştü. Ama artık her şey o kadar çabuk değişiyor ki, bilimkurgucular bile yaya kalıyor. Asimov, Arthur C. Clarke ya da Philip K. Dick gibi 20. yüzyılın ünlü bilimkurgu yazarlarının hiçbiri, kendilerinin bile kullanıcısı olacağı bilgisayar ve internet teknolojisini öngöremediler. Bu teknolojinin türümüzde nasıl bir devrim yaratabileceğini bence hâlâ öngörebilecek durumda değiliz. Bunun başlıca iki nedeni olabilir.

Birincisi kendimizi ve evreni nasıl algıladığımızla ilgili. Kopernikus’un, evrenin merkezinde olmadığımızı, Darwin’in de, insanın şimdiki şekliyle birdenbire yaratılmadığını göstermelerinden asırla ölçülecek bunca zaman sonra hâlâ buna inanmayan, hattâ bilmeyenlerin muhtemelen çoğunlukta olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bilmeyenlerden kastettiğim ise Amazon ormanlarında ya da Afrika’nın savanalarında yaşayanlar değil. Son zamanlarda ABD’de yapılan bir ankete göre yılda bir kez dünyanın güneşin etrafında döndüğünü bilmeyenler nüfusun yarısı. Hâlâ kendisini gündelik yaşam mücadelesinin kısır döngüsüne mahkûm eden insan, henüz bilgi ve hayalgücünü geleceğe yöneltebilmiş değil.

İkinci nedense, ister bir zamanlar atı ehlileştirmek olsun, ister günümüzde genetik mühendisliği, yeni gelişmelerin türümüzü nasıl etkileyebileceğini kestirebilmek, 1555’te sanki son ABD başkanlık seçimlerinin sonucunu öngörürcesine,

“Gelsin yeni binyılın 12. ayı

En büyük kuvvetin beldesinde

Köyün aptalı ortaya çıkıp

lider ilan edilecek”

demiş olan Nostradamus’un bile harcı değil.

Ama yakın bir gelecekte üniversite eğitiminin; binlerce öğrencinin bir araya geldiği kampus ve binalardan, evlerdeki hattâ belki de ceplerdeki ekranlara taşınacağı açık. Kimbilir nasıl toplumsal yansımaları olacak bu gelişmenin? Örneğin öğrenci eylemlerine. Üniversiteyi işgal yerine bilgisayarlar kapatılacak, belki siyasi protestolar sokaktan sanal alana kayacak, öğrencileri dayakla, işkenceyle susturmaya çalışanların copları hedefsiz kalacak.

Bu arada Türkiye’de devlet üniversiteleri de Nasreddin Hoca’nın türbesi konumunda. E-üniversiteleri orada burada artan bir hızla açıladursun, YÖK, bu gidişiyle bir gün öğrencisiz kalabilecek üniversite binalarının kapısında kimin sakallı, kimin başörtülü olduğunu kollayarak kendi kendini nihayet yok edeceği bir geleceği hazırlanmakla meşgul.

YÖK FACİASI:

Üniversiteler, Türkiye’nin geleceğinin hapisaneleri.

Geçenlerde bir öğrenci, “Biz susturmakla Türkiye’nin geleceğini hapsediyorsunuz” diye konuşma televizyonda. Dediklerini aşağı yukarı şöyle sürdürdü: “Doğu’daki savaşın bitmesiyle, yıllardır birikmiş sorunlarla uğraşabilme durumuna gelindi. Asker dahil herkes Meclis’in çalışmasını bekliyor. Onları bilgilendirecek olan ise araştırmaları, yayınları, çeşitli konularda tartışmalarıyla üniversite. Oysa bu kurum 12 Eylül’den bu yana korkutulmuş, susturulmuş. Düşünce üretmesi engellenmiş. Hocaların bile ülke sorunlarına ilişkin herhangi bir gazeteye yazı yazması amirlerinin iznine tâbi.”

Böyle konuşan genç, kendisi de üniversite profesörü olan sunucu tarafından, “Aman bunlar tehlikeli sözler” diye program esnasında sürekli ikaz edildi. Neredeyse her ikazdan sonra bir de reklam arası verildi.

Hem üniversite susturulmuş, hem de nasıl bir üniversite olması gerektiğini hatırlatanlar susturuluyor.

Ayhan Aktar’ın geçmişimizin gizli tutulmuş gerçeklerini irdeleyen Varlık Vergisi adlı bir kitabı çıktı geçenlerde. Önsözünde Cumhuriyet dönemi arşivinin büyük ölçüde kapalı olduğunu belirtmiş. Bu nedenle araştırmasının genellikle yabancı ülkelerden elde ettiği kaynaklarla sınırlı kaldığından yakınıyor. Aktar, yurt dışındaki arşivlerde çalışırken çeşitli Afrikalı meslektaşlarıyla da beraber olmuş. Bir Türk’ün kendi ülkesinin arşivlerinden yararlanamamasına şaşırmış, “Hadi” demişler. “Biz İngiltere’nin, Fransa’nın sömürgesiydik. Ülkemize ait belgeler, yazışmalar onların elinde. Tarihimizi buralarda aramaya mecburuz. Ama siz?”

YÖK eski Sovyetler Birliği’ndeki siyasi komiserler gibi. Hiç arşivlerin açılmasını talep etmek aklından bile geçer mi?

Annem Belkıs kitabının ‘Despotizmden demokrasiye’ adlı bölümünde 1930’lu yıllarda ‘Türk ve Amerikan okulları arasındaki önemli bir farkın, talebe hükümetleri’ olduğundan bahsedilir. Üstelik sözkonusu olan ortaokul ve liselerdir.

YÖK’ün yetmiş yıl sonraki üniversiteleri ise kışla gibi.

Bir üniversite gazetesi bile çıkarmaları engellenen öğrencilerin bırakın yönetime katılmalarını, kendilerini ilgilendiren ve sıradan sayılacak konularda, topluca seslerini duyurmaları disiplin soruşturmalarıyla polis tatbikatlarına, YÖK’ü protesto etmeleri bile coplanmalarına neden olabiliyor.

YÖK üniversitelerinde yıllardır düşüncelerini özgürce dile getirmekten korkutulmuş ülke sorunlarıyla ilgilenmelerine kuşkuyla bakılmış, zıt olabilecek fikirlerini birbirleriyle tartışmaktan yoksun bırakılmış kuşaklardan ne beklenebilir ki?

YÖK üniversiteleri Türkiye’nin geleceğinin hapisaneleri.

Üniversiteyi değiştirmek ise üniversitelilerin elinde.

YÖK’TEN KURTULUŞUN YOLU

“Günde 5 dolara Avrupa” bir zamanların en popüler gezi rehberinin adıydı. Yazarlar havaalanından şehre inmenin en hesaplı yolundan, en ucuz opera biletlerinin nasıl alınacağına kadar turistlere neredeyse akla gelecek her konuda gereksiz para harcamamanın yollarını gösteriyorlardı.

Bizlere yol göstermek amacıyla hazırlanan onca şey var ki.

Seks dahil, kadın-erkek ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini tembihleyen Kama Sutra taa 1. yüzyılda yazılmış. Bu tür kitaplar bir işe yarıyor olmalı ki arkası kesilmiyor. Bugün de kimbilir kaç kişinin kitaplığının bir köşesinde cinsel ilişkinin püf noktalarını gösteren bir kitap vardır.

Geçen yüzyılın başlarında dünyada en çok satan kitaplardan biri ABD’li milyarder Dale Carnegie’nin arkadaş edinme ve başkalarını etkilemenin yollarını gösteren How to win friends and influence people adlı kitabıydı.

Kilo vermek, ders çalışmak, namaz kılmak, balık tutmak, mutlu olmak, kendi otomobilimizi kendimiz tamir etmek - gündelik yaşantımız bize yol gösteren kitaplarla dolu. Japon televizyonunda geçen sene en popüler yayınlardan biri karılarının boşadığı emekli erkekler için yemek pişirme dersleriydi.

Bu tür yayınlar tarandığında dikkati çeken, bireyin özel dünyasına yönelik çeşitlerin çokluğu kadar toplumsal sorunlarımıza ilişkin neredeyse hiçbir yayına rastlanmaması. Sanki içinde yaşadığımız düzen çok matah bir şeymiş gibi her şey bireyin kendini değiştirmesine yönelik. İş toplumun iflas etmiş kurumlarını adam etmeye ya da değiştirmeye gelince bunca yakınmamıza rağmen yıllardır hareket yok.

Örneğin Türkiye’de devletin kimi temsilcileri başta olmak üzere muhtarlıktan askeriyeye kadar tüm kurumlarında çalışan neredeyse herkes demokrasiye özlem ve inançlarını binbir vesileyle sık sık dile getirir. Ancak bunun nasıl gerçekleşebileceğini, ilk adımın nasıl atılacağını hiç bilmiyor gibi de bir tavır içindeler.

İşte YÖK üniversitelerinin durumu. Sanki “On derste zayıflama” gibi bir demokratik kuruma geçiş rehberine ihtiyaçları var.

İlk adım en zoru. Nasıl zayıflayabilmek için şişmanların önce şişman olduklarını kabul etmeleri gerekiyorsa, üniversite mensuplarının da özgür ve özerk olmayan bir kurumda çalıştıklarını önce teker teker ve giderek topluca söylemeleri gerekiyor. Çekinebilirler, korkabilirler. Ancak bu durum açıkça kabullenildikten sonra gerisi kolay. Tabiî 12 Eylül’den bu yana yıllardır farkında olmadan aldıkları kilolarına kayıtsız kalmalarının vicdan azabı, utancı da olacaktır. Ama aynı fazla kilolar gibi bu da hedeflerine varabilmek için bir teşvik unsuru. Bu ilk adımdan sonrası içinse ne bir rehber işe yarar ne de bir rehbere ihtiyaç var.

Nasıl bir ressam için en zor portre kendi resmini yapması ise, değişmek isteyenler de, işin kolayını bulup bir başkasının peşinden gitmeyeceklerse, önce kendileriyle yüzleşmek zorunda.

Radikal, 12.11.2000, 14.1.2001, 21.1.2001