Medya ve Sağlık

Tıp literatürü sağlığı “Bedensel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik hali” olarak tanımlar. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) de etkili sağlık politikalarının hayata geçirilmesi ve sağlıklı yaşam biçimlerinin geliştirilmesi için medyanın desteğinin gerekliliğine dikkat çeker. Çünkü, Güvenç’in de (1991) belirttiği gibi, medyada yer alan sağlık haberleri izleyiciler (audience) tarafından kolayca geçerli bilgi olarak algılanabilmektedir. Bu yüzden ve ne yazık ki, medyamızın insanların önce ruhsal ve sosyal sağlıklarını, bunlar üzerinden de bedensel sağlıklarını bozuşunun pek çok örneğiyle karşılaşmaktayız. Bunlardan en çarpıcı olanı ise, belleklerden kolay kolay silineceğini sanmadığım “zakkum olayı”dır. Olayın o dönem televizyon yayıncılığında tekel olan ve devlet kanalı olması nedeniyle, en azından bu tür konularda, güvenilirliği daha yüksek olan TRT’de yayımlandığı 1988 yılı ve sonrasında, “zakkum bitkisini kaynatıp içerek ölen birçok insan olmuştur” (Hayran ve Batırel, 1994).

“Kanserin tedavisi bulundu”, “Domates kanseri önlüyor”, “AIDS aşısı bulundu”, “Aspirin ölüme neden oluyor”, “Kırmızı et kanser yapıyor, beyaz et önlüyor”, “Beyaz et de kanser yapıyor”. Bunlar hemen hergün gazetelerde gördüğümüz sağlık haberlerinden yalnızca bazıları. Bir dönemin gazeteleri alınıp taransa, bazı sebze ve meyvelerin, söz gelimi domatesin, bir gün kansere iyi geldiğine bir başka gün ise kanser yaptığına ilişkin ne çok haber çıkmış olduğu görülecektir. Bu makale böyle bir taramanın sonuçlarını içermiyor, ancak bazı örnek olaylar üzerinden “sağlıksız bir medyanın” ve “sağlıksız habercilik anlayışının” ne denli ciddi bir sağlık sorunu haline dönüştüğünü ortaya koymaya çalışacağız.

ZAKKUM OLAYI

TRT’nin 11.2.1988 günkü anahaber bültenini izleyen hekimler dehşete düşmüşlerdi. Devlet televizyonu bir Türk doktorunun kansere “ilaç” bulduğunu tam 30 dakika boyunca ve tam bir sorumsuzlukla tüm dünyaya ilân ediyordu. TRT “ilaç” olarak tanıttığı bu maddenin mucidinin reklamını yaparken, tıp otoritelerinin görüş birliği içinde zakkum yaprağı ekstresinin kanser tedavisinde etkisi olmadığını belirtmelerine kulak tıkıyordu. Mucizeye kanıt olarak gösterilen bazı hastaların ifadeleriydi. Oysa tıp, hasta ifadelerini ve bunlara dayanılarak sonuca gitmeyi bilimsel bir yöntem olarak kabul etmez. Hastalar kendi özel durumları konusunda son derece duygusal olurlar ve istatistiki anlamı olmayan birkaç örnek hiçbir anlam ifade etmez.

Time dergisi (1998), bitkilerin ilaç olarak kullanımını irdeleyen bir yazıda, dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan yerli kabilelerin hepsinde de bazı otların çiğnenerek kullanıldığına ve bunun kimi hastalıklara iyi geldiğine dikkat çekiyor. Bunun insanlık tarihi içinde yüzlerce yıl boyunca geleneksel bir sağaltım yöntemi olarak kullanıldığını biliyoruz. Ancak, bu otlardan birisi (zakkum) dünyada ilk kez Türkiye’de kaynatılıp şişelenmiş ve damardan verilmiştir. Bu bilim dışı yönteme karşı çıkan tabipler ise “bir Türk doktorunun buluş yapamayacağı kompleksi”yle malul “kıskanç” insanlar olmakla suçlanabilmiştir.

Zakkum olayının TRT’de yansıtılış biçimi medyanın tıbba karşı gerçekleştirdiği ilk önemli ve en vahim saldırı olarak nitelenebilir. “Zakkumla iyileşmiş” hastaların ekranda konuşturulmasıyla etkisi iyice arttırılan o program belki de bir sonraki gün Meclis’te görüşülecek gensoruyu etkilemeye yönelik siyasal bir hamleydi. Ancak, tüm tıbbi bilimsel bilgi birikimini yok sayarak ve bilimdışı tedavi yöntemlerine yönelik mevcut inançları güçlendirme pahasına yapılan o yayın binlerce hastada sahte umutlar yarattı ve hastaların tıbbi tedaviyi yarım bırakarak zakkuma yönelmelerine yol açtı. Benim gibi pek çok hekim, o zamandan beri sayısız hastanın sahte umutlarla zakkum peşinde koşup para harcadıklarını ama hiçbir şekilde iyileşemediklerini üzülerek gözledik (Kuru, 1997a: 8).

MEDYANIN YARATTIĞI HAYALET: HEPATİT C

1997 Nisan’ında ve ciddi bir televizyon programında medya bir kez daha önemli bir sağlık sorununa el attı. Yüksek reytingli programda dramatik kareler, özel efektler ve hastaların yürek parçalayıcı konuşmalarıyla verilen haberi izleyen milyonlar arasında kuşkusuz o hastalığa yakalanmış olanlar ve onların yakınları da vardı. Hastalık o denli korkunçtu ki; “AIDS’den bulaşıcı”, “AIDS’den öldürücü”ydü ve kesinlikle tedavisi de yoktu! Medya bir anda yeni bir hayalet yaratmıştı ve bu yeni hayaletin adı da Hepatit C idi. Programın dayanağını bir hastanede Hepatit C virüsü kapan üç hemşirenin oluşturması, çaresizlik içinde çırpınanların bir sağlık kuruluşundaki sağlık emekçileri olması işin vehametini daha da arttırmaktaydı.

Programı izleyip paniğe kapılan binlerce hasta sabahı zor etti. Sabah kalkar kalkmaz hastanelerin ve gastroenterologların kapısına akın ettiler. Hepatit konusunda ülkenin en tanınmış uzmanlarından olan bir profesörün şu sözleri medyanın sağlık konularındaki haberlerinin ne tür sonuçlara yol açtığı konusunda oldukça öğreticidir: “Yıllardır tedavi ettiğim hastalarım o programdan sonra bir anda elimdem kayıp gittiler. Saatlerce günlerce konuştuğum halde ikna edemiyorum. Bana değil televizyona inanıyorlar!”

Evet, medya son sözü söylemişti ve Hepatit uzmanı profesörün yıllardır yaptığı araştırmaların, okuduğu makalelerin, birikiminin hiçbir önemi kalmamıştı. Ondan; Hepatit C’nin belli yüzdeler içerisinde iyileştirilebildiğini, çok yavaş seyreden bir hastalık olduğu için karaciğerde siroza yolaçmasının 10, 20 yıl aldığını, bulaşmasının ise diğer hepatit türlerinden çok daha zor olduğunu dinlemiş ve ona inanmış olan hastalar programı izledikten sonra ona inanmaz olmuşlardı. Pek çok hastanın ruh sağlığı bozulmuş, buna bağlı olarak direnç sistemleri zayıflamış, kimileri ise Hepatit C’den daha vahim bir depresyon içine girmişlerdi.

Gerçekten de, Hepatit C çok ciddi bir hastalık ve henüz tam anlamıyla tedavi edilemiyor. Ama programda yaratılan izlenimin tersine, bu hastalık ılımlı bir kliniğe, yavaş bir seyre, Hepatit B’ye oranla daha az bulaşılıcılığa sahip. Programda Hepatit C’nin kaçınılmaz olarak siroza ve kansere dönüştüğü fikrinin verilmesi hastalarda endişe ve hayal kırıklığına yol açarak yalnızca depresyonu ve vücut dirençlerinin düşmesini getirmemiş, daha vahimi yıllardır tedavi gören hastalarla hekimleri arasında güvensizlik doğmasına neden olmuştur (Kuru, 1997b). Bu ve buna benzer olaylar medyanın sağlık konularına “sağlıksız” yaklaşımının “Züccaciyeci dükkânına fil girmesi” gibi sonuçlara yol açtığının açık kanıtıdır.

Hepatit konusunda 1998 Eylül başında gazete ve televizyonlarda gördüğümüz bir başka haber de sahte umutlar yaratılmasına örnektir. Bir Türk doktorunun Hepatit B’nin tedavisini bulduğunu ilk açıklayan bu kez özel bir televizyon kanalı olmuştu. Habere göre, İndometasin’le (aspirin benzeri bir romatizal ilaç) Hepatit B taşıyıcıları kesin olarak tedavi edilebiliyordu. Bu sonuca götüren araştırma sadece 36 kişilik küçük bir grup üzerinde yapılmıştı ve sonuçları çok tartışmalıydı. Böyle küçük bir araştırmadan hareketle, 3 milyon kişinin Hepatit B taşıyıcısı olduğu ülkemizde, büyük umutlar yaratmanın ne denli sakıncalı olduğunu gazetecilerin de idrak etmesi gerekir.

Tıp dünyasınca her yıl buna benzer binlerce araştırma yapılır ve bilimsel temellerde tartışılır. Ancak, bu araştırmalar geniş kitleler üzerinde ve bazen de umutsuzluk içinde çırpınan hastalar arasında yapabileceği ciddi etkiler yüzünden ortaya dökülmez. Bugün sürdürülen tedavi yöntemleri onbinlerce araştırma ve deney sonucu onaylanmış ve halen de izleme protokolleriyle denetlenen yöntemlerdir. Tabipler hastalarına tıbbın “önce zarar verme” ilkesiyle yaklaşırlar. Oysa, henüz sonuçlanmamış araştırmaların medya tarafından kesin tedavi yöntemleri gibi sunulması her şeyden önce hastaların zarar görmesine yol açmaktadır. Bu yüzden, bir bilimsel araştırmanın sonuçlarının tartışılacağı yer medya değil, bilimsel kongreler, sempozyumlar ve paneller olmalıdır. “Aksi takdirde, bilimadamının dağdan topladığı köklerin üstüne ‘Yüksek tansiyona, prostata, mide ülserine, bel ağrısına, felce, iktidarsızlığa birebir çare’ diye yazıp satmaya çalışan cami avlusundaki adamdan farkı kalır mı?” (Ergus, 1998)

Kuşkusuz, medyayı söz ettiğimiz bu olumsuzlukların tek nedeni ilân edip, hekimler olarak kendimizi işin içinden sıyıramayız. Bu noktada popülerite peşinde koşan hekimlerin sorumluluğu da yadsınamaz. Medyada sağlık haberlerinin “sağlıksız” bir şekilde verilmesinin önüne geçilebilmesi de ancak sorumlu gazeteciler ve tabiplerin ve onların meslek ilkelerini özenle gözeten örgütlenmelerinin çabasıyla olabilir.

Tılıç’ın da (1996) Durkheim’e gönderme yaparak belirttiği gibi, her toplumsal faaliyet bir etik disiplin gerektirir ve toplumun çıkarı açısından her mesleğin bir mesleki kurallar bütünü ve standardı olması şarttır. “Nasıl sağlık tıbbı tanımlayan bir hedefse, doğruyu söylemek de gazeteciliği tanımlayan içsel hedeftir.” O halde, sağlık haberleri yaparken gazetecilerin doğruyu söyleyip söylemediklerini kendilerine birkaç kez sormaları gerekir. Sağlık konusundaki sorunları dile getirerek, bilgiler vererek kamuoyu oluşturmada etkili bir kurum olan medya doğru yönlendirilmediği ve kendi etik ilkelerine uymadığı zaman kendisi bir sağlık sorunu olmaktadır. Sonuç, “olmayan bir tedavi yönteminin varmış gibi gösterilmesi. Bilinçli olarak konunun saptırılması. Tamamlanmamış ve eksik tıbbî araştırmaların kesin sonuç alınmadan yayımlanması. Şarlatanca tedavi yöntemlerini öven haberler üretmek”tir (TTB, 1998). “Sağlıkla ilgili haberlerin medyada yeralabilmesi için sansasyonel, çarpıtılmış ya da abartılmış olmasının neredeyse bir kural haline gelmesi, sağlıkla medya arasında ‘sağlıksız bir ilişki’ olduğu”nun en açık göstergesidir (Amato ve Kalaça, 1993; Karavuş ve ark., 1997).

TIBBI MEDYATİKLEŞTİRMEYELİM

1895’te gazetelerde manşete çıkan ilk bilimsel buluş olan Roentgen’in X ışınlarından bu yana hemen her gün medyada tıpla ilgili haber ve yorumlarla karşılaşmaktayız. Bu süreç ne yazık ki tıbbın medyatikleştirilmesi şeklinde işledi.

’80’li yıllarda Aspirin’e bağlı olarak bebek ve çocuklarda oluşan Reye sendromu ile ilgili haberlerin abartılı bir biçimde basında çıkması, erişkinlerde Aspirin korkusuna sebep olmuştu (Tulunay, 1987). Penisilin’e bağlı olarak milyonda bir oranında görülebilen anaflaktik şok kaynaklı (ve kuşkulu) bir-iki ölümün yıllardır medyada ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilmesi, bu altın değerindeki antibiyotiğin yerini pahalı ve uygun kullanılmayan birçok antibiyotiğin almasına neden oldu. Halkın sağlığıyla oynayan şarlatanların, alternatif tıp ya da bioenerji adı altında görüntülü medyanın yoğun ilgisini çekmesi, toplumun yanlış yönlendirilmesine neden oluyor.

Medyatikleştirilmiş tıbba teşne olan medyada sağlık haberleri ilgi çekicilik, sansasyon ve sözde “yeni bilimsel buluş” eksenine oturtulmakta. Haberin yol açabileceği yarar ve zararların hesap edilmemesi bu tür tıp paparazziliği yarattı. Kimi çaresiz, yoksul hastaların ekrana çıkarılarak tedavi ettirilmesini bir reyting alma yolu olarak bulan televizyonlarımız, milyonlarca çaresiz hastayı çözümü gerçekten aramaları gereken kurumlara değil, “müşfik” medyaya yönelterek onların umutlarını sömürüyor.

Sağlık haberciliği mutlaka bu alanda uzmanlaşmış gazetecilerle ve onların tıp çevrelerinden uzman kişi ve kurumlarla ilişkisi temelinde yapılmalıdır. Bu konuda uzmanlaşma gazetecilerin diğer alanlarda uzmanlaşmalarından çok daha önemlidir. Çünkü yaptığınız bir haberle binlerce insanda sahte umutlar yaratabilir ya da binlerce insanın umudunu söndürebilirsiniz. Ne yazık ki, ülkemizde sağlık muhabirleri aynı zamanda eğitim veya din konularında da yazan muhabirlerdir. (Tılıç, 1998)

Sonuç olarak, tüm medyaya ve medya çalışanlarına Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından hazırlanan Gazetecilerin Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi’nin şu maddesini anımsatmakta yarar var: “Sağlık konusunda sansasyondan kaçınılmalı, umutsuzluğa veya sahte umuda sevk eden yayın yapılmamalıdır. Tıbbi araştırmalar kesin sonuç almadan yayımlanmamalıdır.”

Amato, Z. ve Kalaça, s.1993. “Meslek Kuruluşları, Demokratik Kitle Örgütleri ve Medyanın Halk Sağlığı Alanındaki İşlevleri”, Çalışma Grubu Raporu, Toplum ve Hekim Dergisi, Aralık sayısı.

Ergus, K. 1998. “Hepatit B Tedavisinde Yeni Buluş Üzerine”, Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi, sayı 603.

Güvenç, B. 1991. İnsan ve Kültür (5. baskı), İstanbul, Remzi Kitabevi.

Hayran, O. ve Batırel, H. 1994. “Zakkum Olayı: Bir Vakıa Nedeniyle Medya Sağlık İlişkisi”, IV. Ulusal Sağlık Kongresi, 12-16 Eylül, Didim.

Karavuş, M. K. ve ark. 1997. “Gazetelerde Yayımlanan Sağlıkla İlgili Yazıların İncelenmesi”, Toplum ve Hekim Dergisi, Aralık sayısı.

Kuru, B. 1997a. “Hepatit C ve İnsan”, Sürekli Tıp Eğitimi Dergisi, 6: 8.

–. 1997b. “Sorumsuz Yayıncılığın Yarattığı Hayalet: Hepatit C”, Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi, sayı 536.

Time. 1998. “Who Owns Nature”, Time Magazine, 30 Kasım.

Tılıç, L. D. 1996. “Medya ve etik”, AEJ Tartışma Programı, yayınlanmamış bildiri.

–. 1998. Utanıyorum Ama Gazeteciyim, İstanbul, İletişim Yayınları.

Tulunay, C. 1987. “Sağlık Sorunları ve Türk Basını”, TTB Haber Bülteni, Ankara.

Türk Tabipler Birliği, 1998. “Etik Kurul Görüşleri”, TTB Yayını, Haziran, Ankara.