Bugün Gözümüzün Önünde Bir Sistem Çökmekte

Kapitalizm nedir?

• Kapitalizm beşyüz senedir var olan bir dünya sistemidir ve varlığını öncelikle kesintisiz sermaye birikimine dayandırır. Bu sistem özel bazı sebeplerle Batı Avrupa’da doğmuş; yüzyıllar geçtikçe bütün dünyaya yayılmıştır. Sistemin can damarı “işbölümü”dür. Bu iş bölümünü, merkez/çevre arasında varolan ve artı-değeri hep merkeze akıtan bir zıtlaşma olarak tanımlayabiliriz. Bu sistemin dayandığı temel siyasî yapı, hep birlikte “devletlerarası sistemi” oluşturan ulus-devlet biçimindeki siyasî oluşumlardır. İktisadî ve siyasî yapılar birbirleriyle tesadüfen örtüşmüş farklı ögeler değildir. Çeşitli etkileşimleri içeren küresel bir bütün oluştururlar.

Küreselleşme hep dillerde dolaşıyor. Söz konusu olan yeni bir olgu mu?

• Kesinlikle hayır. Küreselleşme yüzyıllardır sistemin en temel özelliklerinden biri olduğu halde, daha yeni yeni keşfediliyor. Uzun zaman bu olguyu reddettik. Ancak artık varlığını görmezden gelmemize olanak kalmadı. Sistem her zaman küreseldi; belki bütün gezegeni kapsamıyordu, ama gene de küreseldi. Siyasî sınırları aşar kendisini tek bir devlet içerisinde karşılıklı ilişkilere girmeden ayrı bir tarzda oluşturmazdı. İşbölümü, bugün küresel ürünler için kullandığımız tanımlamalara uygun bir biçimde benim meta zincirleri olarak adlandırdığım şeyi oluşturmak için her zaman sınırları aşmıştır. Bu zincirleri 16. yüzyıldan itibaren görmemiz mümkündür. Bugün her bir parçası ayrı bir ülkeden geldiği için küresel olarak adlandırılan otomobillerden bahsediyoruz, ama 17. yüzyılda büyük gemilerin inşâsında da aynı durum söz konusuydu. Ayrıca ekmeğin, bu çağdaş hayatın temel gıdasının üretim koşullarını incelediğimizde yine buğday ya da çavdarın büyük şehirlere ulaşmadan önce pek çok sınırı geçmek zorunda olduğunu görüyoruz. Bu sınır ötesi trafik olmasaydı, büyük şehirler varlıklarını sürdüremezdi. Demek ki, globalleşme gerçeği, her ne kadar bugün televizyon ya da internet aracılığıyla açık seçik karşımızda duruyorsa da, aslında yeni bir olgu değildir.

Neden öyleyse günümüzde küreselleşmeden bu kadar çok bahsediliyor?

• Küreselleşmeye bugün yapılan vurgu, aslında ideolojik bir amaca da hizmet ediyor. İnsanları, kapitalist dünyanın artık küresel olduğuna bu yüzden de rekabetçi olmak gerektiğine inandırmaya çalışan neo-liberal bir ideolojinin son 15 senede yeniden hortladığını görüyoruz. Sanki bu küreselleşme yeni bir zorlamaymış gibi. Bu tamamen gülünç tabiî: Her zaman rekabetçi olmak gerekiyordu. Ancak bu küreselleşmeyi bir kırılma gibi yansıtınca, artık hiçbir seçim şansının kalmadığı da vurgulanmış oluyor. Bu, aslında anti-politik bir sav: boyun eğmekten başka hiçbir çaremiz yok, demeye getiriyorlar. Oysa sistem ne kadar güçlü olursa olsun, siyasî alternatiflerinin varolmadığı doğru değil. Her zaman siyasî alternatifler vardır.

Kapitalizmin dinamiklerini açıklarken uzun süreli “Kondratieff” tipi döngülere büyük önem veriyorsunuz. Bunun sebebi nedir?

• Ne türde olursa olsun tarihsel bir sistemin sıradan akışında, aynı insan yaşamında olduğu devrevi olgular görünür. Analiz edebileceğimiz şey, yeniden nefes almaya iten bir tür soluksuz kalma gibi “kondratieff” dönemleri kapitalist sistemin önemli döngülerini oluşturur. Limit noktasına varıp sona eren belirli genişleme evrelerinin ardından, sistemin nefes almasını sağlayan bir durgunluk evresi görülür. Bu önermeleri geçmiş beş yüzyıl boyunca gözlemlemek mümkündür. Ancak aynı zamanda asırlık eğilimler, sürekli doğrusal değişimler de vardır. Dolayısıyla her zaman denge durumuna dönme, yeniden üretim eğiliminde olanı ve farklıyı, sistemi önceki devrevi sürecin yeniden oluşma imkânının bulunmadığı bir yeni duruma doğru iten şeyi analiz etmek gerekir. Çağdaş kapitalist sisteme uyguladığımızda bu akıl yürütme bizi sistemin bir yol ayrımına geldiği tespitine götürür. Pek çok olgu, kapitalizmin varoluş sebebi olan sermaye birikiminin sürdürülmesini son derece güçleştirmektedir.

Bahsettiğiniz bu yol ayrımının sebebi nedir?

• Öncelikle olgu dünyanın “köysüzleşme”sidir; bu terimi her ikisi de aynı olguyu tersten ifade etseler de proleterleşme ya da kentleşmeye tercih ediyorum. Sayılar ortada; iki yüzyıl önce dünya nüfusunun % 80’i kırsal alanlarda yaşıyordu. Günümüzdeyse bu rakam OECD ülkelerinde % 5’i, dünya genelindeyse % 50’yi aşmamaktadır. Çin’de, Hindistan’da, Endonezya’da köysüzleşme artarak devam etmekte.

Kapitalizmin esasına, sermaye birikimine geri dönelim. Bu birikimi sağlayabilmenin en önemli koşulu işgücü maliyetini düşük tutmaktır: işgücü maliyeti arttıkça sermaye birikimi zorlaşır. Bütün ücretli işçiler emeklerinin karşılığını en iyi şekilde almak için mücadele ederken, işverenler de verebilecekleri en düşük ücreti vermek için uğraşırlar. Bu şekilde baktığımızda, ortak bir kültür yaratabilecek koşullarda topluca yaşayan bir grubun, belli bir tarihsel birikime sahip olur olmaz işverenleri ücretlerini arttırmaya mecbur bırakacak siyasî bir güç oluşturduklarını görebiliriz. Ayrıca beşyüz senedir işverenler düşük ücretle çalıştırabilecekleri işçileri daha uzak bölgelerde aradılar. Bu ucuz işgücünü kırsal kesimde bulmayacaklarsa nerede bulacaklar? Çünkü köylüler için şehirde kazanacakları en düşük para bile köy standartlarında iyi bir para olacaktır ve zaten çoğu zaman da fazla alternatifleri yoktur. Bu yüzden de bu duruma, daha fazlasını kazanmak için diretebileceklerini anlama sırası onlara gelinceye kadar uzun seneler boyu katlanırlar. Böylece bir mekanizmanın sürekliliği, her zaman çalıştırabilecek başka insanların bulunacağı varsayımına dayanır. Oysa günümüzde “köysüzleşme” sürecinin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bütün bunlar orta vadede ücretlerde bir artış ve buna paralel olarak kâr oranlarında bir düşüş eğilimi olacağını gösteriyor.

Ekolojik sorun, sermaye birikimi tarihî eğilimini sınırlandıran ikinci bir olgu olarak karşımıza çıkmakta. Kâr elde etmenin en iyi yollarından biri üretim eyleminin sonuçları olan zararları karşılamamak ve sermaye birikiminin doğuracağı sonuçların sorumluluğunu üstlenmemektir. Sermaye böylelikle beş asırdır kendi yaptıklarının yol açtığı herkese şamil bedelini başından savmıştır. Bugün bu bedel ekolojik sorunların artışıyla ölçülmektedir. Artık sömürülecek orman kalmamıştır; nehirler kirletici maddelerle doludur; dünya üzerindeki yaşam insanoğlunun kendi etkinliğiyle tehlikeye sokulmuştur. Beşyüz, hattâ yüzyıl öncesinde bile böyle bir durum söz konusu değildi.

Peki ne yapmalı? Ortaya konan seçenekler sınırlıdır. Bütün bu pisliği temizlemeye kalkışabiliriz, ama bunun maliyeti oldukça yüksek olur. Öyleyse bu faturayı kim ödeyecek? Şirketlerden, sonuçta kendi geçmiş etkinliklerinden kaynaklanan bu sorumluluğu üstlenmelerini ve bu zararları karşılamalarını istememiz mantıklı olur. Ancak şirketler böyle bir hesabın, verimliliklerini sıfıra indirebileceğini söyleyebilir. Öyleyse nüfusun genelini vergilendirmek söz konusu olabilir, ama bu da siyasî açıdan imkânsızdır. Bir başka seçenek de tabiî hiçbir şey yapmamak, ancak o zaman da çevrecilerin ve bilimadamlarının öngördükleri bütün kötü sonuçları göze almamız lazım. Doğruysa bu öyle bir ikilem ki, kolay kolay çıkış yolu bulabileceğimizi sanmıyorum.

Başka hangi olgular günümüzde kapitalizmi tehdit etmekte?

• Malî kriz üçüncü büyük sorun. Asırlardır süren başkaldırıları hafifletmek için yönetenler toplumu belli bir demokratikleşme ve ne kadar kısıtlı da olsa küçük insanlara siyasî hayata belli ölçüde müdahale etme hakkı vermeyi kabul ettiler. Ayrıca insanlara hayat şartlarını düzeltecekleri sözü verdiler ve böylelikle herkes daha iyi bir yaşam sürmeye hakkı olduğuna inanmaya başladı. Ve ben bugün dünyanın gerçekten de geçmişte olduğundan çok daha demokratik olduğunu düşünüyorum. Bunu dünya nüfusunun gitgide artan sosyal ihtiyaçlarından anlayabiliyoruz: insanlar artık makûl bir yaşam seviyesine kavuşmak, daha fazla eğitim ve sağlık hizmeti görmek istiyor. Ancak bu basit isteklere günümüzde hiç de yeterince cevap verilemiyor. O zaman da bu zorunluluklar malî bir kriz yaratıyor, çünkü devletin kaynakları toplumun isteklerini karşılayabilecek ölçüde değil. Bir kez daha ne yapmalı? Vergileri mi arttırmalı? Halk da, şirketler de zaten vergilerden şikâyet etmekte. İnsanlar aynı anda hem daha az vergi alınmasını, hem de daha fazla kamusal harcama yapılmasını istiyor. Katlanarak gidecek bir çelişki.

Dördüncü olgu, ideolojik düzende, liberalizmin krizi ile ilgili. 19. yüzyıldaki anlamıyla liberalizm çok kurnazca içeriklendirilmiş bir ideolojidir. Sürekli ve akılcı reformların, gelirlerin bir yerde yoğunlaşmasını asgariye indirecek tarzda sistemi değiştirebileceğini vaad eder. Böylelikle yönetenler, nüfustaki tehlikeli artışa karşın daha iyi bir hayat sözü vererek toplumsal hareketleri bastırabilir. Bu programa karşılık radikaller ve diğer sosyalistler bu reformların çok yavaş olduğunu ve aslolanın dünyayı, sistemi değiştirmek olduğunu savundular. Ama bizzat onlar da liberalizmin bir başka çeşidi haline geldiler. Leninizm bile. Çünkü gerçekte Lenin'in siyaset olarak yaptığı da kapitalist ülkelerde gerçekleştirilen sanayileşme ve köysüzleşme programlarının bir benzeri değil miydi?. Bütün bunlar halk adına yapılıyor ve daha kolay kabul görüyordu.

Oysa bugün bir kopma gerçekleşmekte. Simgesel 1968 tarihinden beri, sıradan insanlar, sosyalist, komünist, popülist ya da ulusal kurtuluş hareketi şeklindeki anti-kapitalist sol programlara artık güvenmediklerini ifade ediyor. Oysa dünya değişmedi”, diyorlar. Bunu bütün o rejimlerin ve hareketlerin çöküşünde görebiliyoruz. Oysa paradoksal bir biçimde, Marksizm-Leninizmin düşüşü, sistemin esneme noktası olan “daha iyi bir yaşam” umudunu ortadan kaldırarak liberalizmin kendi söylemini de tehdit etmekte. Öyle bir noktaya geldik ki, artık insanların sabırsızlığına gem vurabilecek hiçbir şey kalmadı. Gelecek günler, bütün dünya genelinde ve her ülkenin kendi içinde büyük toplumsal çalkantılara sahne olacak.

Demek ki aynı anda hem kapitalizm, hem de anti-kapitalizm büyük bir kriz yaşamakta. Bize çizdiğiniz tablo gerçekten çok karamsar.

• Bugün gözümüzün önünde bir sistem çökmekte. Sistemin imtiyazlıları bu çöküşe seyirci kalmayacak. Bir şeyler yapmaya çalışacaklar ve bu şey sistemin kendisini değiştirmek olacak. Ancak dünyanın geleceğine karar verecek olanlar yalnız onlar değil. Diğer insanlar da ortak geleceğimizde bir rol oynayabilir. Gelecek hiçbir yerde yazılı değildir. Sistem karşıtı hareketlerin en büyük yanlışı geleceğin kesinliğine inanmak ve bunu sauvunmak oldu. Oysa önümüzdeki on yılların ne getireceğini kim bilebilir? Gelecek, siyasî bir savaş dönemi olacağı kadar, başka türlü ve daha güzel bir dünya için yaratıcılık ve hayal gücü çağı da olacak. Bu uğurda savaşmaya ve hayal etmeye değer.

Alternatives Economiques, Güz 1997

Çeviren ASLI DALDAL