Anglo-Sakson Kapitalizminin Pirus Zaferi

SSCB çöktü, devlet müdahaleciliği her yerde geriliyor: yoksa kapitalizm galip mi geldi?

• Nasıl ki ’30’lu yıllarda istikrarsız ekonomik sistemler bir dizi kamu müdahalesi ve düzenlemesine davetiye çıkarmışsa, günümüzde de, tersi bir kavrayış baskındır: piyasalar, kendi içlerinde istikrarlıdırlar, ancak devletin müdahalelerinden dolayı sekteye uğrarlar, dolayısıyla yapılması gereken bu müdahaleleri ortadan kaldırmak ya da en azından rasyonalize etmektir. 1929 büyük bunalımının altından kalkmak için, örneğin John Maynard Keynes istikrarsız ve eşitliksiz bir liberal kapitalizmle, otokratik ve potansiyel olarak etkisiz bir Sovyet rejimi arasında üçüncü bir yol arayışındaydı. Son on yıla damgasını vuran, işte bunun tersine, o üçüncü yol arayışlarından miras kalan konfigürasyonların pek çoğunun istikrarsızlaşmasıdır.

1983 sonrası, Fransız usûlü bir devlet iradeciliğinin başarısızlığa uğraması, piyasanın özgür işleyişinden yana olan fikirlerin uluslararasılaşması ve çoğalmasının getirdiği sonuçların altını çizer. Ardından gelen, en iyi uzmanların büyük şaşkınlığına karşın, Sovyet tipi rejimlerinin çöküşü oldu ve bu durum biraz fazla aceleci davranılarak kapitalizmin üstünlüğüyle açıklandı. Oysa yapılan reformların, uzun zaman öncesine dayanan bir ekonomik blokajın üstesinden gelmekte zorlanacaklarının altı çizilse, daha temkinli davranılmış olurdu. Beş yıldır süren özelleştirmeler ve liberalleştirme girişimlerine karşın bu blokaj hâlâ aşılmamıştır. Öte yandan, kendi açısından, uzun zamandır ekonomik dinamizm, tam istihdam ve toplumsal adaleti bağdaştırmayı bilmiş olan İsveç rejimi de ’80’li yılların sonunda büyük bir krize girdi: 1989’da % 1.6 olan işsizlik oranı, hiç görülmemiş bir iktisadî gerilemenin etkisiyle ve ekonominin temel ilkelerinin yaşayabilirliğine ilişkin ciddi bir şüphe ortamında 1996’da 12.5’e ulaştı.

Last but not least (son ama en önemli değil), ‘80’li yılların ortasında Amerikalı işletmecilerini ciddi biçimde etkileyen, hattâ terörize eden Japon kapitalizmi de bir yarı-durgunluk (stagnation) durumundadır. Bizatihi Japonya’da, Amerikan yöntemlerinin ithalini talep etmek ve bu ülkenin oluşturduğu istisnanın sonunun geldiğini ilân etmek üzere yükselen sesler vardır. Buna karşılık, Amerikan kapitalizmi, Phoenix misali, yeniden bir dinamizm ve prestij kazanmakta, dahası, siyasilerin ve şirket yöneticilerinin dikkatini öykünülmesi gereken tek modelmişçesine kendi üzerinde toplamaktadır. Başkan Clinton, kuzey Amerikan ekonomisinin yeniden sıçrayışını güvence altına alacak bir pax-Americana oluşturmamış mıdır? Bill Gates’in çılgınca yükselişi, onun yenilikler konusundaki üstünlüğünün göstergesi değil midir? Coca Cola’nın, Mc Donalds’ın ve Hollywood filmlerinin yaygınlaşması yeni bir Amerikan tarzı yaşamın zaferine işaret etmez mi?

Bu görünümler, tüm diğerlerinden üstün bir Anglo-sakson kapitalizminin kesin zaferine mi tekabül ediyor?

• Bu hiç de o kadar kesin değil. Çünkü farklı kapitalizmlerin karşılaştıkları reel güçlükler Amerikan toplumunun içindeki dengesizlikler ve gerilimleri gizleyemez. Şüphesiz Kuzey Amerikan ekonomisi, 1992’den beri, büyümesinin (expansion) beşinci yılındadır; bu büyüme yılda % 3 ritmiyle sürmektedir ve Avrupa’daki ölgünlük (büyüme oranı % 1.4) ve Japonya’nın büyüme hızındaki (% 0.8) güvencesizlikle karşılaştırılması gerekir. Bu uygun konjonktürel sonuçlar, geniş ölçüde doların paritesinin ve Japonya’daki aşırı tasarrufun maharetle denetlenmesinin bir sonucudur ve gerek Amerikan tüketicilerine, gerekse hükümete kredili yaşama olanağını sunan da budur. Ancak günün birinde, ister büyümeyi kısarak, ister, bugün için finans piyasalarının katı titizliği sayesinde reddedilen enflasyonu yeniden arttırarak borçları ödemek gerekecektir.

Ancak ağacın ormanı gizlememesi gerekir. Büyümenin sürdürülmesi, savaş sonrası Fordizmin tamı tamına tersi yöntemler sayesinde ulaşılan bir olgudur. Eğer, 1947 ile 1973 arası “tipik Amerikan ailesi”nin reel geliri, yılda % 2.8 gibi bir ritmde artmışsa da, 1972’den 1992’ye neredeyse aynı kalmış, durmuştur, çünkü yılda ancak % 0.1 oranında artmaktadır. Amerikan toplumunun, neredeyse kurucu ögelerinden biri olan, yaşam düzeyinin bir kuşaktan diğerine sürekli iyileşeceğine ilişkin o temel düşe veda edilmiştir: bu üretkenlikteki durgunluğun bir sonucudur, çünkü, kimi firmaların dikkat çekici performanslarının ötesinde, Amerikan Fordizmini sürdüren bulunamamıştır. Tüketimde belli bir dinamizm düzeyi, ancak krediye başvurma, mesai saatlerinin uzaması, hane başına gelir getirici etkinliklerdeki artış ve faal kadın sayısındaki yükselme sayesinde, tutturulabilmiştir.

Aynı zamanda, 1973 öncesi, en yoksul olanların geliri, daha zengin olanlarınkinden fazla artma eğilimi gösterirken, bu tarihten sonra eşitsizlikler belirginleşti. Böylece, 1972 ile 1992 arası, Amerikan ailelerinin en zenginleri olan % 20’lik kesimin ortalama geliri % 19 artarken, en yoksul % 20’lik kesiminki % 12’lik bir kayba uğradı. Elde bulunan göstergelerin neredeyse tümü, gerek gelir, gerek malvarlığı açısından, 1973’ten bu yana eşitsizliklerin arttığı sonucuna işaret etmektedir. Böylece, 1983 ile 1992 arası, en zengin % 20’lik kesim, artan zenginliğin % 98.8’ini ele geçirmiştir. Amerikan toplumunun uzun vadede yaşayabilirliği açısından, en zengin % 1’lik kesimin, toplam malvarlığındaki artışın % 61.6’sından yararlandığının altını çizmek gerekmez mi?

Böylelikle, yoksulluk, yalnızca etnik azınlıklarla sınırlı kalmayıp vasıfsız ya da küçük vasıflı işçilerin de bütününü kapsayan kümülatif bir olguya dönüştü. Sendikal gücün ve toplu sözleşmelerin gerilemesiyle, en vasıfsız olanlar, ’60’lı yıllardaki benzerlerininkiyle aynı düzeyde bir ücret alamama durumuna geldiler. Buna karşılık, Amerikan eski Çalışma Bakanı Robert Reich’ın çözümlemelerini temel alacak olursak, Amerika’nın rekabet gücü tümüyle “simgesel analistleri”nden destek almaktadır. Multimedya programcıları, finansçılar, kültür uzmanları, diğer alanlarla bağlantıları giderek daha da kopan bir toplumsal alanda yaşıyorlar. Uluslararası hareketliliğe sahip olduklarından, siyasal kararları etkileme gücünden yararlanıyor ve avantajlı bir vergilendirmeye tâbi oluyorlar. Öte yandan, azınlıklar siyaset oyununa pek az katıldıklarından, en az vasıflı olanlara topluma dahil olma açısından bir şans verebilecek (eğitim, meslek eğitimi ya da kentsel altyapı alanındaki) toplumsal aktarımlar ve kolektif yatırımları düzenlemek olanaksızlaşıyor.

Çelişki şurada yatıyor: Tam da, fiilen artık ne yüksek bir etkililiğin öncüsü, ne de toplumsal ilerlemenin taşıyıcısı olan Amerikan kapitalizminin, imaj açısından yıldızı parlıyor. Oluşmakta olan bu ekonomik apartheid -bazıları ABD’nin bir tür “Brezilya’laşması”ndan söz etmiyorlar mı?- uzun vadede yaşayabilir bir model mi tanımlıyor?

Hatalarına karşın bu sistem her yerde benimsenmiş gibi değil mi?

• Görünüşe aldanmamak gerekir. Şüphesiz, dünyanın her yanında ABD’den gelen markalı malların (içecekler, fast-food, müzik, filmler, bilgisayar programları…) ve (işin daha da ciddi yanı) bir dolu fikrin, kuramın, işletmecilikte kullanılan araçların, hattâ siyasal, ekonomik ve finansal kuralların (normların) yaygınlaştığını gördük. Bu, ille de, dünyasallaşmanın (bu küreselleşmeden daha uygun bir terimdir), çeşitli toplumların, piyasa kapitalizminin oluşturduğu bir omega noktasında birleşmesi sonucunun doğacağı anlamına gelmez. Gerçekten de, sermayenin atfedilişinin, meslek ilişkilerinin, toplumsal dayanışma ve güvence türünün ya da devletle ilişki ve uluslararası düzlemde yer alma gibi olgulara hükmeden en temel kurumlar, coğrafi açıdan benzeşen toplumlarda bile, son derecede farklıdırlar. Anglo-sakson kapitalizmi, halen birarada var olmayı sürdüren dört konfigürasyondan yalnızca birini tanımlamaktadır.

Yeni Zelanda, Avusturalya, Kanada ve daha düşük bir düzeyde İngiltere’de, bir piyasa kapitalizminin üstünlüğü vardır. Bu mekanizma, ekonomik ve toplumsal alanların neredeyse tümüne hükmeder: yenilikler, buradan gelecek kârların bireylerce sahiplenileceğinin anıştırılmasıyla özendirilir ve fikri mülkiyet haklarına sıkı sıkıya saygı temelinde düzenlenir, eğitim kademelerine ulaşma, insan sermayesinin verimliliğini temel alan bir hesaplamaya tâbidir, kredilerin verilmesi son derece karmaşık finans piyasalarından geçer ve yasama mevcut tüm ürün pazarlarında sıkı bir rekabeti ayakta tutmayı hedefler. Rekabet, siyasal program ve kariyer konusunda da başat değerdir ve vurgulanan merkezî devletin gücünün sınırlandırılması vurgulanır; bu da düşük bir toplumsal güvence ve yeniden dağıtım konusunda pinti bir vergi sistemi anlamına gelir. Zavallı veyl mağluplara, “kaybedenlere”; zira güç ve şan-şöhret, ister medya, ister finans, ister yüksek teknoloji ya da biyoloji, eczacılık alanında olsun, başarı girişimcilerindir. Toplumsal eşitsizlikler iki uç noktada kutuplaştığına göre, bir anlamda, Thatcher sonrası İngiltere bu yolu izlemektedir. Görünen o ki, (üstelik de oldukça mütevazı) bir ekonomik dinamizm kazanmanın bedeli budur.

Yarı-korporatist kapitalizm, tersine, piyasa güçlerini çevreleyen bir dizi koordinasyon süreci üzerine kurulmuştur. Böylelikle, Japonya’da, yenilikler yaratma, pratik becerilerin biraraya getirilmesinden doğar ve bu biraraya getirmenin oluşumu, (hissedarların mülkiyeti ve denetim nesnesi olmaktan çok) işletmeci ve ücretliler işbirliğinde bulunmaya özendirildiği yer olan firma dahilinde vasıflı işgücünün çok istikrarlı olduğu varsayımına dayanır. Gerek kamu, gerek özel sektörde, elitlerin seçilmesi, üst düzey vasıflı profesyoneller pazarındaki hareketlilikten çok eğitim sistemine yüklenmiş bir görevdir. Şirketlerle bankalar arsındaki çapraz pay sahipliği ve sıkı ilişkiler, yatırımlar açısından uzaklara uzanan bir ufuk sunar. Öğrenme etkilerinin harekete geçirilmesi ve koordinasyon usûllerinin karmaşıklığı ürün farklılığı ve nitelik dereceleri yüksek ekonomi sektörlerinde uzmanlaşmayı ve otomobil, halka yönelik elektronik, robot teknolojisi gibi ürünlerde farklılaşmayı getirir; bunlar Anglo-sakson piyasa kapitalizminin sınırlı kaldığı sektörlerdir.

Japonya üzerinde biraz daha duralım. Bu ülkenin, seksenli yılların başında geçirdiği kriz bu modelin sınırlarını ortaya çıkardı: yenilikler yaratmadaki eksikler, siyasî muhafazakârlık, bankaların körlüğü…

• Bu sorunlar gerçekten vardır, ancak Japon ekonomisinin çağımızdaki krizini, bu ülkenin, ABD’nin oluşturduğu kitabi modelden uzaklaşmasının bir sonucu olarak görmemek çok önemlidir. Geçtiğimiz yüzyılın sonunda, ilk Batılı gezginler Japonlar’ın “sanayiye uygun olmadıkları”nı söylemiyorlar mıydı? Japon kültürüne, ekonomik dinamizm açısından felce uğratıcı bir durağanlık atfederek aynı hatayı tekrarlamamak gerekir. Gerçekten de, büyümenin bloke edilmesi, sınırları ’90’lı yılların pek özgün ve belirli ortamında çizili olan yarı-korporatizmin başarısından kaynaklanır. Artık, başka yerlerden gelen ürün ve yöntemlerin ithal edilmesi ve uyarlanması yetmez, yerli ve/veya radikal yenilikler yaratmak gerekir. Siyasal kurumlar, kendilerini zenginleşmiş bir ekonominin içinde yoksul hisseden Japon vatandaşlarının beklentilerini artık karşılamamaktadır. Aynı biçimde, ihracattaki başarıların bir sonucu olan bankaların atılımı, yeni uluslararası özlemleri ortaya çıkarmakta ve bir finansal düzen bozukluğunun başlangıcına neden olmaktadır; bu durum da, eski denetim yönteminin istikrarını zedeler. Ancak Japon toplumu çaresiz değildir. Temel bilimlerde, yüksek teknoloji gerektiren ürün ve sektörlerdeki yenileştirmedeki zaaflarının farkına varan Japon şirketleri ve bakanlıkları geniş çaplı programlar lanse ettiler, onların olgunlaşmalarını beklemek gerekir. Her ne kadar, kısa vadede umulan etkiyi yaratmamış olsalar da, Japon ekonomisinin içerideki toplumsal gereksinimlere yanıt verme yönündeki olası dönüşümünün hareket noktası olan ulaşım ve kentsel düzenlemeye ilişkin altyapıları iyileştiriyorlar. Asıl imrenilecek konu ise, resmî işsizlik oranının % 3 civarında seyretmesi; Japonya, Avrupa’daki kitlesel işsizlik durumundan uzak. Son olarak da şunu belirtelim, yeniden büyümeye başlama, birkaç firmanın birleşmesi ve kamu sübvansiyonlarının, kötü borçların yarattığı sorunun üstesinden gelmesi de mümkündür. Başarı garanti değildir, ama Japon toplumu da bundan dolayı bir kültürel devinimsizlik içinde donup kalmamıştır.

Üçüncü model sosyal demokrat kapitalizm modelidir; bu modelde, patronlar, sendikalar ve devlet temsilcileri arasındaki müzakere (négociation), uzun vadeli rekabeti, olabilecek en geniş eşitlik dahilinde gelirin sürekli artışını sağlamada en ayrıcalıklı araçtır. İsveç’te, 1989’a kadar, bir kur politikası, ücretlerin müzakereyle belirlenen esnekliği, kamunun sosyal hizmetlerinde önemli sayıda istihdam yaratılması ve ciddi biçimde etkin meslek eğitimi politikaları sayesinde işsizliğin önüne geçilmiştir. Model, dışarıdaki açılımların azalması, büyük İsveç firmalarının uluslararası nitelik kazanması, özellikle de genç kuşakların ücret hiyerarşisindeki açıklığın düşük düzeyde olmasını sorguladıkları bir ortamda kamu istihdamının sürekli gelişmesinin yarattığı vergi sınırlarının etkisiyle krize girmiştir. Merkezileşmiş müzakere yöntemi terk edilmiş ve kamu harcamaları kısılmıştır. Ama bu dramatik anı bir yana bırakırsak, sosyal demokrat mantık ille de son sözünü söylemiş değildir. İsveç kapitalizmi, çevre koruma, tıbbi hizmetler, çalışmanın insanileştirilmesi gibi konularda yenilik yapma açısından çok iyi bir konumdadır, bu da ona yeni bir rekabet gücü kazandırabilir.

Almanya’yı bu kategoriye mi dahil ediyorsunuz?

• İskandinav sosyal demokrasisiyle piyasa ekonomisi arasında çok çarpıcı benzerlikler vardır: sosyal taraflar arasındaki görüşme, ekonomik uyarlama süreçlerine hükmeden kuralları tanımlar ve ekonomik etkililikle sosyal adaleti bağdaştırmayı amaçlar. Ancak Almanya, her ne kadar kamu girişimi merkezilikten çıkarılıp Lander’ler düzeyinde oldukça yerel kılınmış, federal devlet, bölümlere ayrılmış ve özellikle de Bundesbank’ın bağımsızlığı aracılığıyla gücünü sınırlandırmışsa da, devlet kapitalizminden de bir şeyler taşır. ’80’li yıllarda, Ren kapitalizmi daha iyi direnmişti çünkü teknolojik temeli ve uluslararası uzmanlığı, Alman üreticilerine, altyapı donanım ürünleri, otomobil, kimya gibi dallarda ihracat fiyatlarına karar verme olanağı tanıyordu. Ama ’90’lı yıllar birçok zaafı ortaya çıkardı: iki Almanya’nın yeniden birleşmesi kalıcı, bir biçimde maliyetli olmayı sürdürüyor ve dayattığı transferler nedeniyle büyümeyi olumsuz etkiliyor, yenileşme girişimleri zor ilerliyor ve Japon üreticiler tarafından gerçekleştirilen temsilciliklerin yükselişine karşılık veremiyor, hem uluslararası düzeyde, hem de Avrupa’daki finansal konjonktürünün belirsizliği Alman markının Japon yeni ve dolar karşısında yeniden değer kazanması sonucunu doğuruyor. Bu baskılar 1997’de biraraya gelip bugüne kadar görülmemiş bir işsizliği ortaya çıkarıyor, DGB tarafından önerilen istihdam anlaşmasını bloke ediyor, özellikle de işverenlerin giderek daha geniş bir bölümünün yüzünü, Amerikan kapitalizminin yöntem ve biçimlerine dönmesine neden oluyor. Açıkça, piyasa kapitalizminin yararları tartışılıyor ve sosyal güvenlik sisteminin rasyonelleştirilmesi yalnızca Maastricht sözleşmesinin ölçütlerine uyma amacını gütmüyor.

Diğer Avrupa ülkelerinin konumları nedir?

• Çoğu, özellikle de Latin ülkeleri, devlet destekli bir kapitalizme ait. Sosyal taraflar (işçi-işveren) rahatlıkla müzakerede bulunamadığından, işverenler kendi stratejisini dayatacak kadar güçlü olmadığından ve piyasa mantığı kısıtlı olduğundan, ekonomik ve malî uyarlamaların önemli bölümünü yapma işi de doğrudan ya da dolaylı, devlete düşüyor. Örneğin Fransa’da, devlet, düzenlemenin ustabaşısıdır. Devlet eğitim sistemi içinden elitleri kendine çeker ve ayıklar, kamu ve sosyal hizmetleri işletir, ama aynı zamanda da rekabete açık olmakla bilinen sektörün şirketlerini de işletir; iş ilişkileri konusunda bol bol yasa çıkarır ve kredi verilmesi konusunda müdahale etmekten hiç kaçınmaz. O sadece, konjonktürün yükümlülüğünü üstlenmiş Keynesçi bir devlet değildir, aynı zamanda ve özellikle de yapısal rekabetin koşullarını organize eder: arz ve talebin uyumu büyük ölçüde onun patronluğunda düzenlenir. Anglo-sakson analistler bu nedenle nereye bakacaklarını şaşırmış durumdadırlar. “Fransız mucizesi”ne olumlu yaklaşan bir değerlendirmeden “Avrupa sklerozu” terimiyle dile getirdikleri aşırı sert bir tutuma geçmişlerdir. Gerçekten de, kamu motoru soluksuz kaldığı ya da bloke olduğunda, bu kapitalizmin dinamizmi de gevşer ve devletin kötü işletmeciliğinden yakınan ve liberal bir devrim yanlısı olanların sayısının arttığı görülür.

Şimdi bu durumda mıyız?

• Fransız modeli, son yirmi yıldır yaşadığımız çağ değişimi karşısında apışıp kalmıştır. Sanayide yenileşme ve uzmanlaşma kamu siparişlerine ve devletleştirilen sektöre odaklanmıştı, halbuki uluslararası rekabet bugün, farklı ve kaliteli kullanımlara uygun yeni ürünler peşindeki tüketicilerin taleplerini karşılamaya dayanmaktadır. Ancak, Fransız firmaları, her ne kadar Fordizmin çok iyi öğrencileri olmuşlarsa da, rekabete açıklık konusundaki yeni kaynakların devreye sokulmasında çok zaman yitirmişlerdir. Sanayide işgücünün kısılması ve işsizliğin yükselişi bu blokajın ifadesidir. Öte yandan, Fransız ekonomisi, dünya düzeyinde büyüme yüksekken görece kolay uyum sağlıyorsa da (sanayi ve tarımın o olağanüstü modernleşmesini düşünün), daha inişli çıkışlı çevrimlerin damgalarını taşıyan, daha belirsiz bir konjonktüre uymakta, oldum olası çok zorlanır. Son olarak ve özellikle de, “otuz zafer yılı”nın başarısını sağlayan üst düzeyde kurumlaşma ile yasal ve hukuksal düzenleme oldukça farklı bir bağlama uyum göstermede kolaylık sağlamaz. Fransız elitleri bu çağ değişimini sezme açısından en ağır davrananlar olmuşlardır. Fransız toplumu bu duruma, ücretlilerin statüsünün un ufak olması, işsizliğin önce artıp sonra direnmesi ve sonuçta toplumsal dışlanmanın ortaya çıkmasıyla uyum gösterdi. Sanayide rekabet ortamı yeniden kuruldu, ama bu toplumsal düzenleme alanındaki kuralsızlık pahasına gerçekleşti: hâlâ devlete mi güvenmeli, şirketlere tam özgürlük mü tanımalı, toplumsal diyalogu mu özendirmeli yoksa bu olmuyorsa piyasayı kendi haline mi bırakmalı? Son yirmi yıldır birbirinin ardından gelen hükümetlerden hiçbiri bu soruya açık bir yanıt veremedi, hele de tutarlı ve etkili bir strateji sunmayı hiç beceremedi. Başkan Chirac’ın seçilmesi de bugüne kadar, beklenen kopmayı getirmedi.

Sonuçta bu kapitalizmlerden hiçbirinin gidişatı iyi değil!

• ’60’lı yılların iktisat kuramı salt ve tam bir rekabet kapitalizminin somut ekonomilerin özelliklerine pek de uzak bir ideal olmadığını düşündürtüyordu. O zamandan beri, araştırmalar potansiyel olarak çok fazla eksikler olduğunu ortaya çıkardı (kalitenin, riskin değerlendirilmesine, dışsallıkların varlığına, tam olmayan rekabete bağlı eksikler); ve bunların her biri, ya piyasaya alternatif ya da onu bütünleyecek kurum ve organizasyonları gerektiriyordu. Kuramsal olarak kapitalizm biçimlerinin çoğul olma imkânını temellendiren de budur. Otuz zafer yılının kararlı büyümesi, bu kapitalizmlerin her birinin eksikliklerini gözlerden saklamayı becerdiyse de, son yirmi yılın çok daha inişli-çıkışlı konjonktürü bu kapitalizmlerin sırayla birini ya da diğerini destekledi: ’70’li yıllarda sosyal demokrat, seksenli yıllarda yarı-korporatist, o zamandan beri de piyasa kapitalizmi. Ülkeler kapitalizmlerini rasyonel bir hesaba göre seçmekten çok, onu kendilerine miras kalan ancak değişen bir konjonktür doğrultusunda yeniden uyarlanan ya da harekete geçirilen mantıklar ve kurumlara göre uyarladılar. Uluslararası rejim aşağı yukarı istikarar kazandığında, kapitalizmlerden her biri, kendisine rekabette şans sağlayacak avantajı, dinamizmlerinin kaynağını “kurumsal donanımlar”da bulan pek özgün sektörlerin çevresinde geliştirir.

Piyasa kapitalizmine denk düşen, temel bilgilerin ilerlemesi ve bröve verilebilir yenilikler, dolayısıyla da biyoloji, bilgisayar programları, boş zaman sanayiidir. Yarı-korporatist model, halka yönelik elektronik, yeni ulaşım araçları gibi kitlelerce tüketilecek yeni ürünleri geliştirir. Sosyal-demokrat kapitalizme gelince, o, eğitim, sağlık, nüfusun yaşlanması, ama aynı zamanda da çevrenin korunması gibi alanlara ilişkin kamu ürünlerinde yenilik yapma ve üretime gitme açısından iyi bir konumdadır. Son olarak da, hızlı trenler, uzay sanayii, telekomünikasyon gibi kollektif altyapılar konusundaki yenilikleri geliştirmek de devlet pistonlu kapitalizme düşer. Böylelikle, içlerinden biri diğerlerini dışlayıp kendini dayatmadan, bu kapitalizmlerin birbirlerini tamamlamaya dayalı bir birlikteliğini düşünebiliriz.

Bu biraz iyimser bir görüş değil mi?

• Doğru. İki önemli değişiklik kapitalizmlerin bu uluslararası düzeydeki dağılımını bozmuştur. Önce, Asya’daki yeni sanayileşmiş ülkelerin kendilerini göstermeleri kapitalist dünyanın denge merkezinin yerini değiştirdi ve olabilecek durumların çeşitliliğini daha da arttırdı. Çin kapitalizminin belli bir vadede Japon kapitalizmine benzemesi, ya da Kore veya Tayvan kapitalizminin bunun bir kopyesi olması pek mümkün değildir. Ayrıca ve özellikle de, bu ülkeler, şimdiden, uzun zaman önce sanayileşmiş ülkelerin yeniden dağılımı üzerinde, onların uluslararası işbölümündeki yerlerine dokunarak şimdiden etkili olmuşlardır.

Ama ikinci değişiklik, kur oranı ve faiz oranını belirleyenleri radikal biçimde değiştiren ve para hattâ bütçe politikasının özerkliğini zorda bırakan finansal yenileştirmelerin serbest bırakılmasına, liberalleşmesine ve çoğalmasına ilişkindir. Bu durumun ortaya çıkardığı yeni uluslararası konjonktür, konjonktürün beklenmeyen yönleri ve iniş-çıkışlarına tepki gösterme açısından daha fazla kapasiteye sahip ekonomik sistemlere avantaj sağlamaktadır. Bu ortamda, Anglo-saksonların piyasa kapitalizmi refaha kavuşur, buna karşılık devlet kapitalizmi, sosyal demokrat ya da yarı-korporatist kapitalizm güç yitirir ya da krize girerler çünkü bunlar çok daha geniş bir ekonomik ufuk ve sabırlı finansal sistemlere çağrıda bulunurlar.

Dolayısıyla çelişkili bir dönem geçiriyoruz: kapitalizm zafer kazanıyor, ama ulusal büyümelerin birbirlerini bütünleyici olmasını sağlayacak uluslararası bir sistem olmadığından, diğerleri karşısında galip gelen, kapitalizmin en az şey vaat eden biçimlerinden biri. Acaba Gresham yasası mı uygulanıyor? Eşitlikçi olmayan, dolayısıyla da pek etkili olmayan ama esnekliği bulunan “kötü” kapitalizmler, oldukça eşitlikçi, daha etkili, ama sonuçta kısa vedede konjonktüre uyum sağlamada daha ağır olan “iyileri” kovuyorlar mı?

Revue du MAUSS, sayı 1, 1997

Çeviren HÜLYA TUFAN