Dava Partisi Olarak DYP

Türk siyaset hayatında başat bir konumda olup da kısa periyodlarla böylesine kimlik değiştirmeyi becerebilen bir parti az bulunur herhalde. DYP’den bahsediyoruz: 12 Eylül sonrası dönemde siyasî yasaklar kalkana kadarki DYP, Demirel’in yeniden genel başkan olduğu DYP, SHP ile koalisyon kurup iktidara gelen DYP, Demirel cumhurbaşkanı olduktan sonra Tansu Çiller’i genel başkan seçen DYP, 95 seçimlerinde “A takımı”nın vitrinine oturduğu DYP, Susurluk DYP’si ve Susurluk sonrası DYP. Şu kaba kronolijide bile neredeyse her dönemi sanki ayrı bir parti temsil ediyor. Bu kimlik değiştirmenin Tansu Çiller’in genel başkan olmasıyla hızlandığını düşünenler olabilir, bunda haklılık payı da vardır. Ancak burada daha belirleyici olan Türkiye politikasının ve politikacısının böylesi bir “bukalemunlaşma” atmosferini yarattığıdır. Bu kimlik değiştirmeler böylesi bir atmosferde hayatiyet bulabilir çünkü. Asıl vurgulanması gereken nokta da burada yatıyor zaten. “Kimlik değiştirme” çoğu zaman bilinçli olarak yapılmıyor. Birarada yaşayan “partili” sürüsü, dışarıdaki gelişmelere veya “tehlikelere” göre bilinçsizce kendini değiştiriveriyor.

Gelelim “Dava partisi” meselesine. Burada “dava”dan ne kastettiğimiz açıklanmaya muhtaç. “Dava” söylemi esas olarak DP-AP-DYP geleneğinin “malı”dır ve tek parti döneminde CHP tahakkümüne karşı verilen mücadeleye, bilhassa da 1950 sonrasındaki “demokrat-serbest-dine saygılı-darbe karşıtı” iddiasındaki politikalara vurgu yapar. Dolayısıyla DYP’ye şu gelinen noktada “Dava partisi” yakıştırması yapmamız garip karşılanabilir.

Öte yandan “dava” adından anlaşılacağı üzere daha kökten bir “dava” peşinde olan hareketlerin de -bunlar bir siyasî parti çatısı altında temsilcilerini vitrine çıkarabilirler- sahiplendikleri bir kavramdır. Mesela ülkücü hareketin de bir “dava”sı vardır ve aslında izlenen siyaset icabı “dava” kelimesinin bu tür “uç” hareketlere daha çok “yakıştığı” görülür. Bu yazıda “mainstream”de duran bir hareketin nasıl “uç” bir noktaya yaklaştığını ve bu ucun nasıl bir “uç” olduğunu tarif etmeye çalışacağız.

MİLAD: 1993

Yukarıda bahsettiğimiz Türkiye politikası ve politikacısının yarattığı “bukalemun” atmosferinin oluşmasıyla Demirel’in cumhurbaşkanlığı makamına oturup, Tansu Çiller’in DYP Genel Başkanı oluşu aşağı yukarı aynı döneme rastlar.

Dolayısıyla bu atmosferi bizzat Tansu (ve Özer) Çiller’in oluşturduğu sık sık düşünülmüştür. Oysa ki, atmosfer artık böyle bir “bileşim” ihtiva ediyordu ve Çillerler’in başbakan oluşu “cuk” oturmuştu. Çiller’in bu dönemdeki şahsi marifetlerini ve Refahyol hükümeti kurulana kadarki icraatlarıyla, DYP’nin “ilkeli” politikalarını tekrar hatırlatmaya gerek yok

REFAHYOL: BİR GÖSTERGE

DYP’nin Refah Partisi ile koalisyon kurması hayli sancılı olmuştu bildiğiniz gibi. Bu dönemde “A Takımı”nın önemli bir kısmının daha Refah Partililerin “alışılmadık” icraatları ve demeçleri ayyuka çıkmadan önce partiden birer ikişer kaçışmaya başladıklarını görüyoruz. Burada böylesine “hızlı” ve “başdöndürücü” bir politika değişikliğinin muhtemelen A Takımı’ndakileri bile “ürküttüğünü” söyleyebiliriz. Veya şunu söyleyebiliriz belki: ‘Lider ve şurekası böyle bir manevra dahi yapabiliyorsa biz de icabında anında harcanabiliriz’ endişesi bu milletvekillerinde uyanmış olmalı. Ancak içlerinde hakikaten Refah Partisi ile koalisyon kurmayı sindiremeyenler de çıkabilir belki, haklarını yemeyelim. Zaten DP-AP-DYP geleneğinin “Dava” kavramından “uç akım” geleneğinin “Dava” kavramına doğru başlayan yolculuğun en önemli köşetaşlarından biridir bu dönem. Pragmatizm (fark ettiyseniz gayet kibar bir deyim kullanıyoruz) açısından “Dünya çapında bir örnek” oluşturan Türk merkez sağ geleneğinin dahi “kabul edilemez” yorumlarıyla karşıladığı bu koalisyonu DYP’nin gerçekleştirmiş olmasına “Bunda ne var, aynısını ANAP veya eski DYP/AP de yapardı” sözleriyle itiraz edenler çıkabilir. Sadece bu örnek -yani koalisyon- düşünüldüğünde bu doğru sayılabilirdi. Ancak DYP’-nin 1993 sonrası macerasına baktığımızda bu partinin “nevi şahsına münhasır”, ayrıca incelenmesi gereken bir vaka olduğunu görürüz.

NASIL BİR PARTİYLE KARŞI KARŞIYAYIZ?

Partinin bahsettiğimiz son dönemde üç ayrı misyonun savunucusu olduğunu görüyoruz. DYP’-nin yeni “Dava”sı da zaten bu üç ayrı misyonun bileşimiyle, bir potada eritilmesiyle tarif buluyor.1) Yolsuzluk yapıp hesap vermeme hakkı; 2) Doğrudan şiddeti de meşrûlaştıran milliyetçi/ülkücü kadrolaşma ve söylem; 3) Orduyu karşı kutba alan “demokrasi-dinî yaşam serbestisi” havariliği.

Birinci maddeyle başlayalım öyleyse. Sadece parti liderinin ve eşinin teşebbüsleriyle sınırlı kalmayan bir yapı söz konusu. Keza hayattaki tek “dava”ları bu ikiliyi savunmakmış gibi görünen partilileri de gözden kaçırmamak gerekir. Haklarındaki iddiaların bu çapta bir toplama ulaştığı bir başbakan ve eşini yüreklice savunmakla kalmıyor iş. Parti içinden kimi milletvekilleri hakkında da (Ömer Bilgin gibi) ciddi ithamlar var, daha doğrusu bu ithamların doğru olduğuna kamuoyu kanaat getirmiş vaziyette zaten. Bu tiplerin de partide “makbul insan” olarak değerlendirildiğini, en azından -bir iki “çatlak” sese rağmen- savunulduğunu görüyoruz. Aslında bu insanlar bu servetlerin gayrimeşrû yollardan edinildiğine neredeyse bütün Türkiye’nin inandığını biliyorlar. Ve savunmalarını şöyle bir zemin üzerine kuruyorlar: Türkiye’de kimsenin, bilhassa hiçbir politikacının “sütten çıkmış ak kaşık” olmadığı bilindiğine, yani bütün Türkiye bu bilgiyi “veri” kabul ettiğine göre; herkesin aynı haltı yediğini, ancak DYP’lilerin buna ilave olarak “vatan düşmanın gözünün yaşına bakmamak” gibi bir hasletle donanmış olduğunu vurgulamak. Yani toplumun ’80’lerde Özal için yaygın bir şekilde düşündüğü “Yiyor ama hiç olmazsa iş yapıyor” mantığının Çiller ve DYP döneminde “Yiyor, ama hiç olmazsa bölücünün, vatan haininin kellesini kopartıyor” mantığına doğru evrildiği yönündeki saptamadan yola çıkılıyor. Dolayısıyla bu artık “müktesep” bir hak. Gerçi hitap edilen kitle, toplumun küçük bir kesimi, ancak bu kesim, Refah Partisi ile koalisyon yapılmadan önce çok daha genişti. Yani DYP’nin oylarının -kamuoyu yoklamalarına göre- düşmesi Çiller ve partililerin bilinegelen marifetlerinin teker teker ortaya çıkmasıyla değil, “Cumhuriyet düşmanı” Refah Partisi’yle koalisyon yapılmasından sonra oldu.[1] Bu noktadan yola çıkan ordunun da “hesabı tamamen kesmek” gayesiyle Köstebek skandalı türü taarruzlara -beceriksizce- başvurduğunu gördük. Operasyonun “tutması” durumunda belki Refah’tan değil, ama Çiller ve “avanesi”nden tamamen kurtulunacaktı. Bu, şu demek: Yolsuzluğa, her türlü kirli işe, rezilliklere bulaşmış olmak ve bütün bunların alenen biliniyor olması, bir politikacının siyasî hayattan silinmesi için yeterli değil. Bu zaten biliniyordu. (Kabul etmek gerekir ki, artık çıta epey yükseldi. Çiller’i “aşmak” isteyen bir politikacının bundan sonra çok “çalışması” lâzım.) Asıl böyle bir figürden kurtulmak için başvurulan yollar daha anlamlıdır. CIA ajanlığı suçlaması da dahil olmak üzere her koldan hücuma geçiliyor. Ama “hedef” hâlâ orada duruyor. Hem de dokunulmazlık oylamasında göstere göstere beyaz oy veriyor. Böyle de bir “meydan okuma” durumu var yani. Ayrıca Çiller’in parti başkanlığı bile henüz tam anlamıyla tartışma konusu edilmiş değil. Üstelik istifa furyasından sonra partide kalan milletvekillerinin toplam sayısının seçim için bölgelerden gösterilecek aday sayısıyla aynı seviyeye indiği, dolayısıyla Çiller’e sadakatlerini kanıtlayan milletvekillerinin bir tür seçilme, en azından birinci sırada aday gösterilme “garantisi” elde ettikleri söyleniyor. Yani artık istifa beklemememiz gerekiyor, ideal duruma ulaşılmış vaziyette. Bu durumun da DYP’liler için başka bir “dava” olduğu söylenebilir. “Seçilme garantisini elde etmişim, ne diye durup dururken kendimi ateşe atayım,” diyor herhalde milletvekillerimiz. Böylesi bir “kader ortaklığı”, partilileri kenetleyen bir “dava” oluyor haliyle. Ve ilk seçime kadar da -sürpriz bir gelişme olmazsa- bu ortaklık sürecek gibi görünüyor. Seçimden sonraki manzara ne gösterir bilinmez, ancak DYP’nin 1995 seçimlerindeki oy oranını az bir kayıpla koruması veya yüzde 10- 12’lik “kemik” bir seçmen oranına ulaşılması dahi (ki tüm bu gelişmelerden sonra yüzde 10’luk bir oy gerçekten de “kemik”tir ve Türkiye’nin çöküşünün en sarih kanıtıdır. -tabiî kanıt arayanlara..) “dönecekler” olsa da davanın sürmesini sağlayabilir. Keza Anasol hükümetinin kuruluş sürecinde partiden ayrılanlara “hain” sıfatının yakıştırılması ve istifaların “ihanet” çerçevesinde değerlendirilmesi, DYP’lilerin kendilerine bir “pseudo- dava” yarattıklarına ve buna inanır gibi görünmek istediklerine delildir.

MİLLİYETÇİ- ÜLKÜCÜ SÖYLEM

Bu sürecin de başlangıcı Çiller’in genel başkan seçildiği ve akabinde PKK’nın kesinkes çökertilmesine karar verildiği 1993 yılıdır. Hatırlanacaktır, yaklaşan 1994 yerel seçimlerinin de etkisiyle bahsedilen kadrolaşma, söylem ve “uygulama” gayet parlak bir dönem yaşamıştı. 1995 genel seçimleri dönemi ve sonrası “yeni politika”nın tahkim edilmesiyle geçti. “Altın çağ” ise Susurluk sonrasında yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. DYP’nin geleneksel taşra tabanına ek olarak şehirli ülkücülerle rabıta kurmaya ve ’90’ların başında tırmanışa geçen “pop- milliyetçi” genç kesimden “liberal-ülkücü”lüğe meyledenleri parti “saflarına” çekmeye ağırlık veren politika zaten bir ölçüde maya tutmuştu. Susurluk sonrası gelişmeler bu kesimleri “keskin”leştirmek için bulunmaz bir fırsattı aynı zamanda. “DYP Hareketi”ne katılarak, hem iktidarla içli dışlı olup iktidarın “imkân”larından faydalanmak -yani ikbal sağlamak-, hem de “milliyetçi prensiplerden” ödün vermemek mümkün olabilecekti belki de. Üstelik icabında şiddet kullanılabilen, daha doğrusu şiddet kullanmanın meşrû karşılandığı bir ortam sözkonusuydu. Yani böyle bir organizasyon içinde yaşamaya hevesli, efsaneleştirilen “çete”nin artan kırıntılarında dahi iş yapmayı “onur” addeden yarı mafyalaşmış bir teşkilatta bütün “hüner”lerini göstermek isteyen militan-tetikçi arasındaki tiplere kucak açan bir oluşum. Üstelik daha o dönemde çetenin tekrar faaliyete geçme emareleri belirmişken. (Bunun için DYP mitinglerinde Çiller aleyhine pankart açanların başına gelenleri ve Flash TV baskınını örnek vermek yeterlidir.) Bu dönemde MHP’nin son derece temkinli açıklamalarla geçmeye çalıştığı Susurluk tünelinde DYP’nin çete koruyuculuğunu kimseye kaptırmayan tavrı bilinegelen sebeplerin ötesinde ayrıca anlamlıdır. Bu tavrıyla yukarıda bahsedilen tabanın gözünde davayı “açık açık mertçe sahiplenen parti” konumuna gelecek olan DYP, aynı dönemde Çiller-Akşener ikilisinin Özel tim kamplarında kurmaya çalıştıkları şahsi dostluklara bile tenezzül etti, parti liderinin ağzından önce “Susurluk olayını sahipleniyoruz” deyip, daha sonra yine aynı ağızdan “Biz Susurluk’u değil devleti koruyoruz. Niye? Çünkü devlet çete olarak ilân ediliyor. Özel tim, Özel harekat dairesi, ordu, Genelkurmay, Emniyet birimleri, devletin tümü töhmet altında bırakılıyor. Türk devleti çetelerin kaynağı haline getiriliyor. Biz devleti koruyoruz. Kimdir bu İbrahim Şahin? Özel Harekat Daire Başkanı’dır. PKK’yla mücadele yapmış. Devletin savunma refleksini kendi kendini koruma refleksini yok ediyorsunuz. Orada şehit düşenler var. Bunları canından bezdiriyorsunuz.” açıklamasını yaptı. (18.7.1997, Milliyet)

ÇALKALANAN MHP

Bunlara ilave olarak Alpaslan Türkeş’in ölümünden sonra MHP’de yaşanan gelişmeler “iştah kabartan” bir pasta gibi algılandı DYP tarafından. Kongre sürecine neredeyse parti içinden bir kanatmış gibi iştirak eden DYP, önümüzdeki dönemde MHP’yle bir seçim ittifakına girebileceği yolundaki yorumları hiçbir zaman kesin bir dille yalanlamadı. Hattâ bu girişimleri bir yandan da “Yeni ve çağdaş MHP denen şeyin zaten -şu haliyle- DYP olduğu” algılamasını yaratmaya yönelik bir çaba olarak değerlendirmek fantezi sayılmamalı. Kaldı ki, Refahyol hükümetine Nahit Menteşe, Mehmet Gölhan gibi DP-AP misyonundan isimleri yanında tutarak giren Çiller, Susurluk sonrasında, özellikle de Anasol hükümeti döneminde Meral Akşener, Cihan Paçacı, Ayvaz Gökdemir -ve bir il başkanının daha ötesinde yetkilerle donandığı belli olan- Celal Adan gibi MHP’ye -daha- yakın isimleri teşkilat üzerinde ağırlıklı bir konuma getirdi. Mehmet Ağar’ın taşra turlarından sonra aynı bölgelerde “turne”ye çıkan bu grup özellikle MHP’nin güçlü olduğu Doğu Anadolu illerinde “nabız tuttu”, boy gösterdi. Ancak DYP yönetimi bir taraftan da Mehmet Ağar’ın eline geçirdiği her fırsatta “Zamanı gelince konuşanların dillerini bir taraflarına sokacağız” türü açıklamalar yapmasını “kâr hanesine” geçiriyor olmalı. Böylece Çiller’de -ve kocasında- olmayan otorite, babalık, kabadayılık, “reislik” gibi ülkücü tabanın aradığı özelliklere sahip bir figürün sürekli gözönünde olması “dava” için lüzumlu görülüyor belli ki. Ağar ayrıca Sedat Bucak’la beraber dokunulmazlıklarının kaldırılması için gerçekleştirilen oylamada yaptığı “tarihî” konuşmada bu iş için gerekli ideolojik vasıflara da “haiz” olduğunu göstermeye çalıştı. Dolayısıyla Mehmet Ağar’ın bir taraftan kontrol altında tutulup, bir taraftan da “icabında” DYP başkanı olabilecek bir isim olarak ortalıkta dolaşması bahsedilen ülkücü taban rabıtasının diri tutulması için şart.

“DÜŞÜŞ”TEN SONRA

28 Şubat kararlarıyla başlayan sürecin Refahyol hükümetinin düşüşüyle sonuçlanmasından sonra Çiller’in Türkiye’de onyıllardır süregelen -kabaca tarif edecek olursak- “Ordu/CHP/Keskin Atatürkçülük-Sivil güçler/DP/Müslümanlık” damarını keşfetmesi ve dört elle bu damardaki gerilimi “harlandırmaya” çalışması haliyle kaydadeğer. Ayrıca bu dönemde Çiller’in böylesine cesur demeçler vermesinde güçlenen İslâmcı medyanın payı da hesaba katılmalı. Bu dönemde Çiller’i Susurluk sonrasında kayıtsız şartsız destekleyen TGRT ve HBB televizyonlarıyla Akşam gazetesi “Ordu”yla karşılaşınca geri adım attı ancak İslamcı medya yeni hükümetin 8 yıllık eğitim kararından da “güç alarak” keskin ve -çoğu zaman- belden aşağı bir muhalefet başlattı. Önceleri “güç odakları” türü imâlarla başlayan kampanya sonraları daha “direkt” bir hal aldı.[2] Özellikle Refahyol hükümetinin düşürüldüğü “postmodern darbe” sonrasında orduyu İslami hareketin yükselişinin önündeki en önemli engel olarak sunan bu medya aslında bir taraftan da resmî ideolojide büyük bir gedik açıyordu. Ordunun bu çapta ve imâ yoluna başvurulmadan açıkça saldırıya marûz kalması Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir gelişmedir. Psikolojik düzeyde de olsa orduyla çatışan ve hiç de küçük olmayan bir kesimin varlığı resmî güçleri ve yandaşlarını bahsedilen kesimi “ezip geçmeye”, ama bir yandan da dikkate almaya zorluyor. (Küçük bir örnek: Refah Partisi’yle mücadele etmeye azimli olduğunu açıklayan Osman Özbek paşa bu demecinden sonra görev yaptığı bölgede bir camiyi onartmıştı.)

Şimdi Çiller de bu açılan gedikten geçmeye çalışıyor. 1960 darbesi sonrasında yaşanan gelişmeleri temel veri alan DYP yönetimi, darbeye maruz kalan siyasî hareketin daha güçlü bir şekilde döneceği görüşünden yola çıkarak sürekli el arttırıyor. Bunun için de bir yandan darbenin RP’den çok kendisine karşı yapıldığı fikrini işleyerek DP geleneğinin oylarını tekrar yanına çekmeye[3] bir yandan da “İslami hayat serbestisinin öncüsü” rolüne soyunmak suretiyle Müslüman kesimin gözünde “ikinci adres” olarak yerini sağlamlaştırmaya çalışıyor. Bu fasıl muhtemelen RP’nin kapatılması, Çiller’in de bir şekilde yargı önüne çıkarılmasıyla son bulacaktır. Bu mücadeleyi daha hafif bir dozda da olsa sürdürüyor görünmeye çalışan RP asıl olarak -yandaşlarının yüzünü kızartacak derecede- devlet içi pazarlıklarla mevzisini kaybetmemeye gayret ederken Çiller’in böylesi bir çığırtkanlıkla orduya saldırmasının sebebi de bu “yargılanma” ihtimalidir. Zira bir kez yargı önüne çıkarıldığında kesinkes mahkûm olacak olan Çiller bu mahkûmiyetini şüphesiz “demokrasi için kelle verdik” kılıfına sokmaya çalışacaktır.

“DAVA”NIN AKIBETİ?

“Dava”yı sürdürebilecek olan Çiller’in varlığıdır. Zira Çiller siyaset sahnesinden silindikten sonra seçilecek bir ismin yukarda sayılan sacayaklarından birini aksatmadan partiye “anlamlı” bir bütünlük vermesi zor. Yani parti Çiller dışında hiçbir “şahsiyet”in bu şekilsiz yapıyı ayakta tutamayacağı bir noktaya geldi. Dolayısıyla önümüzdeki günler sağdaki dava partilerinin birbirlerinin oylarını kapmaya çalıştıkları bir dönem olarak geçebilir. Çiller devrilirse DYP’nin oyları, kapatılırsa Refahlıların oyları, Devlet Bahçeli-Tuğrul Türkeş mücadelesine bağlı olarak “açığa çıkabilecek” MHP oyları ve bütün bu muhtemel gelişmelerden sebeplenebileceğini hesaplayan BBP. Velhasıl sağda ilginç “kapışmaların” yaşanacağı bir dönem bekleyebiliriz.

[1]Doğan Güreş’in “RP’yle koalisyon bittiğine göre artık DYP’ye dönebilirim” açıklaması bu durumu gayet iyi açıklıyor.

[2]Bu süreçte “çizmeyi aşan” Kanal 7’nin -yine beceriksizce- kapatılma girişimlerine tanık olduk. Bu hamlenin Özer Çiller’e Kanal 7 ekranlarının açılmasından sonra gerçekleşmesi, bazı RP’lilere “Çillerleri savunduğumuz için bunlar başımıza geliyor, yoksa bize kimse dokunmayacaktı” yorumları yaptırttı. Ancak anlaşılan devletin hışmı hem RP’ye hem de Çillerlere. Son olarak işi sağlama almak isteyen devlet RTÜK’ü yeniden organize ederek kesin sonuç almaya çalışıyor.

[3]Çiller’in “Beni Menderes gibi asacaklar” mealindeki açıklamaları bu plan dahilinde sakilce atılmış adımlardır.