Geldiği Yerde ÖDP...

ÖDP, dört yıl önce, 1970’li yılların, 12 Eylül döneminin deneyimlerinden geçmiş, 1980’lerin neo-liberal dalgasının ve “değerleri”nin yükselişine, apolitikleşmenin yaygınlaşmasına ve reel sosyalist rejimlerin ardarda çöküşüne tanık olmuş kadroların inisyatifinde kuruldu.

Bu kadrolar, “bilgi çağı” teknolojileri ile kendine yeni bir ivme ve düzenleniş tarzı bulabilmiş bir kapitalizmin tam anlamıyla globalleşirken, gelir ve statü eşitsizliklerini de kamçıladığını, ama buna mukabil yaygın işçi-emekçi hareketleriyle karşılaşmayıp, sadece etnik ve dinî kimlik hareketlerinin, “yabancı düşmanı” akımların boy verdiği bir ortam yarattığını görmüşlerdi. Türkiye’de de benzer bir durumdu söz konusu olan. Bilgi çağı ürün ve teknolojileri ile tanışma süresi alabildiğine kısalan bu ülkede hem bu yüzden hem de gelir uçurumları hızla derinleşirken cılız ve soluksuz işçi-emekçi hareketlerinden başka bir şey görülmez, sendikalar güçlenemezken, siyasal-toplumsal hareket-duyarlılıklar etnik ve dinî kimlik hareketlerine yönelmekte, bu cümleden olarak PKK yaygın bir kitleselleşme imkânı bulabilmekte, “Alevi uyanışı” her düzeyde örgütlenmekte, siyasî-Sünni-İslâm RP, Türk milliyetçiliği MHP odağında hızla yükselerek, vaktiyle sola, sosyalist hareketlere kucak açmış kesimlerde kolayca yuvalanabilmekteydi.

Bu olgular karşısında sosyalist sıfatını terk etmeksizin bir hareket/parti oluşturabilmenin mümkün üç yolu olabilir, denenebilirdi.

Birincisi, bizatihi sosyalizm/devrim kavramlarının kendisinde bir devrimin zorunluluğundan hareket eden yaklaşımdır. Modern çağların sosyalizm hareketlerinin yenilgiye uğradığını, tıkandığını tespit ve kabul eden, ama bunun o hareketlerin kaynağındaki inanç ve ideallerin imkânsızlığı veya terki anlamına asla gelmediğini de belirten bir yaklaşımdır bu. Yapılması gereken o inanç ve idealleri gerçekleştirebilecek perspektif, imkân, dinamik ve yolları yeni baştan düşünmek, bir başka deyişle sosyalizmi yeniden tanımlamak, bu tanımla tutarlı bir pratik ve örgütlenme anlayışı geliştirmektedir.

İkinci yaklaşımı, sosyalist mücadele ve inşâ deneyimlerine yön veren temel tezlerde hata veya eksiklik olabileceğini, bunların yenilenme gereğini kabul eden çok geniş bir yelpaze temsil ediyor. Aralarında bu değişikliklerle sosyalizmi sosyal-demokrat bir pozisyona çekme yanlıları da olmakla birlikte; daha geniş bir kesim, “geleneksel” söylem ve pratikten fiilen uzaklaşsa bile, söz düzeyinde onu referans saymaya devam eder. Pragmatisttir. İçeriğiyle o geleneksel tezlerden açıkça farklı bir tezi, öneriyi de, -“yararlanılabilir” ise- benimsemeye hazırdır, ama bir “eklenti” olarak. Bu tür “eklenti”lerle düşünce dünyası iç tutarlılıktan giderek yoksun hale geldiği, eklekleştiği için sistematik tartışmadan kaçınmak zorundadır.

Üçüncü yaklaşımı, sosyalizmin ebedi, tartışmasız doğru ve değişmez fikirlerinin “gelenek”te zaten mevcut olduğu, dolayısıyla yeni bir yaklaşımın söz konusu olamayacağı iddiasındakiler temsil ediyor. Yenilgi ve çöküşler bunlara göre kendi şahıslarında mündemiç o mutlak doğru fikir ve tezlerden sapmaların ya da hatalı uygulamaların sonucudur. Burada ilginç olan nokta, yüzyılı aşkındır pek çok hareket tarafından paylaşılmış, hareketin genelini belirlemiş temel tez ve tespitlerle sosyalizmi özdeşlemek, sosyalizmin ancak ve sadece bu olabileceğini iddia etmekten öte bir durumun söz konusu olmasıdır. Çünkü sadece bu iddiadan ibaret olunsa idi, o temel tezlere dayalı tüm hareketlerin bozgunu ve çöküşü ister istemez bir sorgulamaya götürürdü. Ama “gelenek” savunucularının her biri, geleneğin, “mutlak doğru”nun kendi alamet-i farikaları olan -nüans- bir görüşe, dolayısıyla da bizzat kendi varlıklarına içkin sayan bir patolojinin ürünüdürler.

Dolayısıyla aralarındaki nüansların ayrı gruplar, çevreler oluşturmalarına yol açması “doğal”dır. Ve bu nüanslar, kendileriyle pek çok ortak noktası olan hareketlerin yenilgi ve çöküşlerinden dolayı, kendilerini de bir ölçüde yenilmiş ve yanlışlanmış saymalarını önleyen bir zırh işlevi görürler. Bu zavallıca savunmanın başkalarını ikna etmemesi onları sadece öfkelendirir. Tüm muhafazakârlar gibi, “aslında” yeni bir şey olmadığını savunur ve bunu da o “yeni” denilen olgu ve gelişmelerde -kaçınılmaz olarak bulunacak- eski ögelere dayanarak yaparlar. Görece küçük grup ve çevreler olmalarına karşılık etkileri kendilerinden de büyüktür. Hızlı değişim ve yenilik dönemlerindeki tüm muhafazakârlıklar gibi. Çünkü bu gibi dönemlerde, yeni olgu ve gelişmelerin mahiyetini kavrayamayan, böylece belirsizleşen ufukta neye, nereye yöneleceğini konum ve durumunun ne olacağını bilemeyen kesimler, bütün bunların ya “geçici” şeyler olduğunu ve yakında her şeyin eski bildik mecrasına oturacağını ya da olgulardaki farklı, yeni olan ögelere değil, değişmeyen, eskisi gibi olan noktalara bakmak gerektiğini söyleyen muhafazakârlığın sığ ama rahatlatıcı sesine kulak vermemezlik edemezler. Her ne kadar yeniliklerin, değişimlerin belirleyiciliği altında fiilî tutumları ona uyarlanmaya çalışmak olsa da.


ÖDP, yukarıda ana hatlarıyla çizilen ikinci ve üçüncü yaklaşımının örgütlü temsilcilerinin çoğunun bir çatı altında toplanmasıyla oluşturuldu. Bu örgüt ve çevrelerin partiye davet edilen ve katılan çeşitli -kadın, çevre... gibi- muhalif akımlarla birlikte ortak bir “ÖDP’li” kimliğinde kaynaşmaları, her birinin katkılarıyla bir fikrî senteze varmalarının amaçlandığı ilân edildiyse de, daha başlangıçtan itibaren hiç değilse belirli grup ve çevrelerin ÖDP’yi kendi hakiki partilerini kurma imkânını edinene kadar kalacakları, kullanacakları bir platform, bir geçici uğrak saydıkları, öyle davranacakları biliniyordu. Üçüncü, yani “geleneği” temsil eden yaklaşımı savunan gruplar bunu açıkça da dile getiriyorlardı. Ancak eskisinden nispeten farklı, ama “gelenek”ten de uzak görünmemeye çalışan bir sosyalizm ve sosyalist hareket portresi düşünen -ikinci- yaklaşım, o “gelenekçi”lerle değilse bile partiye katılmış öteki düzen muhalifi akımlarla birlikte, onların da eklemlenebileceği bir ÖDP’li kimliğin oluşabileceğini umuyor ve istiyordu.

Dört yılın sonunda gelinen noktaya, ÖDP’nin 2. Olağan Kongresi’yle çizdiği manzaraya bakıldığında açıkça görülmektedir ki; ne eski grup, aidiyet kimliklerini aşan, hükümsüzleştiren, içi dolu bir ÖDP’lilik kimlik ve “bilinci” oluşturulabilmiş ne de ÖDP’yi “geçici” uğrak sayanlar kendi hakiki partilerini kuracak bir etkinlik, güç ve itibar edinebilmişlerdir.

ÖDP’nin Nisan 1999 seçimlerinde aldığı umulanın, beklenenin çok altındaki oy oranının herkeste yarattığı soğuk duş etkisi, o sıralarda ülkede esen sağ, milliyetçi rüzgârlar gerekçe gösterilerek hafifletilmeye çalışılsa da; bu zayıf sonuçta en önemli etkenin ÖDP’deki “tutuk”luk olduğu besbellidir. Seçime kadarki dönemde ve şimdi dördüncü yılını tamamlamışken, geçen zaman içinde bu ülkede ve dünyada onca önemli olay, yeni durum ve gelişmeler cereyan etmişken, insanların tutum ve açıklama bekledikleri bir dizi “karar anı” yaşanırken, ÖDP’nin şöyle akıllarda kalan, diğer siyasî güç ve akımları ister istemez üzerinde konuşmaya, tavır bildirmeye iten, ÖDP’yi ötekilerden nitelikçe farklı, “alternatif” bir hareket, bakış, tutum olarak algılatabilen hangi girişimi, önerisi olmuştur?

Şüphesiz her konuda, her gelişme karşısında bir şeyler söylenmiş, bir tavır alınmıştır. Ama bunların tümü de ya insanların “sosyalist” sıfatlılardan duymaya kanıksadıkları, her durumda yinelenen klişelerden biridir veya o durumda hangi iki tavırdan birini almanın söz konusu olduğunu belirlemiş odaklara karşı ne o ne de öbürü diyen, sloganlarla yetinilebilmiştir. ÖDP’nin, kendilerini geleneksel sosyalist klişeleri tekrarlamakla vazifeli sayan partilerden “farklı” olduğunu göstermek için o klişeleri sık sık kullanmaktan kaçınan veya bunları popüler sol kamuoyunun “demokrasi”, özgürlük gibi revaçtaki temalarına sarmalayarak ifade eden dili; onu sempatik kılmaya yetebilmiş ama zihinleri açan, onlara yeni, zengin ve özgüvenli bir bakış ve duruşun mümkün olduğunu duyurtan bir çekicilik, bir heyecan yaratma özelliğinden yoksun olagelmiştir.

Bu dil ve tutum kısırlığını ÖDP’nin “birliği koruma” endişesine bağlamak mümkün gibi görünür. Şöyle ki, partide çoğunluğu oluşturan ve yeni düşünce ve eylem perspektiflerine sıcak bakan kesim(ler), nitelikçe farklı olgu ve gelişmelerin giderek belirleyici hale geldiği durumlarla karşı karşıya geldiğimizi görmekte, bunları eski duruma benzeten klişe açıklama ve tavır kalıplarıyla karşılayamayacağımızı sezmekte, durumları değiştiren dinamiklere uygun yeni açıklama ve tavır önerileri geliştirmek istemekte; ama tam bu noktada partideki “gelenekçi” kesimlerin direnciyle karşılaşıp, onların “sapkınlık” iddialarını yatıştırmak, ayrılık ve bölünme ihtimalini önlemek için uğraşmak zorunda kalmaktadırlar. Hattâ çoğu kez, bu ihtimali baştan önlemek için “yeni” bir sosyalizm ve devrim anlayışına işaret eden öneri ve açıklamalarını budayarak “gelenekçi”lerin de katılabileceği, formüllere sıkıştırmaktadırlar. Böyle yapmadıkları taktirde “birliği bozmak”, “tasfiyecilik”, “partiyi zaptetme” veya “parti içi demokrasiyi hiçe sayma” gibi ithamlar altında kalıp, bu suçların sorumluluğu ile damgalanacaklardır. Dolayısıyla girişimlerine, önerilerine “gelenekçi”lerin gösterdikleri tepki ve direnç karşısında verdikleri her taviz, her yatıştırıcı “düzeltme”, onların birliği korumak için yaptıkları fedakârlık olarak yorumlanmalıdır.

Ancak bu ne tür bir fedakârlıktır, nereden ne feda edilmektedir ve ne içindir diye sorulduğunda bu açıklama kipinin pek bir geçerliliği de kalmamaktadır. Çünkü birlik başlıbaşına bir amaç olamaz ve ancak üst bir amacın -bu platformda sosyalizm ve devrimin- bir gereği olabildiği oranda anlamlı ve önemlidir. Eğer ortada bu amaç için hiç de hayatî sayılamayacak farklılıklar ve bundan kaynaklanan tepki ve dirençler varsa, birlik adına bu tepkiyi yatıştırmak, “taviz” vermek şüphesiz eksiklik değildir. Ama eğer tutum ve görüşler arasındaki farklılık temel bir noktada, hayatî bir durum ve ihtiyaç noktasında bir zıtlık olarak belirmişse, “uzlaşma” her iki tarafın da bir şey yapamaması veya yapılan şeyin anlamlı olma vasfını ortadan kaldırıyor ise; “birlik” adına buna katlanmak gayet vahim bir yanılgıdır. Her iki taraf açısından da.

ÖDP’nin bugüne kadarki tarihi ve son kongre kararlarında ifadesini bulan bilançosu, bir karşılıklı “katlanmalar” süreci olarak okunabilir. ÖDP çatısı altında biraraya gelen 1980 öncesi grup kimlikleri, ilişki ağları geçerliliğini büyük ölçüde korumakta olduğundan, tek değişiklik, geçmişte ayrı örgütler halinde olanların şimdi “gelenekçi” veya “salt gelenekçi olmayan” platformlar içinde gruplaşmış olmalarıdır. ÖDP’nin üye toplamı içinde bu gruplara bağlı olarak duranların oranı ne kadardır bilinmez ama, kurulduğundan kısa bir süre sonra parti hayatının ve gidişatının bu grupların rekabet ve uzlaşmalarınca belirlendiği bir rotaya girdiği de açıktır. Bu süreç boyunca hemen her önemli kavşak ve durumda birbirlerinden hayli farklı tavır ve görüş bildiriminde bulunmuş olan bu “platform”lardan her biri, parti olarak şu çok önemli konuda “aslında” şöyle davranılmasını istediklerini, ama “ötekiler” yüzünden bunun yapılamadığını söyleyip durmuşlardır.

Hayatî bir noktadayken, çok önem verilen konularda anlamlı bir sonuç alınacağına yürekten inanılan bir iş veya tutum belirlenmişken, bunun yapılamamasından duyulan gerçek bir yerinme duygusu, buna yol açanlara karşı duyulan sahici bir kızgınlık vardır. ÖDP, 1990’ların dünya ve Türkiye’sinde, sosyalizm hareketini yeniden diriltmek gibi hayatî bir misyonu üstlenmiş gözükürken ve bunu yerine getirip getiremeyeceği konusunda tayin edici öneme sahip ilk yıllarını yaşarken ve Türkiye böylesi bir girişimin en azından sözlerinin akıllarda kalacağı dönemeçlerden geçiyorken, bunların her birinde ÖDP için farklı politikalar öneren “platform”ların hiçbiri, engellendikleri durumlarda böylesi duygular içinde olmadılar. Tarihî bir imkânın heba edildiğine, zamanın akıp gitmesine karşı sadece göstermelik ifadeler kullanılmakla yetinildi. En sert ithamkâr sıfatlarla ifade edilse dahi bu sözlerin sahici bir duygu içermediğini bilen karşısındakiler de usulen alınganlık göstererek durumu geçiştirdiler. Roller arada bir değiştirilerek, her biri ötekini “aslında yapılması gereken”i yapamamasının bahanesi diye niteleyerek ilginç bir sembiyotik ilişkiyle dört yıl geçirildi.

Görünen odur ki, ÖDP’yi oluşturan “platform”lar, benzer ve daha geniş bir sembiyotik ilişkiye imkân veren zeminler bulmadıkları taktirde “birlikte yaşamayı” sürdüreceklerdir. Mecburen katlandıkları bir ilişki değildir bu. Aksine, diğer platformlar gibi bir bahanesi olmaz ise kendi başına denemek ve geçerlililik derecesine de katlanmak zorunda olacağı görüşlerinin imkân bulsa her derde deva olacağına kendi kendini inandırabilmesi için gereklidir bu. Bir şeyler yapmak için değil, yapmamak için, yapmasının engellendiği görüntüsünü verebilmek için muhtaçtır buna. Yüzyılı aşkın “sosyalizm geleneği”ne sıkı sıkıya tutunmuş veya sarmalanmış o görüş ve tutum paketlerinin referans aldığı denemelerin çöküntüyle sonuçlandığı acı gerçeğiyle yüzleşmeye mecali olmayanlar, birbirlerine böylece yaslanarak güçlerini arttırdıklarını da düşünüyor olabilirler. Ama sadece toplama bilen bir kişinin çözemediği, çözmeyi bile tasarlayamayacağı bir problemi, sadece toplama bilen yüz kişinin de çözemeyeceği, çözmeyi bile düşünemeyeceği besbelli ise; sosyalizmin bu artık yepyeni durum, olgular ve dinamikler içinde ortaya konulması ve gerçek bir devrim olarak tasarlanması gereken problemleri ile uğraşmasını onlardan beklemek de yersiz bir taleptir artık.