Toplumsal Çürümeye Karşı Yeni Bir Kurucu İradenin Gerekliliği

Bu dergide, ilk kez yaklaşık iki yıl önce, Sivas olayları vesilesiyle yayımladığımız özel sayıda, toplumsal düzenin –ve bu toplumda bir düzeninden bahsedilebilecek hemen her şeyin– çözülüp çökmekte olduğunu ve bu çözülme ve çökme sürecinin –radikal bir yeniden kuruluş iradesi, moral ve bilincinin gereğince ortaya çıkamamasından ötürü– giderek bir kaos ve çürüyüş haline dönüşmekte olduğu önemle belirtilmiştir:

“Türkiye toplumu ister etnik topluluklar, isterse yaşayış biçimi ve kültürleri toplamı olarak ele alınsın, her iki durumda da farklı unsurlar arasında bir kaynaşma, bir birlikte yaşama geleneği, bütünlüğü sağlayacak bir güç olarak oluşamamış ve ’80’li yıllarda özellikle hızlanan bir süreç içinde bu birleştirici harç dökülmeye, bağlar kopmaya başlamış, unsurlar ‘yukarıdan’ verilmiş ortak kimlikleri bir yana bırakıp kendi -ve özellikle ‘öteki’ne karşı oluşturulmuş- özel kimliklerine çekilerek ortada, kâh bir Türk-Kürt katliamına, kâh laik-Müslüman veya Alevi-Sünni çatışmasına kolaylıkla dönüşebilecek son derece yaygın ve yoğun bir gerilim oluşturmuşlardır.” (Birikim, Temmuz 1993, s.9)

Ve bu tespitin ardından yine bu dergide bir müddet sonra şunlar yazıldı:

“Halihazır durum örtük de olsa bir güç denemesinin, birtakım kararlı girişimlerin bileşkesinde değil, tam aksine kimsenin bir denemeye girişmeye, kararlı bir tavrı sürdürme cesareti, güveni ve inancı olmaması sonucunda bu anlamda kendiliğinden oluşmuştur.

(...) Örneğin ne laikler ve dinî hareket arasındaki gerilimin gevşemesi karşılıklı bir sağduyu ve toleransın eseridir, ne de toplumun yoksullaşmayı ve artan işsizliği tepki ve öfke patlamalarına yönelmeksizin kabullenişi –medyanın propaganda ettiği gibi– bir olgunlaşmışlığın alametidir.

Umut, inanç, özgüven eksikliği ve savunulur gözüken değerlerin verilmiş içeriğinin sağlamlığı konusunda duyulan kuşkuların herkeste ve her kesimde farklı bileşimlerde varlığı...

Bu faktör, adı geçen taraf ya da kesimlerin –öncü veya yapıcı güç konumuyla– toplumun tümüne şamil olarak önlerine koydukları bir proje ya da amaca yeterince asılamamaları, yoğunlaşamamaları şeklinde kendini gösteriyor. Her girişim ilk ivmesiyle bir noktaya ulaşıp, ardından onu orada tutacak ya da biraz daha ileriye götürecek gayretin olmayışından ötürü, tıpkı havaya fırlatılan bir taş gibi yeniden başlangıç zeminine dönüyor. Her ne kadar tüm girişimleri tek tek ele aldığımızda ortada durumun değişmesini istemeyen, o yüzden de karşı çıkan birilerini tespit edebilsek dahi; daha yakından bakıldığında bunların da bir biçimde durumdan yakındıklarını, bir biçimde değişmesini istedikleri ve eğer bir girişime karşı çıkan konumda gözüküyorlarsa bunu durumu savundukları için değil, girişimin bizzat kendi içinde güven ve enerjiden yoksun olduğunu görmenin verdiği, ‘durumu daha da kötüleştirebilir’ kaygısı nedeniyle yaptıkları görülür. Fakat yine de akamete uğramaların, yarıda kalmaların nedeni karşılaşılan dirençlerden daha çok, girişimlerin ilk engeli durma, geriye alınma bahanesi sayacak kadar bir iç zayıflıkla malûl oluşlarıdır.

O yüzden de bu ülkenin siyasal alanının özellikle son üç yıllık dönemi, sürüyle yarıda kalmış, başlamasıyla bitmesi bir olmuş girişimler mezarlığı gibidir. Sadece dinî hareketin taş üstüne taş koyarak istikrarlı bir inşâ süreci izlediğini, bu bataklığa benzer ortamda onun daha dayanıklı bir zemin bulabilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Ama yapı yükseldikçe o zeminin de çevresinden giderek farksız hale gelerek gevşediğini görmek zor değildir.

Şüphesiz bu noktada PKK’da temsil edilen Kürt milliyetçiliği ile –şu anda kendini eylem bazında güvenlik güçlerinin temsil ettiğini bilip şimdilik bununla yetinebilen– Türk milliyetçi akımın az yukarıda çizilen manzaraya, yapılan tanıma uymadığı söylenebilir. Hattâ bunlar tam aksine bir görüntü vermekte, kesin, tartışma kabul etmez kanıları, en sert eylemlerde ifadesini bulan ve daha da şiddet yüklü mecralara akmaya hazır enerjileri ile tereddütlerin, dermansız, yarıda kalıveren girişimlerin kol gezdiği ortamın etkilerinden tamamen sıyrılmış gibi gözükmektedirler. Fakat dikkat edilmelidir ki, bu milliyetçi akımlar, yapıcı hiçbir vasıf taşımayan yapıcı yükümlülüklerden sıyrıldıkça enerjileri –o da şiddete dönük olarak– yoğunlaşan hareketlerdir. Varlık nedenini ötekinde bulan eylem enerjisi, ötekini yok etme isteğinden kaynaklanan bu hareketler, az önce bataklık benzetmesiyle tarif ettiğimiz ortamın dibinde oluşmuş zehirli, patlayıcı gaz yoğunlaşmalarından başka bir şey değildirler. Yüzeyde tüm girişimlerin derece derece ve kendi ölçülerinde bir yapıcılık kaygısını hâlâ taşıyor olmalarına mukabil bunu gerçekleştirememe aczinden dolayı yaşanan peltemsi hareketler, bu yapıcı kaygıyı yitirdiği, bu kaygıdan sıyrıldığı oranda –tersine dönmüş bir intihar kendinden nefret ve kendini imha eğilimi olarak– ‘öteki’ne, hattâ tüm ötekilere yönelik bir yıkıcı enerji-hareket-türüne dönüşürler. Bataklıktaki patlayıcı gaz oluşumu da böyledir. Çürümeden beslenir, çürümenin alternatifi değil, çürümenin nihai noktasıdır.” (Birikim, Haziran 1994, s.5-6)

Bu teşhisin ilk başlarda kabul gördüğü pek söylenemez. Bunun nedeni, o sıralarda çöküş ve çürüme halinin apaçık kanıtlarının henüz her düzeyde ve yaygın biçimde görülmemesi olabilir. Yapılan analiz ve tespitler, başka türlü ve yorumlanabilir gözüken olgu ve belirtilerden hareketle yapılmış aşırı ve sivri çıkarsamalar izlenimi uyandırmış olabilir.

O başka türlü ve çoğumuza daha makûl gelebilen tespit ve teşhisler, ortada her şeye rağmen adına “kapitalist”, “serbest piyasa”, –kısıtlı da olsa– “demokrasi” denilebilecek bir düzenin, onun kurum ve kuruluşlarının varolduğu varsayımına dayanır. Bizim çözülüş ve çöküşün kanıtı diye yorumladığımız olguların, o tür teşhislerde ya varsayılan düzenin kendi iç olumsuzluğunun doğal bir sonucu, uzanımı ya da –teşhis sahibinin eğilimine göre– düzenin –örneğin demokrasinin– kendi ideal, hattâ ortalama –mesela Batı’daki gibi– modeline göre zaten eksik ya da çarpık kurulmuş yönlerinin birer tezahürü olarak yorumlanır. Birinci tür yorum sahipleri, o olguların halihazır düzenin gerçek –ve olumsuz– karakterinin kanıtları olduğunu vurgulayarak, kendi farklı düzen önerilerinin kabulüne yönelik bir izlenim uyandırmak isterler. Öbürleri ise aynı olguların halihazır –“kapitalist”... “demokratik”– düzenin mantığından değil, aksine –baştan beri varolan– eksikliklerinden –örneğin serbest piyasanın tam teşekkül ettirilmemesi, özgürlüklerin budanmışlığı, iç denetim mekanizmalarının kasdi yetersizliği vb.– kaynaklandığı, dolayısıyla çözümün, düzeni ideal –ya da mümkün- modeline uygun hale getirerek veya reformlarla takviye ederek bulunabileceği kanısındadırlar.

Oysa bizim bir çözülüş ve çöküş sürecinden sözeden teşhisimiz bu ülkede, artık deyimin aslî anlamıyla herhangi bir düzenden bahsedilemeyeceği tespitine dayanmaktaydı. Genel durum ve ortama bakıp, şu veya bu kurumların, ilişkilerin hâlâ var ve işliyor gözükmesinden hareketle, o kurum ve ilişkilere has düzenin geçerli olduğunu söylemek, genel durum ve gidişatın en az onlar kadar belirgin ve belirleyici öteki olgularını görmezden gelme pahasına mümkündür. Üstelik, o var sayılan düzenin kurum ve ilişkilerine daha yakından bakıldığında, aslî içeriklerine aykırı ögelerle sarmaşmış bir işleyiş halinin orada ve her tarafta egemen olduğunu görmek zor değildir.

Düzenler, sistemler en azından kendi içlerinde tutarlı olmak gibi bir özelliğe sahiptirler. Bu anlamda Türkiye’nin de 1990’lara kadar –kendi kuruluş mantığını koruyarak “evrilen”– bir düzeninden bahsetmek mümkündü. Görece farklılıklar –bazen de istisnalar– taşısa bile ortak bir mantığın ve egemen değerlerin yansıdığı kuralların, düzenin kurum, kuruluş ve işleyişinde geçerli olduğu söylenebilirdi. Bizim tespit ve iddiamız şuydu ki; yaklaşık 1990’lardan itibaren bu düzen ağı çözülmeye başlamış, o ağın düğümlerinde bulunan kurum ve kuruluşlar –toplumsal düzeyde ise toplumu oluşturan etnik, dinî, siyasî ve kültürel topluluklar– arasındaki “birleştirici” faktör –ki buna devlet otoritesi, resmî ideoloji, ortak tarih duygusu ya da kültür veya derece derece bunların hepsi diyebilirsiniz– adeta erimiş ve dün birbirleriyle bağlantıları ile bir düzenin bileşenleri, unsurları olan bu “parçalar bir tür özerkliğe sahipmişlercesine işlemeye koyulmuşlardır. Türkiye toplumunun son yüz-yüzelli yıllık tarihinde sağlıklı bir çözüm mecrası bulamamış kimlik ve kültür çatışmalarının bastırılmış gerilimi, başlangıcından beri iç mantığına aykırı ögeleri barındırarak yürüyegelmiş endüstrileşme ve demokratikleşme süreçlerinin yapısal arızaları nedeniyle zaten çoğunlukla içsel sağlamlık ve tutarlılıktan yoksun olan bu her düzeydeki parçalar, sözü edilen o özerkleşme haline girip varlıklarını ortama adapte etmeye başladılar. “Ortam” ise homojen değildi; postmodernizmin tutarlılığı, sistemik olmayı geçer akçe saymayan, dün birbiriyle uyumsuz, çelişik sayılan ögelerini aynı bünyede birleştirmeye cevaz veren ve bu birleştirmelerde her türlü varolma biçimini olabilir sayıp, tek kıstası rekabet edebilme yetisinde bulan, her şeyi araçlaştıran ve araç olan her şeyi mübahlaştıran rüzgârı esmekteydi. Böylece Türkiye toplumunun her düzeyde çözülen parçaları, bu rüzgârın kendi konumlarına ve açık pencerelerine –olayların akışıyla– sürüklediklerinden paylarına düşeni ya da seçtiklerini devşirerek bir yeniden oluş veya duruş sürecine girdiler. Çözülmenin yarattığı boşluklarda, ait oldukları bütünden kopmuş parçaların bir başka bütünün parçalarıyla “birleşme”sinden teşekkül etmiş oluşumlar da belirdi. Böylece örneğin kendisine oy veren çoğunluğu ücretli kesimlerin mi, yoksa yönetimine egemen irili ufaklı müteahhitlerin mi partisi olduğu anlaşılamayan sosyal-demokrat partiler, gelirinin garantili ve giderek büyüyen bölümü “rant ekonomisi”nden gelen “sanayiciler”, yargısız infazların olmadığını söyleyemeyen ama bunları afişe etmenin “polisin elini soğuttuğunu” söyleyebilen ve bunu derken karakollara “insan hakları bildirgesi”ni çerçeveletip asmakta da bir beis görmeyen bir “emniyet teşkilatı”, aynı el soğutmama öğüdünü şeffaf karakol vaadiyle yapabilen bir politikacı, alacağını mahkeme yoluyla mı, yoksa çek-senet mafyasıyla mı tahsil ettirme konusunda düşünen, bu iki kuruluşun hangisinde “adalet”in temsil ve tecelli ettiğini araştıran sıradan “vatandaş”lar ortalığı kapladı.

Bu çöküş hallerine özgü “eklemleniş”ler akla gelebilecek her düzey ve konumlanışta geçerlidir. O yüzdendir ki, din ve Atatürkçü modernizmin tarihî bir zıtlaşmanın tarafları oldukları Türkiye’de şimdi, “Elhamdülillah Müslümanım” diyerek Atatürkçü modernizmin sözcüsü olabilmek de mümkündür; böyle sözcülerin “şeriat gelirse ülke karanlığa gömülür” diyebilmesi de çelişki sayılmaz. Böyle olunca elbette İslâmi hareketin tepesindekilerin “Atatürk yaşasaydı saflarımızda olurdu” demesi de “duruma uygundur”. Modernizmin yapı ve kurumlarını kendi renklerine boyamaktan öte bir “fetih” ideali olmayanlarca yönetilen bir İslâmi hareketin, modernizmin içten fethetmiş olduğu bu içeriği ile elhamdülillah Müslüman olan laikler arasındaki ayrımın ne denli büyük olduğunu sanmak da ancak bu dönemde ciddiye alınabilir bir tiraji-komikliktir.

Toplumdan kurban edildikleri “yargısız infaz”ları lanetlemesini isteyenlerin dışa karşı olduğu kadar, bizzat kendi içlerinde de bir infaz şebekesi gibi davranmakta hiçbir beis görmemeleri ve bu kimlikleriyle topluma “kurtuluş” vaadetmelerinin inandırıcı olabileceğini düşünmeleri de bu ortama yakışmaktadır. Bir halka onurlu bir kimlik, gelişmiş bir kişilik ve özgürlük vaadiyle aynı halkın kundaktaki çocuklarını, babalarının ya da akrabalarının “günah” bedeli olarak katletme türü eylemlerin sürekliliği, ancak bu ortamda çelişkisizce yanyana durabilir.

Ve herhalde bu eklemlenişlerin tümünün ardında ve eklerin sıvasında kan, şiddet ve zorun, her türüyle çırılçıplak gücün dolaşımda oluşu rastlantı değildir. Böylesi eklemlenişler, ancak o dolaşımdaki unsurların akıldışı içeriklerinden hayat bulabilirlerdi.

Türkiye’nin siyasî, iktisadî, kültürel, toplumsal durumuna hangi düzenin geçerli olduğu varsayımıyla bakılırsa bakılsın, dipten doruğa ve en küçük biriminden en kapsamlı kurumuna kadar hemen her yerinde sadece birbiriyle çelişik ögelerin yanyana yer aldığını değil, bunların içiçe geçmişliğini, aralarındaki ilişkilerin hiçbir genel kurala ve ölçüye bağlı olmayıp her tarafta farklı, oynak ve değişebilir olduklarını görürüz. Çelişik ögelerin bileşimi olmaktan kendi içinde rahatsız olmayan şizoit oluşumların kol gezdiği ve bu tür oluşumların arasındaki kaçınılmaz olarak tanımsız, kuralsız ve süreksiz ilişkilerin bulutsu, kaotik havası... Türkiye’nin durum ve ortamı budur.

Bu durum ve ortamın, postmodern iklimle yüksek enflasyonun, savaş halinin ve büyük çaptaki iç göçlerin müşterek etkisiyle oluştuğu söylenebilir ve buna tarihsel nedenler de eklenebilir.

Fakat aslolan, bu ortam ve durumun, hangi nedenlerin sonucu oluşmuş olursa olsun, geçmişteki düzenlerin bittiği, eriyip dağıldığı bir –deyim uygun düşerse– amorflaşma olduğunu görebilmektir.

Böyle bir teşhisin uyandırdığı ilk izlenim, ürküntü ve karamsarlıktır. Kabulü halinde çözümün, çıkışın olmadığı da kabul edilmiş gibi gelebilir insana. Oysa durumun gerçekten vahim, gidişatın ürkütücü olduğunu söylemekle birlikte, çıkış ve çözüm yolunun hiç de kapalı sayılamayacağını da vurgulamaktaydık. Ama bu çıkışın herhangi bir düzen önerisinde, onun mantığında aranmaması gerektiğini de ikaz ediyorduk. Çözüme ilişkin yaklaşımımız özetle şöyleydi:

Böyle bir hâl karşısında “çözüm” diye bir düzen önerisi getirmek beyhudedir. Çünkü artık kavramın aslî içeriğiyle toplum kalmamıştır ortada. Her ne kadar toplum hâlâ varmışçasına –var sayılabildiği zamandan kalma– devlet aygıtı, partiler, çeşitli örgütler ortada gözüküyorsa da, bunlar o amorf magmanın üzerinde –ait oldukları alanı ve kesimi yönetip yönlendireceklerine, onların hareketlerine, daha doğrusu sürüklenişlerine tâbi olarak– kabuk gibi durmaktadırlar. Bu durum Birikim’in çözülüşü konu alan özel sayısında (Birikim, sayı 51) etraflı biçimde anlatılmış olduğu için burada atıf yapmakla yetiniyoruz.

O nedenledir ki; önerdiğimiz çözüm herhangi bir –öneren biz olduğumuza göre inancımızı yansıtan– düzen değil, doğrudan doğruya bizzat “toplumun yeniden kuruluşu” idi. Kendileri bir şey olmaya çalıştıkça – ki şizoidik oluşumlarıyla ya iç burgaçlarına kapılıp giderek büzülür, ya da aynı hareket içinde çürür ve dağılırlar– başkalarıyla birlikte bir şey olmaktan uzaklaşan bütün “parçalar”ın bu halleriyle veri alınmaları ile oluşacak hiçbir “düzen”in ne gerçekleşme, ne de işleme şansı, imkânı olamaz. O halde oluşların koşul sayılmaması, terk edilmesi, olumsuzlanması fikrinden başlayan ve herkes için temel ve vazgeçilmez sayılacak asgari kural, değer ve referansların ördüğü bir zeminin inşâsını bir ilk görev olarak önüne koymuş bir genel –en azından belirleyici– iradenin teşekkülünden itibaren yaşanacak bir süreç önerisidir bu. Kendimizi ve çevremizi –toplumu– yeniden inşâ etmenin arınma, sıyrılma duygusu ve açıklıkla yüklü taze havasında, buna karar verebilmiş olmanın moraliyle hem her türden sınırlarımızı, içeriksel zenginliğimizin nasıl ve neredenini, hem de birlikteliğimizin mahiyet ve doğrultusunu düşünüp tartışarak şekillendirmeye yönelmek gibi düzenler öncesi safha, benzetmek gerekirse doğuşun –bu durumda küllerinden doğuşun– ilk aşamasıdır önerilen.

Bu öneri kime yapılıyordu? Galiba anlaşılması, benimsenmesi ve özümsenmesi en zor kısım buradaydı. Eğer çözüm olarak, bildik bir –“sosyalist”, “liberal” veya “İslâmcı”– düzenden sözediyor olsaydık, sözümüzün o düzeni benimsemiş veya benimsemesi mümkün, beklenen kesimlere yönelik olduğu kendiliğinden belli olmuş olacaktı. Bu haliyle daha farklı bir düzenden yana olanları, dolayısıyla “bize” karşı olanları karşısına alan, onları yok etmeyi, ya da irademize baş eğdirmeyi zorunlu sayan bir özneyi tarif etmiş olmak demektir. Oysa bizim önerimizden böylesi bir özne tanımı çıkmıyordu.

Örneğin radikal bir kurucu iradeden sözediyor ama, beklendiği üzre onun “adı”nı koymuyor, mesela bunun “sosyalist” olması gerektiğini –hattâ zorunlu olduğunu– söylemiyor, aksine onun kendine has bir moral ve bilince –dolayısıyla içeriğe– sahip olması gerektiğine işaret ediyorduk. Daha somut bir ifadeyle, söz konusu kurucu iradenin öznesinin tek başına sosyalist, liberal, İslâmcı... öznelerden herhangi biri olmayacağını, olamayacağını; kökten bir kuruculuğun gereğinde ve yeniden bir toplum kurma çabasının çap ve derinliğine has bir bilinç olgunluğunda birleşen farklı öznelerin üst kimliğini ifade edecek bir “özne”ye ihtiyaç olduğunu söylüyorduk.

Şimdiye kadar bize hem bir bireysel varoluş tarzı –ya da kimlik– hem de o varoluş tarzı çeşitlemelerinin tipik ve egemen olacağı toplumsal-siyasal düzenler öneren sosyalist, liberal, dinci... yaklaşımlar ve bunların gerisindeki insan ve dünya görüşleri, olumlu, doğru veya meşrû olmayı kendi tekeline almaya eğilimli, hattâ bu tekel üzerine kurulu oldukları için, “kurucu”luk gibi bir işlevin sırf kendilerine ait olabileceğini varsaymak zorundadırlar. Bu işlevi “öteki”yle paylaşmaya razı olmak ya yetersizliğini, ya da güçsüzlüğünü itiraf anlamına gelir. Bu kimlikler ve onlara özgü yaklaşımlar, “öteki”ne atfedebileceği olumluluk oranında kendi olumluluğunu eksiltmiş olacaklarını düşünürler. “Öteki”ne belli bir olumluluğu atfetmekten kaçınamayacağını teslim ettiğinde ise “kendi”nden verdiği o olumlulukla eksilen kimliği, sadece biraz daralmış olmaz, yıkılmaya yüz tutar. Dolayısıyla zamanımıza kadar oluşmuş halleriyle söz konusu kimlik ve yaklaşımların “kurucu”luk gibi bir misyonda başkasıyla “ortak”lığa razı olmaları “akla aykırı”dır. Olsa olsa sahip olarak kendisi ve kendince tanımladığı o misyona davetli olarak çağırabilir “öteki”ni.

O halde bu mantık açısından biz, bu dergide, kendimizle birlikte “öteki”leri de bir kuruculuk misyonuna o misyonu üstlenecek öznenin bileşenlerinden biri olmaya çağırmakla hem kendi yetersizliğimizi itiraf etmiş, hem de –sayısal güçsüzlüğümüz dikkate alındığında– kendimizi değil, ötekileri, ötekilerden birini aslî özne olarak kabullenmiş olmaktayız. Dolayısıyla bizim çağrımız görünüşte bizim de bileşeni olduğumuz bir özne adına gibiyse de; aslında o bileşenler içinde “güçlü” olan hangisiyse onun adına yapılmış bir çağrıdır. Bu bakımdan eğer bugün kendilerini “sosyalist” diye niteleyenler, örneğin en azından 1980 öncesindeki kadar “güçlü” olduklarını duyumsuyor olabilselerdi, o çağrıyı “gerçek özne”nin kendileri olduğu tarzında algılayabilir içeriğini ötekilere yapılmış bir “ittifak” önerisi gibi görüp, hiç değilse üzerinde düşünülmeye değer bulabilirlerdi.

Oysa her defasında özellikle belirttik ki, yaptığımız öneri ve çağrı, ne kendimizin, ne de başkalarının gücü dikkate alınarak oluşturulmuştur. Bu çağrının içeriğinde gücün, güç dengesinin bir faktör olarak etkisi söz konusu dahi olamaz. Çünkü konusu “toplumun yeniden kurulması” olan ve bunun “radikal” bir tarzda olmasını öngören bir çağrıda, nicelikler değil, nitelik, yani o kuruluşun kurgusuna has bilincin dereceleridir belirleyici olan. İşte bu noktada biz, sosyalist sıfatımızla –hiçbir geleneksel sosyalistin sahip olmadığı ve olamayacağı ölçüde bir– özgüvenle “iddialı” olduğumuza, olabileceğimize inanıyoruz.

Başkaları da iddialı olabilirler, ama bir misyondan, toplumun yeniden kurulması gibi bir misyondan sözediyorsak, o iddialılığın, misyonun gerektirdiği sorumluluk ve bilinç olgunluğuyla “yansıyan” bir iddialılık olması şarttır. Ayrıca önemle belirtmeliyiz ki; bizim geleneksel sosyalizmdeki gibi paylaşımda eşit insan öncülü üzerine değil, yaratıcı, yapıcı nitelikleri zenginleşen insan öncülü üzerine kurulu sosyalizm tasavvuru ve tanımımız, o içerikteki bir iddialılığı, onun tekabül ettiği bilinç olgunluğuna sahip olmayı bir dış şart olarak değil, içselleştirilmiş bir vasıf olarak görür.

Bunun nedeni ve kaynağı o yaratıcılık ve yapıcılığı vurgulayan sosyalizm tasavvurunun, ötekisi –ve herhangi bir herkese şamil düzen öneren başkaları gibi– kendinden menkûl bir “tek doğru” iddiası üzerine değil, irademizle yaptığımız bir tercih, seçim olduğu kabulü üzerine kurulmuş olmasıdır. Onun tek doğruyu temsil iddiasında olmayışı, kendine bu sıfatı almıyor olması ne inanç ve özgüven eksikliğindendir, ne de ona bağlanıyor olmanın sağlamlık derecesini kuşkulu kılar. Tam aksini kendi öz içeriğine, zenginliğine duyduğu özgüvenden ötürüdür ki, kendini bir “tek doğru”ya yaslanarak benimsetmek ihtiyacını duymaz. Ne kendisine, ne de başkalarına tek doğruyu temsil sıfatını vermediği, onları da kendisi gibi “mümkün” tercihler olarak değerlendirdiği halde; onların karşısındaki sağlam duruşunu, insanın yücelişi amacının en doyurucu, tutarlı ve geniş ufuklu “yol”u olduğunu savunabilme gücünden aldığının bilincindedir. İnsanlık tarihinin yeterince zengin mirasından, deneyimlerinden çıkardığı sonuçla şunu artık bilmektedir ki; insanın –haliyle kendi dışında– bir “tek doğru”yu, “doğru”nun kaynağını araması, ona bağlanarak yolunu çizmeye çalışması kendi aczini kabullenmiş olmanın ürünüdür ve dolayısıyla tek doğruyu aramak, sonuçta bunu ya Tanrı’da veya doğada ya da “bilim”de –ki hepsi de onun varoluşuna dışsal referanslar olarak tanımlanır, algılanırlar– bulduğuna inanıp ona sarılmak, insanın özgüven noksanlığınca yönlendirilen bir tutumdur. Bu tek doğruyu temsil davasının alternatiflerinden herbirinin sistemleştikçe, aynı yapısal özelliklere sahip kurgu ve davranış kipleri haline gelişleri ve ayrıca herbirinin öteki “tek doğru”cu sistemlerle karşılaştıklarında kolaylıkla bağnazlaşabilmeleri, o “tek doğru”ların –istedikleri kadar iddialı olsunlar– geçerliliklerini doğruladığı kadar hükümsüzleştiren olgularla dolu bir “alem”de bulunduklarını bilmekten, duyumsamaktan ileri gelen bir rahatsızlıktan ötürüdür.

Oysa buna mukabil, kendisini –olgunluğunun eseri ve yansıması olan– bir tevazu ile sadece bir tercih olarak tanımlayan insanî yüceliş perspektifi, her şeyin kendi “doğa”sına uygun, dolayısıyla kendisini doğrular olmadığını peşinen kabul eder. Kendimiz için tasarladığımız, gerçek kılmaya çalıştığımız varoluş tarzı bizim için ne denli doyurucu, başka türlüsü düşünülemez duygusu uyandırıcı olursa olsun, bunun son analizde bir tercih olduğunu –insanlık tarihinin bunca deneyinin sentezinde– nihayet kavramayı başarmış bir irfanın ifadesidir. Ama sürekli ve dönüşerek ilerleyen bir yücelişin izinde yürüyerek kendi geçerlilik alanını genişleteceğini ve genişleterek gelip böyle de gideceğini bilmenin güvenini de elden bırakmaz. O nedenle hem öteki tercih sistemlerinin varoluş meşrûiyetini tanır, hem de aralarındaki “rekabeti” öngörür. Her meşrû tercih sisteminin kendi özel dili içinde içselleştirilmiş olan ortak, evrensel değer ve değer yargılarından oluşturabilecek bir referans zemini –ki etik bunun en önemli dayanağı olabilir– sayesinde hem tercihler olarak “birarada yaşama”nın, hem de “rekabet”in mümkün olduğuna inanır.

Dolayısıyla bizim, Türkiye toplumunun mevcut durumuna ilişkin olarak yaptığımız “toplumun yeniden ve radikal tarzda kuruluşu” çağrısı ve bu çağrıyı sözünü ettiğimiz o –öncelikle ve ilk planda– etik referansları içeren tüm tercih sistemlerine şamil olarak dile getirmemiz; hem kendi özgül inanç ve ideallerimizin doğrudan bir gereğidir, hem de alelade bir uzlaşma, mütareke çağrısı değildir.

Güç dengelerinin, pazarlıkların konuşulacağı bir noktaya değil, “düzen” mantığımız aksini söylediği halde sonuçlarını göğüsleyemeyeceğimiz için varlıklarına çarnaçar katlanacağımız birileriyle “birlikte yaşama”ya mecbur kalma kararıyla hiç değil, katılacaklardan öncelikle kendi ahlâki referanslarına saygı ve sorumluluğun arandığı ve bu arama zemininin temel ve dayanak sayıldığı bir noktaya geliş ve oradan itibaren bir hareketti söz konusu olan. Türkiye toplumunu yeniden kurma iradesinin farklı bileşenlerini bu kuruluşa eksen olacak kurumların teşekkülünde ortaklığa çağırmaktır bu.

Kendi şahsi veya –en fazla bir cemaat olarak– varoluşumuz söz konusu olduğunda kendi tercih sistemimizden başkasına müracaatımız şüphesiz bir yetersizlik ya da güçsüzlük itirafıdır. Ama söz konusu olan bir toplum ise tam tersine sırf kendi tercih sistemimize uygun bir kuruluş, varoluş hali tasarlamak dolaylı bir yetersizlik ve güçsüzlük itirafından başka bir şey değildir. Çünkü üstün konumda olma ve bunu güvenceye alma kaygısı ötekinin de üstün olabileceği endişesinden kaynaklanır ve toplumu kendi üstünlüğünde “düzenlemek” bu endişeyi bastırabilmenin en kestirme yoludur. Bunu istemek farklı varoluş tarzlarının, yaşama biçimlerinin mümkün olabildiği ölçüde toplum sıfatını hakeden bir kitleyi, cemaatlerin üst birliği olarak şekillenmiş bir oluşumu, bir cemaatin dar kalıbına indirgemek, oraya sıkıştırmak demektir. Türkiye toplumunun olabildiğinden –kelimenin tüm içeriğiyle– daha büyük bir toplum olarak kurulmasının –haliyle dönüştürücü– süreci, bu noktanın idrakindeki bir bilinç ve iradeyi gerektirir.


Türkiye toplumunun çözülüş ve çöküşünü –son zamanlarda giderek çoğalan ve çeşitlenen kanıtlarıyla artık herkesin görebileceği hale gelen– bir çürüme ve kaos sürecine doğru sürükleyen başlıca faktör, işte şu yukarıda tanımlanan türde, içerikle bir kurucu iradenin yeterince mevcut olmayışıdır. Oysa bu iradenin bileşeni olabilecek eğilimler, Türkiye’nin –aralarında kurdukları setlerle içindekileri hâlâ “tutan”– “ideolojik” haritasının evrensel etiğe aşina bölümlerinde dağınık, ama yeterince vardır. Gerekli olan herhalde bu setlere aldırmadan oluşacak ortak zemine yürümek cesaretidir.

Hem öylesi bir zeminin inşâsı ihtiyacı görülür, hem de bu inşâ için çevresindeki setleri aşma cesareti gösterilmez ise, Türkiye, o yeniden inşâ potansiyelinin setler ve sıkışan taraflar, parçalar içinde ezilip gitmesiyle her türlü tehditin kol gezdiği bir karanlığa sürüklenmiş olacaktır.

İçine girildiğinde bir karanlık gibi gözükmeyebilir bu durum. Tek tek çürüyen her şey tortusundan ibaret kaldıkça, başka tortularla karışıp bileşip bulundukları yerde kurumlaşabilir ve bir süre sonra şu hızlanan çağın hareketiyle hareket ediyor, bulunduğu yerin işlevini yapıyor, hattâ zamanın akışıyla rezonans kurabiliyor gözükebilir.

Örneğin en genelde devlet “yeraltı”nın güçleriyle ilgi ve “görev” alanının her noktasında sembiyotik ilişkinin “hukuku”nu kurabilir, böylece dünün “güvenlik sorunu” oluşturanları ile güvenlik aygıtı, ticari mahkemelerle çek-senet mafyaları “düzen” sağlar, metropoller gettolar toplamına dönüşür, partiler çıkar şirketi olma yolundaki –zaten başlamış– “evrimleri”ni kemale erdirir, mevcut medyanın her şeyi imaja dönüştüren ve ondan ibaret kılan mantığı kültürel ve toplumsal alana tamamen egemen olur. Bu şemaya “ruh” verecek olan ise şiddet ve çıkar kültünün rekabet mantığının tüm değerleri, moral ve etik ölçütleri giderek ufaltıp ezdiği mevcut gidişatın potasında oluşacak olan şeydir.

Ne olacağımıza tarihsel birikimimiz ve irademizle seçerek ve seçimimizin gereklerini yapıp bedelini ödemeye hazır olarak kendimiz karar verme gücünü gösteremez isek, bu gücü yaratamazsak, biz –galiba bir kez daha– bize böylece benzemiş olacağız.

ÖMER LAÇİNER