Sistemden Refah'a Yeşil Işık

Bu dergide, başından beri RP’nin, mevcut düzeni dinî referanslardan hareketle değiştirmeye kararlı bir siyasal hareket değil, kendisine düzen içinde bir konum sağlamayı, “yönetenler katı”na dahil olmayı, orada ötekilerle eşit bir bileşen olarak bulunabilmeyi hedefleyen bir hareket olduğunu belirttik. En azından, kuruluşundan beri MNP-MSP-RP çizgisini denetiminde tutmuş merkez eğilimin perspektifi böyledir. Şüphesiz teşekkülünden beri bu eğilimin çevresinde ve “tabanı”nda daha öte hedefleri olan “radikal” sıfatına layık eğilimler de varolagelmiş, partinin kendi dışına verdiği görüntüyü zaman zaman belirleyebilmiş olsalar da, merkezin izlediği siyasetin rotasını ancak kısmen etkileyebilmişlerdir. Gerçekte dinî referanslardan bakıldığında RP merkezi ile o eğilimler arasında ve o eğilimlerin birbirleriyle hayli ciddi ayrımları vardır ve bunlar potansiyel bir iç çatışma, ayrışma nedeni olarak daima varolagelmiştir. Ancak karşılıklı ihtiyaçlar ve daha da önemlisi RP çevresindeki hareketi, tek bir “anti-laiklik” etiketi altında özdeş sayan, yer yer görünen farklılıkları planlanmış, aldatmaya matûf manevralar olarak değerlendiren “Şeriatçılık karşıtı” cephenin saldırılarına direnme önceliği, bu ciddi ayrımların ön plana çıkışını, çıkış kanallarını örtebilmiştir.

Aslında en az öteki siyasal akımların içindekiler kadar “sorun” yaratabilmeye gebe –ve bir yanıyla kolayca sınıfsal konumların diline tercüme edilebilir olan– bu ayrımlar, örneğin 24 Aralık seçimleri ertesinde RP’li bir koalisyon hükümeti kurulabilmiş olsaydı su yüzüne çıkmaya başlayabilirdi. Ancak Türkiye’nin “yönetenler” katı böyle bir “operasyon”un taşıdığı riski kaldırabilecek güç, özgüven ve uzak görüşlülükten yoksun olduğu için, eşiğine gelinen RP-ANAP koalisyonundan son anda cayıp, kendi “aslî gücü”nü, “merkez sağ”ı pekiştirmeye, mevcut iki parçalı yapısını bir an önce bütünleşmiş hale getirmeye öncelik verdi. Yönetenler katının gedikli, en yerleşik unsurları, ordu ve “TÜSİAD çevresi”, bütünleşmenin adresi konusundaki tercihini daha önce açıkça yapmıştı: ANAP.

Dolayısıyla baskının DYP üzerine icra edileceği, DYP’ye Çiller’in şahsında egemen olan kadronun tasfiyesine çalışılacağı açıktı. Çiller ve kadrosunun üretim dışı kazanç “sektörü”nden gelen desteğin yanısıra “savaş partisi” ile olan grift, bulanık ilişkileri, o destek ve ilişkilerden yalıtılmış olmayan ANAP ve onu arkalayan güçlerin bu tasfiyeyi ya pazarlıklarla, ya da dikkatli bir yıpratma kampanyasıyla ama her halükârda süratle gerçekleştirmesini gerektirmekteydi.

2 Haziran seçimleri yaklaşırken, doğrudan ve münhasıran Tansu Çiller’i hedef alan bir kampanyanın –RP’nin başlatmasıyla ama en spektaküler malzemelerin ANAP kanalıyla sürülmesi ile– siyasî gündemin merkezine oturtulması; hem “yönetenler katı”nın Çiller ekibini –ve dolayısıyla mevcut durumda kaçınılmaz olarak DYP’yi– “defterinden silmeye” karar verdiğini, hem de RP’yi artık “merkez”e dahil etmeye hazır olduğunu ortaya koydu.

Seçim sonuçları DYP’nin yokuş aşağı gidişinin hızlandığını gösterdiğine göre; daha şimdiden, Türkiye’deki siyasal düzenin önümüzdeki dönemde nasıl bir “yerleşme planı”na sahip olacağını kestirebiliriz.

Görünen odur ki; RP’nin, düzenin merkezinde aşağı yukarı elli yıldır DP-AP-DYP çizgisince ifa edilen “görev”i devralacağı, ANAP’ın da öteki merkez parti konumunda olacağı bir yeniden yapılanma modeline geçilmektedir. 1946’dan –özellikle de 1960 sonrasından– 1980’lere kadar merkez sağ ve solda birer büyük partinin varlığı ile şekillenen siyasal yelpaze, aralarındaki ayrım artık bu “sağ ve sol” terimleriyle nitelenemeyecek iki parti odaklı yeni bir yelpazeye yerini bırakacaktır.

Şüphesiz bu oluşumun henüz başlangıcındayız. Ne RP, ne de ANAP dünün DP/AP’si ve CHP’si kadar geniş bir destek ve gücü temsil etmiyorlar. DP/AP-CHP çifti 1946’dan 1980’lere kadar en zayıf zamanlarında bile toplam % 60’lık bir oy ve kurulu düzenin yerleşik güç merkezlerinin desteğine sahiptiler. 2 Haziran seçimleri RP’nin şu anda ancak % 25 civarında bir oy desteğine varabildiğini ve % 25 yakınlarında bir azami sınır çizgisinin olduğunu gösterdi. ANAP ise % 20 civarındadır, DYP’nin dağılması veya parçalanmasıyla bile % 25 çizgisini pek aşamayacağı söylenebilir.

Dolayısıyla RP ve ANAP’ın merkezinde yer alacakları bir siyasal yelpazenin bu % 50’ye ancak varabilen bir oy desteğiyle oturmuş bir yapı olması mümkün değildir. O nedenle bu iki partinin söz konusu zaafı, istikrarlı bloklar kurmak suretiyle gidermeye çalışmaları zorunludur. Bu noktada ANAP şüphesiz RP’den daha şanslı, avantajlıdır.

Fakat, halen içinde bulunduğumuz “geçiş evre”sinde RP’nin kullanabileceği bir şans, bir imkân vardır. “Yönetenler katı” tarafından gözden çıkarıldığını bilen DYP, RP ile koalisyona yanaşarak konumunu kaybetmemek için diretebilir. Ya da kimliğini (artık ne kalmışsa) yitirmek bahasına MHP ile ittifaka, hattâ birleşmeye yönelerek –ANAP lehine oy kaybetse bile– “üçüncü güç” olmaya sıvanabilir. Bu manzarada kendilerine ancak ikinci sınıf roller düşen, halihazır destekleriyle de bu düzeyi aşamayacakları belli olan merkez sol partilerin ise bu zeminde ANAP çevresinde oluşacak bir bloka çekilmekten başka çareleri olmayacaktır.

O halde önümüzdeki birkaç yıl içinde, örneğin gelecek genel seçim arefesinde, Türkiye’de, geleneksel sağ ve merkez sağı temsil edecek MHP+DYP ile RP’nin belki BBP ile birlikte –ve ANAP’ın muhtemelen DSP ile ittifak halinde– oluşturacakları üç bloklu bir yelpazenin teşekkül etmesi en güçlü ihtimal olarak gözükmektedir. Şüphesiz burada ANAP ve RP çevresindeki bloklardan hangisinin daha fazla oy toplayabileceği, en çok oyu alsa da yeterli çoğunluğu bulup bulamayacağı şimdiden bilinemez.

Bunu belirleyebilecek en önemli faktörlerden biri DYP’deki gelişmelerdir. DYP’nin önümüzdeki genel kongresi ertesinde bölünmesi de ihtimal dahilindedir; ve yine eğer bir ANAP-RP hükümeti kurulacak olursa, bunun ilk çözümlemeye çalışacağı “memleket meselesi” DYP’ye Çiller üzerinden yok edici darbeyi vurarak “merkezi ferahlatma” sorunu olacaktır. DYP şu anda siyasetin kurtlar sofrasında yaralı, kan kaybeden kurttur. MHP dahil ANAP ve RP, DYP’den parsa koparmanın hesabı içindedirler. Özellikle RP, DYP’nin geleneksel “kaleleri”nin yer aldığı İç Ege ve Batı Akdeniz bölgesine “yüklenmek” için aradığı fırsatı nihayet bulduğunu düşünecektir. Erbakan’ın Burdur-Bucak’ta DYP’li belediyeyi kazanmış olmalarına özel bir önem atfetmesi de bundandır.


1946’dan 1970’li yıllara kadarki iki büyük “kitle partisi”nin olduğu dönemde nasıl CHP, devletin çekirdek aygıtlarının, yüksek-orta bürokrasinin ve yerleşik zengin kesimin partisi iken, DP büyük ölçüde kırsal kesimden, taşranın ve büyük kentlerin dinamik, “yükselmeye kararlı tüccar” ve “sanayi erbabı”ndan oy toplayabilen ve bu haliyle de çok daha popüler ve popülist bir parti durumunda idiyse; önümüzdeki dönemde ANAP o eski CHP’nin, RP ise DP’nin yerini almış gibi görünecektir.

Ancak, az önce de işaret edildiği gibi ANAP ve RP’nin onların oy oranlarına yaklaşmaları dahi mümkün gözükmemektedir. Daha da önemlisi, DP ve CHP’nin koşullar ne olursa olsun, kendilerine oy verecek, sabit bir kitle desteği hep vardı ve iki parti arasındaki mücadele, ülkedeki % 25 civarındaki “yüzer gezer oy”un büyük kısmını kendine çekmek içindi. Oysa bugün en sıkı ve derinliğine örgütlenmiş olan RP’nin bile aldığı oyların herhalde yarıdan fazlası “kayabilir” gözükmektedir.

Fakat RP tabanındaki bu kaymaların muhtemelen hayli azı öteki partilere doğru olabilirse de, asıl büyük kısmı onlara dinin daha radikal bir yorumunu sunan akımlara kayabilecektir. Kitle desteğinin giderek daha önemli, büyük kısmını büyük kentler ve metropollerden alır hale gelen RP’nin “merkez”e dahil edildiği, orada bir iktidar alternatifi, hükümet, hükümet ortağı olarak kabul edildiği oranda ve bunun karşılığında –zaten vermeye razı olduğu ödünleri verdiği ölçüde– özellikle metropollerdeki desteğinin bu taban kesimleri ile arasındaki gerilim açığa çıkacaktır. RP, parti olarak sisteme entegre olurken, bunun bedelini şimdiye kadar çevresindeki hareketle yaşamadığı sosyo-politik bir ayrışma bazında, yani üst ve alt sınıfların İslâmiyet yorumları arasındaki mesafe ve farklılıkların açığa çıkması sorunu ile yüzleşerek ödeyebilecektir.

Gerek bu alt sınıfların İslâmiyeti, gerekse artık çökmüş gözüyle bakılması gereken merkez sol –özellikle CHP– partilerden kopmuş veya kopacak olan yine “alt sınıflar”a mensup yığınların “solcu” söylemi, aynı sosyo-politik tepki zemininin değişik dillendirme biçimleri olarak, tarihimizde ilk kez, büyük kent ve metropollerin yığınları arasında bir karşılaşma ve diyaloğa girme imkânı bulabileceklerdir. RP’nin iktidar ortağı olması halinde veya bu ihtimal gündemde olduğu sürece, söz konusu karşılaşma imkânı şüphesiz bir süre ertelenmiş olabilecektir. Ve ayrıca iktidar ya da güçlü iktidar ortağı olan bir RP, neredeyse yüz yıldır dinî hareketin hülyasını kurduğu bir “zafer”i sağlamanın prestiji ile, bu “güçlü olmaya” susamış kitleyi uzun süreliğine tatmin etmiş olduğunu düşünebilir. Ancak RP’nin “taşra” için şüphesiz hayli geçerli olan bu hesabının metropollerde dayanma müddeti sınırlıdır. RP’ye egemen olan eğilimin taşıyıcısı olan yönetenler katına entegre olmayı hedef bellemiş “İslâmi” üst ve orta sınıflar, günümüz Türkiye, Ortadoğu ve dünya “gerçekliği”nde o yönetenler katına gereğince hâkim olabilmelerinin önünde hangi katı engellerin olduğunun bilincindedirler. Ve dolayısıyla da o kata resmen dahil oldukları andan itibaren onun savunulması görevini de paylaşacaklarını bilmektedirler. Çağımızın gayet hızla akan zamanı, eğer iktidar veya iktidar ortağı olursa, RP’nin nasıl hızla düzen partisi rolüne adapte olduğunu kısa sürede gösterebilecektir.


RP’li hükümetlere alışma temrinlerine epeydir başlamış olan “yöneticiler katı” ve özellikle bir biçimde dahi üretimle ilgili olmayan sektörlerin kazançlarını aşırı yükseltmelerinden rahatsız olan sermaye çevreleri, giderek o kesimlere yaslanır hale gelmiş olan DYP’nin yerine RP’nin monte edilmesini iktisadî düzende zorunlu hale gelmiş bir düzenleme için de gerekli görmektedirler. Şüphesiz bu düzenlemenin RP’nin “adil düzeni” doğrultusunda olması değildir kasdedilen. İktidar ortağı bir RP’ye “adil düzen” taraftarlığı “imajı”nı sürdürmesi için bir oyun sahası elbette bırakılacaktır ama, RP bundan ötesini onlarla “müşavere ederek” saptamaya zaten razıdır.

RP’den asıl beklenen, şu anda hiçbir büyükçe partinin muktedir gözükmediği toplumsal tabandaki tepki birikimini “düzen sınırları” içinde tutmayı sürdürmesidir. RP bu alanda hiçbir partinin sahip olmadığı toplumsal yardım/dayanışma ağlarıyla bu işi başarmaya en yakın duran partidir. Yalnızca 1 Mayıs 1996 olayında değil, RP’nin ve çevresindeki İslâmi hareketin düzenlediği kitlesel gösterilerde de “patlamaya hazır” gibi görünen tepki potansiyelinin yoğunluğu egemen sınıf ve zümreler için “2000’lere doğru” Türkiye’sinin en kritik sorunudur.

RP dinî hareketi, o tepki potansiyelinin önemli bir kısmını hem sözünü ettiğimiz toplumsal yardım-dayanışma ağıyla; hem de, toplumumuzun son asırlarda içinde dönenip durduğu “Batı”ya karşı aşağılık kompleksine –ve bunun ikizi olan rövanş hasretine– hitabeden “Batı’ya alternatif güçte ve İslâm dünyasının lideri” olma hülyasının çekiciliği ile kendi saflarına kanalize etmeyi başarmıştır.

RP’nin iktidara ortak oluşu, özellikle “alternatif olma” ile ilgili iddianın gerçekliğinin, inanç ve icra kapasitesinin test imkânını verecektir. Sanırız, ilk yükseliş sinyallerinin alındığı 1994 mahalli seçimleri arefesinden itibaren, RP’nin Batılı mihraklarla hemen kurmaya giriştiği yarı örtük ilişki arayışlarında onlara vermek istediği mesaj uyumlu bir partner olacağı yolundadır. RP’nin geleneksel merkez sağ eğilimli iktidarlardan biraz daha geniş bir manevra sahası talep etmesi normaldir ve kabul edilebilir mahiyettedir. RP aynı sınırlı manevra alanı talebini TC Devleti’nin “aslî sahip”lerinden de talep etmiş olmalıdır ve bu talep onlar tarafından da artık kabul edilemez değildir.

RP henüz % 25 civarında bir güçlülük düzeyindeyken iç ve dış güç mihraklarıyla uyum testine sokulması, o güçler tarafından “ehlileştirilmesi” için uygun noktadır. O nedenle şimdi değilse bile bir süre sonra RP’li bir hükümet için tüm yeşil ışıkların yanması beklenmelidir.

RP bu teste DYP ile koalisyon yaparak girerse –ki bu ihtimal hiç de zayıf değildir– bu hem RP, hem de DYP için “taban”larını yıpratacak bir ters cephede manevra yapma hali doğuracaktır. Ama koşullar böyledir ve orta vadede biri ötekinin konumuna aday iki parti, biri var kalmak için öteki uyum yeteneğini göstermek için iktidarı birlikte kullanacaklardır.

“Taban”ı şimdiye kadar –örneğin 24 Aralık seçimlerinden sonraki ilk hükümet kurma çalışmaları sırasında– yönetimin “şaşırtıcı” ölçüde ödün verir tutumundan “rahatsız olmuş” görünmeyen RP, DYP ile hükümet kurduğunda aynı tavizkâr tavrı sürdürmenin tabanında tepki yaratmayacağına güvenebilir. DYP de verdirdiği tavizlerle kendi tabanı önünde savunmasını yapabilir. Ancak ağır yolsuzluk ithamlarıyla lekelenmiş ve kuşatılmış Çiller ve ekibini sineye çekmek, RP için “yönetenler katı”na –günümüz koşullarında yapıcı, yeniden kurucu bir kitle hareketinin en önemli muharrik gücü ve boyutu olabilecek– ahlâki arınma talep ve özlemini askıya aldığı, bu ihtimali kendi isteğiyle iğdiş ettiği mesajını en etkili biçimde vermiş olmaktır.

RP bunu yapabilir ama, Çiller ve ekibini –belki de bir süre için– kurtaracak bu yola girmekle DYP, kendisini fiilen tüketmiş, var kalabilmek için yine de gerekli tüm ideolojik-siyasal içeriğinden boşaltmış olur. Kimbilir Çiller ve ekibi, alışık oldukları “şirket içi boşaltarak zenginleşme” yönteminin bir benzerini DYP’de uygulayıp, iflas etmiş DYP’yi öylece bırakıp gitmeyi düşünmektedir. Pekâlâ beklenebilir bu.


Türkiye’de siyasal düzenin merkezindeki partiler için vaktiyle temsil ettikleri, davranışlarını, hareket tarzlarını bir ölçüde bile olsa belirleyebilen ideoloji ve programların bağlayıcılığı epeydir bitme noktasındaydı. Merkez, niteliği gereği tutucu olduğundan bu bitiş, merkez sağ partilerde pek fark edilmiyor gibidir ama, merkez solda gayet bellidir.

“Kürt sorunu”nun ağırlaşmasına paralel olarak “merkez”e terfi ettirilen –ama anlaşılan bundan böyle sessizce merkezin dışına itilecek olan– MHP, bu terfinin diyetini reaksiyoner Türk milliyetçiliğinin “sokağa taşmaması”nı, devlet denetiminde kalmayı kabullenerek ödedi. Karşılığında şüphesiz ayrıca ödüllendirildi. Ama bu arada “radikal sağ” ideolojik kimliği de epeyce törpülenmiş oldu.

RP’nin merkeze çekilmesi operasyonunun da amaçlanan sonucu aynı olacaktır. Elbette ki, RP “İslâmi” bir “imaj” taşımaya devam edecektir ve ayrıca bu düzen için de yararlıdır. Şüphesiz RP’nin olabildiğince ideolojiden arınması, arındırılması ve tıpkı öteki merkez partiler (bloklar) gibi adeta bir yönetim şirketine dönüşmesi daha fazla zaman alacak, daha karmaşık bir süreç izleyecektir.

Siyasal alanın fikir ve değerlerden arındırılması, salt yönetim ve –imajlara dayalı– yönlendirme metodları, tekniklerini içerir bir “sektör” haline gelmesinin işaretleri çoktandır görülmekte ve giderek daha da çoğalmaktadır.

Bildik anlamda siyaset alanının bitişi, çöküşüdür bu. Her adımda yeniden gündeme getirilen “başkanlık sistemi” türünden öneriler, siyaseti kamusal bir amaç katılım, denetim ve sorgulama imkânları ile besleyen, kısacası topluma bağlayan kanalların fiilen iptali ve salt yönetme eylemine indirgenmesi arzusunun bir ifadesidir. Apolitikleşme bu olgunun toplumdaki yansımasıdır. Ve “özünde” dar anlamda siyasetten, siyasal partilerden bıkkınlığın ifadesi değil, asıl olarak hayatımıza kalıcı fikir ve değerlerin bunların belirlediği bir amacın yön vermesi isteğinden caymanın bir sonucudur. Fikir ve değerlere hayatımızı anlamlı kılacak, ona anlam verecek şeyler olarak bakmadığımızın, bakamadığımızın siyaset merceğindeki yansımasıdır bu.

“Yönetenler katı”nın, fikir ve değerleri başından beri neredeyse ayak bağı saydığı malûmdur. “Yönetme”nin, iktidarın ve özel olarak “devlet çıkarları”nın nesneleştirici, güç ilişkilerinin soğuk, aritmetik mantığına indirgeyici “doğası” ile fikirler, değerler ve anlam dünyası arasında zaten ancak zoraki bir ilişki olabilir.

20. yüzyılın sonlarına doğru hızlanan süreç, bu zoraki ilişkiyi yönetenler katı lehine nihayet koparmış görünmektedir. Kitlelerin apolitikleşmesi, temsilî demokrasinin, siyasal partilerin ve ideolojilerin krizi gibi değişik görünümleriyle dile getirilen olgu, bunların tümünün ifadesi olarak, modern çağların siyaset alanının tükenişi anlamına gelmektedir.

Siyasetsiz salt yönetme ve yöneticilerin olacağı bir çağa mı, yoksa siyaset alanının yeni baştan, yani toplumun en temelinden başlayarak yaratılacağı bir arayış ve inşâ çağına mı gireceğimiz 21. yüzyılın tayin edici sorusu olacaktır.

ÖMER LAÇİNER