Korkunç Bir Devlet Terörü

Ekim ayı sonlarında, aralarında Çeçen savaşçılarının dul eşlerinin de bulunduğu bir grup Çeçen eylemcinin Moskova’da bir tiyatroyu basıp 700 seyirciyi rehin alarak Rus hükümetinden Çeçenya’da savaşı durdurmasını, barış görüşmelerine başlamasını talep ederek başlattıkları eylem, devlet kaynaklı terör ve gaddarlığın nasıl sınır tanımaz olabileceğinin ürpertici bir örneği olarak tarihe geçecek biçimde sona erdirildi.

Çünkü korkunç olan, sadece Rus devletinin, bir avuç eylemcinin yanı sıra rehin alınmış yüzlerce yurttaşının mahiyeti meçhul bir kimyasal silâhla kendi kusmuklarında boğularak öldürülmelerini içeren bir operasyon icra etmiş olmasından ibaret değildir. Ünlü yazar J. Goytisolo’nun Le Monde’daki yazısında da işaret ettiği, bu iğrenç katliamın Bush’tan Saddam Hüseyin’e, Sharon da dahil hemen tüm dünya hükümetlerince onaylanması, en azından resmen kınanmayışı da en az bu vahşet kadar kan dondurucudur.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in bu operasyonu haklı göstermek için söylediği “Kimse Rusya’yı dizüstü çökertemez” cümlesi, “devlet teröristle pazarlık etmez” vecibesine kulakları çok alışık olan Türkiye için hiç de yabancı olmayan bir mantığın, bir devlet anlayışının ifadesidir.

Ama öyle anlaşılıyor ki, kendi “demokratik devlet”leri ile pek kibirlenen ve devletlerinin ne olursa olsun böylesi bir toplum cinayeti işlemeyeceğinden emin olan Batı’nın “medeni” toplumlarının devlet yönetimleri de Rus devletinin işlediği bu cürüm karşısındaki suskunlukları ile aynı mantık ve yöntemleri gerektiğinde kullanabileceklerinin de işaretini vermiş oluyorlar böylece.

“Terör”e karşı kayıtsız şartsız mücadele diskuruna geçen ve neyin terör olduğuna kendisi karar verecek devlet(ler)den daha korkunç bir terör kaynağı olamaz.

Devletlerin terör veya karşı terör için kullanacağı vesileleri tüm tepki uyandırıcı yönleriyle günlerce işleyerek devlet terörüne zemin, ortam hazırlayan büyük medya ağları, Moskova’daki gaddarlık gösterisini geçiştirivermekte eksiksiz bir işbirliği örneği verdiler. Şüphesiz, Moskova’da Dubrovka Tiyatrosu’nda kimyasal silâhla, teknolojik vahşetle katledilenlerin iç ürpertici görüntüleri arşivlere kaldırılmıştır. “Gerektiğinde” kullanılmak üzere tabiî. Şimdilerde, Çeçen isyanının El Kaide ile bağlantılı olduğunun propagandasını yaparak, küresel patron ABD’nin icazetini pekiştirme ihtiyacı duyan Putin Rusyası, gün olur ve küresel egemenlerin başını ağrıtacak bir konuma gelir, bir tutum alırsa; işte o zaman -eğer yine baştaysa- Putin’in ya da “otokrasi ve Stalin mirasçısı” Rus devletinin halkını zehirleyerek öldürmekten bile çekinmeyen zulmünün kanıtı olarak sürülür bu görüntüler piyasaya. Tıpkı 1980’lerde, devrin tüm “güçlü” devletlerinin taşeronu olarak İran’ı boğmak için bu ülkeye savaş açan Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in Halepçe’de binlerce Kürt yurttaşını kimyasal gazla boğup öldürmesine ses çıkarılmayıp, Saddam Kuveyt’e saldırınca, derhal o katliam resimlerinin gazetelerde, ekranlarda boy göstermesinde, o resimlerin en çarpıcısının, yüzündeki o emsalsiz çocuk güzelliğiyle ölüp gitmiş Kürt kızının, 35. paralel üzerindeki ABD protekturasının meşrûiyet belgesi olarak kullanımında olduğu gibi.

Eskiden, yani “devletlerin birbirlerinin içişlerine karışmaması” ilkesinin güya -şeklen- geçerli olduğu dönemde de olmaz değildi ama şimdi yine güya “insan hakkı ihlâlleri içişleri sayılmaz, bu gibi durumlarda uluslararası toplumun ve tek tek devletlerin de müdahale hakkı olabilmelidir” ilkesinin geçerli olmasının savunulduğu günümüzde; devletler arasında tiksinti verici bir pazarlık, alışveriş türü alenen sergilenir oldu. Buna kısaca devlet terörü piyasası diyebiliriz. Bu piyasada, devletlerin her biri ötekinin uygulayacağı devlet terörüne kendi ülkesinde ses çıkarılmaması karşılığında, kendi icra edeceği terörün de o ülkede gündeme getirilmemesi garantisi oluyor. Bundan dolayıdır ki, örneğin Rusya ile Türkiye anlaşıp biri Çeçen direnişinin bastırılma yöntemlerine, diğeri “OHAL bölgesi”ndeki uygulamalara resmen göz yumup, spektaküler bir Çeçen eylemini biri, kanlı bir PKK eylemini ötekisi resmen kınıyor. Ama bu arada biri ülkesinde PKK kamplarının kamuflajlı varlığını, ötekisi Çeçenya’ya yardım organizasyonlarının gizlice faaliyet yürütmelerini el altında tutuyor. Çünkü bu terör piyasasında, borsasında “fiyatlar” da tıpkı diğer piyasa mallarında olduğu gibi “oynak”tır. Terörün bu tüccarları da diğer tüccarlar gibi “rezerv”siz iş görmezler.

Bu karşılıklı devlet terörü takası benzetmesi hiç de abartma değil. Çünkü bu piyasada sadece devlet terörlerine karşılıklı göz yumma işlemi yapılmıyor, o sıra elinde uyguladığı bir devlet terörü olmayanları, öteki bir devletin uyguladığı teröre göz yumma karşılığında büyük ihale, yüklü ticaret andlaşmaları gibi sus payları kazanabiliyorlar.

Kapitalizmin o sınır tanımayan her şeyi metalaştırma eğiliminin, trendinin ulaştığı kan ve duman yüklü zirveler bunlar.

Bunlara ticaretin ulaştığı zirveler diyeceksek hukukun da ulaştığı zirveler var bu çağda. ABD’nin artık göstere göstere dünya çapında uyguladığı, İsrail’in kendi bölgesi çapında uyguladığı, bizim de hiç yabancısı olmadığımız “yargısız infazlar” örneğin. Daha önce ABD’ye yönelik terör eylemleri ile ilgili olduğu bahanesiyle -ki hemen sonra bu iddianın tamamen yanlış olduğu ortaya çıkacaktır- Sudan’daki bir atölyeyi havaya uçaran, zaten daha önce de örneğin Libya devlet başkanının kaldığı rapor edilen bir çadıra hava akını düzenlemek gibi bir dolu sabıkası olan ABD, geçenlerde de Yemen’deki bir ABD karşıtı eylemin failleri olduğunu iddia ettiği bir grup insanı, bulundukları otomobilde, binlerce kilometreden yönlendirilen bir bombayla katlettiğini açıkladı. İsrail’in aynı yöntemle Filistin direnişinin önderlerini katletmekte olduğunu sık sık işitmekteydik. Moskova’daki vahşetin ardından Putin, Rus devletinin terörist saydıklarını, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar en ileri teknolojik silâhlarla “temizleyeceklerini” ilan etti.

Şu başlatılan “terörizmle mücadele çağı”nın, terörü devletlerin tekeline sokmaya, devletlerin “karşılıklı çıkar” hesaplarıyla birbirlerinin terör uygulamalarına göz yumma ve o uygulamalar için her tür -ülke, silâh cinsi, hukuk- sınırı tanımamaya dayalı ve şimdilik ABD’nin açık veya zımni onayıyla işleyen -ileride onay makamları çoğalabilir, “rekabet” de başlayabilir- bir “sistem”e doğru gidebileceği öngörülmemiş değildi. Bu “sistem”in, güçlü millî devletlere ileri teknolojileri kullanarak sınır, engel, hukuk, değer ve vicdani kaygı tanımayan bir imha “yeteneği” bahşetmesi karşısında; o devletlere karşı itirazlarının dahi “terörizm”le damgalanacağı tehdidi altında bunalan her türden muhalefetin de sınır, değer, hukuk, vicdan tanımayarak, devlet silâhına dönüşmüş ileri teknolojiye karşı su, hava, toprak dahil her şeyi silâhlaştırarak, intihar eylemcileri gibi her yeri ölümle karşılaşılabilecek bir yer haline getirmekle “cevap vermesi” dehşet verici bir noktaya gelindiğini gösterir. Ama ne yazık ki etki-tepki yasası da böyle işler.

İçinde yaşadığımız kapitalizmin küreselleşmesi çağı, o kapitalizmlerin şimdiye dek altında geliştiği siyasal formun, milli devletlerin de -şu yukarıda anlatılan yönde- küreselleşmesi çağı oluyor. Kapitalizmin o her bütünlüğü ayrıştırarak, ayrışan her unsuru metalaştırarak bunları -şimdi küreselleşmiş- piyasaya sunma mantığı yakın zamanlara kadar bir bütünlük gibi gözüken milli devlet üzerinde de hükmünü icra etmeye başlamış görünüyor. Ve böylece küreselleşmenin bu safhası bir genel çözülme çağı görünümüne bürünüyor. “Millî devlet”leri oluşturan etnik, dinî topluluklar, sınıflar, zümreler “bütünlüğün kalıbı” dursa bile ayrışıp, küresel piyasa içinde “alıcıları” ile buluşuyor; örneğin böylece bir Filistin, bir Çeçen direnişinin en kritik üsleri asıl mücadele alanından binlerce kilometre ötede olabiliyor, dünyanın her köşesindeki bir Filistinli veya Çeçen o direniş ağında yer alabiliyor, El Kaide gibi bir örgüt dünya çapında bir eylem ve ittifak ağı oluşturabiliyor; karşılarına aldıkları millî devletler de buna dünya ölçeğinde devlet terörü eylemleriyle “cevap veriyor”lar. “Millî devlet”in ideolojik hamurunu oluşturan din, milliyetçilik, cumhuriyetçilik gibi akımlar ayrışıyor ve bu küresel fırtınanın gel gitleri içinde ne zaman çatışıp ne zaman karışacakları bilinmez akıntılar yaratarak dolanıp duruyorlar.

Moskova’dan, Dubrovka Tiyatrosu’nda, baştan aşağı siyah giysilerle örtünmüş dul Çeçen kadınının alnından vurulup öne düşmüş başını, az ötede boynundan sarkan haçı ile kusmuk içinde kıvranarak ölmüş Rus kızını, geride ultra teknolojik kaskı, silâhı ve giysisiyle ama “Ortaçağ aletlerini andıran” görüntüsüyle yürüyen güvenlik güçlerini gösteren donuk renkli resim bu geri planın ortasında hepimize çok ötelerdeki insanların başına gelmiş bir faciayı, “onların hikâyesi”ni değil, hiç değilse vicdanımızın sesini susturmamış isek, insanı insan yapan vasıflarımızı yani insanlığımızı unutmamış isek, yani aslında, “bizim” hikâyemizi, başımıza gelen faciayı gösteriyor.

Dubrovka’dakiler ayağa bile kalkamadılar. Bu ve benzeri sahneler de bizi ayağa kaldıramıyorsa, Dubrovka katliamı daha önce hepimizin vicdanında olup bitmiş demektir.