Modernizm ve Binyıl: İstanbul'da Mekânla İmtihan

Geçen yılın Temmuz ayında, Amerikan mimarlık ve planlama şirketi Hillier Group, “The Look of a New Millenium” ödülünü “Toplumsal Uzlaşma ve Barış Projesi” olarak adlandırılan Esenkent ve Boğazköy konut projelerine verdi.

Turkish Daily News, 11 Temmuz 1997

İstanbul’un batı ucundaki yeni Esenkent ve Boğazköy projeleri, gelecek binyıl için İstanbul’un konut ve planlama modeli olarak sunuluyor. Fakat bu projeler, gerçekten kentsel çevre açısından önemli ve yaratıcı bir yeniliği temsil ediyorlar mı? Gerçekten geleceğin şehri için bir prototip oluşturdukları söylenebilir mi? Öyle olmadığını düşünüyoruz, karşı çıkışımızın nedenlerini açıklamaya çalışacağız.

Bu yeni kentsel gelişmenin Hillier Group’un amaçladığı anlamda öncü olduğunu kabul etmesek bile, yine de bu olgunun 1990’larda, İstanbul’un kent yaşamı ve kültürü açısından çok önem taşıdığına inanıyoruz. Bugün gördüğümüz gelişmenin, geleceğin heyecan verici bir habercisi olmadığını, tersine, gündelik yaşamla daha ilgili olarak, kentin yakın tarihinden hız alan bir mantığın sorunlu bir şekilde doruğa ulaşması olduğunu iddia ediyoruz. Önemli bulduğumuz bu şekilde bir uydu kent fenomeni değil, aksine, yeni modern sitelerle gecekondu yerleşimlerinin çok farklı mekânları arasındaki çarpıcı tezadı gizlice üreten mantık. Dikkat çekici olan, zengin ile yoksulun karşıt dünyalarının, sadece otoyol güvenlik şeridi ile ayrılmış şaşırtıcı biraradalığı. Uzak ama aynı zamanda çok yakın.

Kent mekânının bu görünür parçalanmasını nasıl yorumlayacağız? Aşağıdaki tartışmada, kendini İstanbul’un tarihsel ve toplumsal özelinde açığa vuran, modern kentleşmenin açmazı olarak gördüğümüz bu konuyu ele alacağız. Bu amaçla, Esenyurt Belediyesi, ve özellikle onun gecekondu bölgesiyle, Esenkent ve Boğazköy yeni yerleşimleri[1] arasındaki ilişki üzerinde duracağız. Şehrin bu özel kısmını seçmemizin nedeni, İstanbul ölçeğinde daha geniş olarak yer alan değişiklikleri mikro düzeyde temsil ediyor olduğunu düşünmemiz. Esenyurt vakası, mekânsal pratiklere ait kodların nasıl gitgide daha da güçlenerek kentsel mekânda sınıf ve kimlik temelli bir ayrışmaya doğru yöneldiğini çok iyi gösteriyor. İkinci olarak, bu ayrışma mantığının nasıl ortaya çıktığını ve geliştiğini göstermek açısından Esenyurt’un çok değerli bir bakış açısı sağladığını düşünüyoruz - değerli, çünkü bu konudaki mevcut yaklaşımın tersini gösteriyor. Türkiye bağlamında, kentsel mekânın bu şekilde parçalanması, büyük ölçüde, modernist-cumhuriyetçi kent vizyonunun süregelen dinamiğinin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Aşağıda, kentsel mekânda her zaman uyum ve entegrasyon sağlamayı amaçlayan modern kent planlaması politikaları ve stratejilerinin nasıl olup da tam tersi bir parçalanma sürecine yol açmış olduğunu tartışacağız. Kısacası, bu yazıda, İstanbul’da kentsel modernleşmenin önümüze çıkardığı zorluklar üzerinde duracağız.

Seyahatimize, İstanbul’un ticari faaliyet bölgesi olan Mecidiyeköy’den, havaalanı otoyolu üzerindeki Merter’e giden bir minibüse binerek başlıyoruz. Sonra başka bir minibüse binip ardı arkasına işçi sınıfı mahallelerini geçiyoruz - Şirinevler, Kocasinan, Küçükçekmece, Avcılar; ’60’lar ve ’70’lerde çevre belediyeler haline gelen eski gecekondu bölgeleri. Keşmekeş yaşanan otoyol üzerinde sürekli yolcu indirip yenilerini alarak, neredeyse kenti ardımızda bırakarak, havaalanını geçip Marmara Denizi kıyısı boyunca seyahatimize devam ediyoruz. Ve sonra, ’80lerdeki son göçlerin ve yerleşmelerin sonucu olan başka bir kentleşme şeridine geliyoruz. Sıcak ve uzun yoldaki bir buçuk saatten sonra, minibüslerin son durağı ve nihai hedefimiz olan, İstanbul’un 20 km. dışındaki yeni Esenyurt Belediyesi’ne varıyoruz. Buraya yeni binyılın neye benzeyeceğini görme merakımızdan geldik.

Bölgede başka minibüs olmadığı için, Amerikan mimarlık ve planlama şirketinden bu derece beğeni toplamış olan “Toplumsal Uzlaşma ve Barış Projesi”ni görmeye gidebilmek için taksi tutmamız gerekiyor. Gördüklerimiz gerçekten çarpıcı, ve eğer İstanbul’da sık sık karşınıza çıkan beklenmedik gelişmelere alışık değilseniz, insanı şaşırtacak bir görüntü. Bu global metropolde, yüzyıl sonu kentleşmesi mantığını tam olarak ifade eden yeni tür bir kenar-şehir fenomeni olan yerleşim, İstanbul’u Edirne’ye bağlayan yeni dev otoyolun yanında şekillenmekte.

Bu otoyolu kullanarak şehirden uzaklaşmaktaysanız, sol tarafta görüş açınıza geniş gecekondu bölgeleri girecektir: en eskisi ’80lerin başlarında yapılmış, hâlâ kapatılmamış çatıları ve üst katlardan yukarıya doğru uzanan demir filizleriyle çoğu daimi bir tamamlanmamışlık halinde, yoğun ve düşük kaliteli konut birimleri, para olduğunda devam edilecek gelecek inşaat faaliyetlerini haber veriyorlar. Burası, eski Esenyurt Köyü civarında büyüyen, sonra da on yıl içinde kendi başına bir şehir haline gelmek üzere, hızla köyün sınırlarını aşan büyük gecekondu bölgesi. Eski İstanbulluların çoğu için burası terra incognita, çok uzak, neredeyse yeryüzünün ötesi. İstanbul’un diğer gecekondu bölgeleri gibi, burası da düzensiz bir yer ve (köktendincilik veya yasadışı faaliyetlere destek ve yardım sağlaması açısından) her zaman potansiyel tehdit kaynağı olarak görülüyor. Çoğu kişi tarafından, bölgenin toplumsal gerçekliği görmezden geliniyor ve yerini, ötekine dair korku dolu imgeler ve fanteziler alıyor. Fakat, buranın hakikiliğine karşı olan direnişe rağmen, Esenyurt kesinlikle modern İstanbul gerçeğinin ve onun kentsel sahnesinin bir parçası, özellikle geç 20. yüzyıl metropolünün ve beraberinde gelen yeni tür geç 20. yüzyıl kentselliğinin çok önemli bir ögesi.

Eğer kafanızı TEM otoyolunun sağ tarafına çevirecek olursanız, gördüğünüz manzara bayağı farklı bir dünya sunuyor ki, gerçekte de öyle. Bu derece beklenmedik bir şekilde görüş alanınıza giren çok farklı bir kentsel gelişme. Yeni, modern ve bir plan dahilinde inşâ edilmiş uydu kentlerle, lüks görünümlü, bildik şablondan çıkma postmodern tasarım şekillerine sahip apartman bloklarını ve bahçeli, yüzme havuzlu, ferah ve konforlu villaları fark ediyorsunuz. Şu an, burada benzer şekilde üç yapılaşma var. Bahçeşehir, 1990’da başlayan inşaatıyla en oturmuş ve on üç milyon metrekare üzerine kurulu olduğu için en büyük yerleşim. Şu anda, buranın özel ve seçkin sınırları içinde yaklaşık dört bin aile yaşıyor ve bu sayının nihai olarak on altı bine ulaşması hedefleniyor. Diğer iki gelişme, Esenkent ve Boğazköy, sırasıyla bir milyon ve iki milyon metrekare alana sahip ve hâlâ inşaat aşamasının başlarında, fakat gelecekte ikisi beraber yaklaşık on üç bin konut birimi içerecekler. Sonuç olarak, bu üç yerleşim birlikte yaklaşık yüz yirmi bin kişilik bir nüfusla, yeni tür küçük bir kent oluşturacaklar.

KÖYDEN KENTE

1980’lerin başında, Esenyurt İstanbul’un dışındaki bir köyden başka bir şey değildi. Bu yıllarda, merkezî yerlere yerleşim zorlaştıkça, Anadolu’dan yeni göç edenler, ve özellikle bu örnekte Kars bölgesinden gelenler, gitgide, şehirden bu kadar uzak olan (20 km) bu yörede yerleşmeye başladılar. 1989’da eski köy, yaklaşık yirmi beş bin nüfusuyla, belediye yapıldı. Bu sıralarda, bu yeni kent yerleşiminde hiçbir plan ve hiçbir kentsel altyapı -yol, su, kanalizasyon sistemi- yoktu. Bölge çamuruyla ünlüydü. Esenyurt’a, her şeyden çok, bu çamur imgesi yapışıp kalmış. Belediye görevlilerinin kent merkezine bir iş için gittikleri zaman onları en çok ayakkabılarının ele verdiği ve bu sıkıntıdan dolayı gittikleri her yere iki çift ayakkabı taşıma alışkanlığı edindikleri söyleniyor. Haziran 1996’da İstanbul’da gerçekleştirilen Habitat II konferansı için Esenyurt Belediyesi tarafından özel olarak hazırlatılan tanıtım videosunda, bölge ilk dönemlerinde, yeni gelenlerin geçici istek ve heveslerine göre yeni binaların alt alta üst üste inşâ edildiği, düzensizliğin ve sağlıksız koşulların sonucu olarak pek çok sorunun ortaya çıktığı geri kalmış bir köy gibi tanıtılıyordu. Bu yüzden Esenyurt, tipik bir gecekondu yerleşimi olarak, bu tür yerleşimlerle bağdaştırılan sorunların hepsine sahip bir bölge olarak gelişti.[2] Taşradan aralıksız gelen yeni göç dalgaları ile Esenyurt nüfusunun, ciddi bir artışla, 1996’da iki yüz elli bine ulaşması (yirmi yılda 340 kat artış) sorunları çoğaltmaktan başka bir işe yaramadı.

Esenyurt pek çok açıdan diğer gecekondu bölgelerine benziyor, fakat ortaya çıkış sürecinde, bizim burada inceleyeceğimiz çok farklı bir öykü var. Esenyurt’un öyküsünde baş karakter, kendine has kent planlaması yaklaşımıyla yöreye ün kazandıran bir kişi. 1989’da Esenyurt’un belediye olmasından itibaren belediye başkanı olan tıp doktoru Dr. Gürbüz Çapan. Çapan, ‘60larda ve ‘70lerde radikal sol gençlik hareketine katılmış, bir solcu olarak, bir zamanlar kentsel modernleşmeye karşı popülist bir strateji olarak sunulan gecekondu yapımını desteklemiş. Fakat ‘80lerden sonra, yoksul bölgelerdeki yerleşimler hakkında yeni ortaya çıkan ve gitgide artan ilgisini yansıtan bir şekilde, görüşleri ciddi anlamda değişmiş. Çapan’a göre, “bu çirkin görünüşlü evlerin” düzensiz bir şekilde yayılması, “kentin köylülerce ne kadar kuşatıldığını”[3] göstermekteydi. Esenyurt’un, “çöp tepelerinin patladığı, insanların kazılıp bırakılmış çukurlara düştükleri için öldükleri ve mafyanın arazi piyasasını kontrol ettiği”[4] diğer gecekondu bölgeleri gibi (örneğin Ümraniye ve Sultanbeyli) düzensiz bir karışıklığa düşmemesi gerektiği konusunda kararlıydı. Ona göre insanlar gecekondularda değil, kentte yaşamayı hak ediyordu.

Çapan ve ekibi “kent kültürü olmayan bir yere uygar bir yaşam tarzı getirmeye”[5] kararlıydılar. Belediyenin çıkardığı dergilerden birinde Esenyurt, “mimari estetiği olmayan, ne kent ne köy; ağacı, yolu, suyu, altyapısı ve sosyal hizmetleri eksik bir yer” olarak tanımlanıyordu. Dolayısıyla, medeniyet götürmek için, yeni gelen nüfusa hizmet sunabilmek amacıyla, öncelikle zorunlu kentsel altyapının kurulmasına yönelik pratik önlemlerin alınması ve sonra düzgün bir belediye gelişim planı hazırlayıp, bölgenin tutarlı gelişimini sağlamak gerekiyordu. Fakat, bu kadarı yeterli değildi. Belediye yönetimi, uzun vadede, uygar kent kültürü kurallarının getirilmesinin gerekli olduğuna inanmaya başladılar. Gürbüz Çapan, “bir belde düşünülsün ki” diyor, “keçi var, koyun var, at var, inek var... Komşuluk hukuku yok. Birarada, birlikte yaşama kültürü yok. Herkes kendini alt kültür grubuyla ifade ediyor. Bütün bunlarla yılmadan bu insanlara kent kültürünün gereklerini yerine getirmeye çalışıyoruz.”[6] diyor. Çapan ve meslektaşları, yeni gelen nüfusun ortak kent kültürü içinde eritilmesi ve onunla bütünleşmesi fikrine dayanan pozitif bir kent yaşamı ve kültürü vizyonunu öne sürüyorlardı. Dolayısıyla, uygarlaştırma projesi, Esenyurt’un düzensiz mekânının tutarlı ve düzenli bir hale sokulmasını da içermeliydi.

Bu noktada, bu yaklaşımın, yepyeni veya sadece Çapan ve ekibine has bir strateji olmadığına dikkat etmek gerekiyor. Aslında bu tür modernleşme çabaları, Türkiye Cumhuriyetinin erken dönem modernistlerinin uygarlaştırma ideallerinden beslenen kültürde güçlü dayanaklar buluyor. Bu kesimin Türkiye’nin modernleşmesine dair yaklaşımı, Osmanlı İmparatorluğunun düzensiz kalıntıları üzerine, Batı kültürünün ilerici değerlerine dayanan yeni akılcı düzenin empoze edilmesini içeriyordu (bu reform meselesinde, oynak olan tek şey seçkinlerin tarzları olmuştu - ki bu, otoriter ve popülist yaklaşımlar arasındaki farktı). Ulusal mekânın bu şekilde yeniden düzenlemesi Ayşe Kadıoğlu’nun belirttiği gibi, “var olan kültürel pratiklere bir saldırıyı gerektiriyordu... İnsanların kendilerine ait bazı kültürel pratiklere yabancılaşmalarına yol açıyordu”.[7] Rasyonalizasyon (toplumun akılcı örgütlenmesi), yeni modernleşmiş devlette yer almaya uygun hale gelecek daha uygar bir halk yaratmak için, halka rağmen sağlanmalıydı. Bu rasyonalizasyon mantığı tüm toplumsal idare ve yönetim alanlarında uygulanmalıydı. Böylelikle, mimarlık ve kentleşme alanında, yeni sistemin örnek insanlarının içinde yaşayacağı yeni akılcı mekânlar yaratmak şart oldu. Sibel Bozdoğan’ın ifade ettiği gibi “Türkiye’de yeni mimarinin görevi genç ulusun modernliğini, sınıf düşmanlığı ve çatışması içermeyen idealleştirilmiş bir yapılanma olarak anlatmaktı.”[8] Modern kent, tıpkı modern ulus gibi, bütünlüğü olan, tutarlı ve düzenli bir mekân olarak tahayyül edilmişti.

Sonuç olarak, Çapan’ın tarzı bu modern uygarlaştırma idealizmine dayanıyordu. Kentsel yönetim alanında temsil ettiği tarz, kendi radikal geçmişinden esinlenen düzen arayışının popülist bir ifadesiydi. Amaç, Esenyurt halkına kendileri için en iyi olanı görmelerinde yardımcı olarak, bölgeyi modernleştirecek bir sosyal reform getirmekti. Kendisi ile yaptığımız mülakatta, Çapan, ‘60larda Küba’da, köylülere sosyal şartlarını nasıl iyileştirebileceklerini göstermek için onlarla beraber yaşayan Fidel Castro örneğinden heyecanla bahsediyordu. Aynı şekilde, Çapan, Esenyurt’a göç etmiş köylülerin, yeni ve modern şeyleri anlayabilmelerinin tek yolunun, bunu onlara göstermek olduğuna inanıyordu. Böylece o ve belediyedeki ekibi, yeni gelen gecekonduculara, uygulamaya konulan yeni kent planına göre inşaat yapmalarını ve kent yaşamının kurallarına uymalarını öğretmek için uğraştılar. Esas olarak beklenilen, Esenyurt’un yeni ahalisinin artık parçası oldukları varsayılan modern hayata uygun şekilde değişmesi, asimile olmasıydı.

Bu amaçla, Esenyurt’un dış dünyaya açılması ve modern kent kültürünün koşullarına uyum sağlaması çok önemli görünüyordu. Bu yönde atılmış oldukça sembolik bir adım, Esenyurt’u otoyola bağlayacak yeni bir anayol inşâ edilmesine karar verilmesiydi (bizim geldiğimiz yönden minibüsle eski gecekondu bölgelerini geçerek belediyeye yaklaşırsanız, bir zamanlar, sekiz metre genişliğinde bir köy yolu olan yerin otuz metre genişliğinde, çift yönlü bir otobana dönüşmesi sizi şaşkınlığa uğratacaktır). Gürbüz Çapan görüşmemiz sırasında, tıp kaynaklı bir benzetme kullanarak, “kentler insan gibidir, atardamar olmazsa ölür, bu yol onun için önemli” demişti. Otoyolun, Esenyurt ahalisi için ticaret, iletişim ve kültür açısından can damarı olmasını umuyordu. Bu düşüncesinde o kadar kararlıydı ki, yerel halkın otoyol inşaatını durdurmak için yaptığı girişimlerin hiçbirini ciddiye almadı, hattâ bir İslâmcı grubun yolun üzerinde bulunan cami inşaatı için hazırladığı alanı buldozerle yıktırdı.

Fakat, gerçekler Çapan’ın uygulatmaya çalıştığı master plana uymadı. Yeni inşâ edilen yol, modernleşme vizyonuna karşı gitgide artan hayal kırıklığının kaçış yolu oldu. Belediye yeni bir kanalizasyon ve su sistemi kurmayı başardı, ayrıca yeni bir PTT hattının kurulmasını denetledi. Çapan’ın oldukça haklı bir şekilde söylediği gibi, “İstanbul’da başka hiçbir belediye bizim kadar çalışmadı”. Fakat, söz dinlemez Esenyurt ahalisinin belediyenin, yörede akılcı bir kentleşme amaçlayan programına uyum sağlamak üzere toplumsal mühendislikle yola getirilemeyeceği gün geçtikçe daha çok ortaya çıkıyordu. Çapan’ın iyi hazırlanmış planları, onlardan faydalanması beklenilen halkın ta kendisi tarafından bozuluyordu. Yöredeki gelişigüzel, çarpık yapılaşmanın önüne geçilemiyordu. “Biz bu işi düzenli bir şekilde yapmak üzere bir planla geldik, fakat hiç kimse bu planı desteklemedi” derken, Çapan, modernleştirme arzusunun “yaşamın gerçekleriyle uyuşmadığını” itiraf ediyordu. Esenyurt’a gelen göçmenler beraberlerinde kendi kültürlerini, geleneklerini ve yaşam tarzlarını getirmişlerdi ve bunlar kent modernistlerinin mekânı düzenleme arzularına karşı koyuyor gibi görünüyorlardı. Bu yüzden Çapan da ne yaptı; yeni yolu, buraya dair tasarılarını Esenyurt’un başa çıkılması zor gerçeklerinden öteye taşımak için kullandı.

KENTTEN UYDU KENTE

Çapan’ın idealist arzuları hüsrana uğramış, fakat azalmamıştı. Belediyedeki ekip, Esenyurt’u modernleştirme meselesini halletmek için bambaşka bir strateji uygulamaya karar verdi. Esenyurt’u modern bir kent mekânına dönüştürmek için gerekli değişikliklerin yapılmasının imkânsız olduğu ortaya çıkmıştı. Fakat belki, bu modern vizyonu boş bir yerde uygulamak mümkün olabilirdi - yani, Esenyurt’un akılcı bir şekilde yeniden düzenlenmesine karşı yerleşik bir kültürü olmayan bir yer. Böylece, Çapan’ın Esenyurt’ta açtığı yol, kentle ilgili düşüncelerini Esenkent ve Boğazköy’ün yeşil tarlalarında gerçekleştirebilmesinin bir aracı oldu. Belediye başkanı seçildikten üç yıl sonra, Gürbüz Çapan Esenyurt sırtlarında, Edirne otoyolunun öbür tarafında, çoktan gelişmeye başlamış Bahçeşehir’e komşu, modern muazzam bir uydu kent inşâ etme projesine kalkıştı.

Çapan’ın bu yeni aşamada yapmaya çalıştığı şey, Esenyurt ahalisini, modernleşmelerinin önünde bir engel olarak duran gecekondu ortamından çıkarmak ve onları, yeni ve düzenli bir çevreye yerleştirmek, böylece modern kent değerlerini sonunda kucaklamalarını kolaylaştırmaktı. Çapan, Esenkent ve Boğazköy’de yapacağı yeni uydu kentleri, nihayet, modern uygarlık ilkeleri çerçevesinde bir kent kültürü yaratabileceği bir alan olarak görüyordu. “Çarpık kentleşme kaderimiz değil” diyordu. “İstanbul gibi bir kentte, arsa spekülatörlerinin eline düşmeden ve kaçak gecekondular inşâ etmek zorunda kalmadan, orta ve alt gelir grupları da çağdaş bir yaşam sürebilir.” İşte Esenkent, “bir konut projesi olmanın ötesinde, farklı bir yaşam tarzı”[9] olarak da tasarlanmıştı. Kentin mevcut mekânında gerçekleştirilemeyen proje, yeni sentetik bir mekân kurulmasıyla mümkün olacaktı.

Gürbüz Çapan’ın yeni projesini gerçekleştirme şekli, oldukça dikkate değer, hattâ kahramanca. Daha önce hiç görülmemiş bir hareketle, bir holdingin sahibi olduğu bir milyon metrekarenin üzerindeki özel araziyi istimlak etti. “Özel arazinin kamulaştırıldığı ve halka dağıtıldığı ilk örnek budur”[10] diyor Çapan, korkusuz bir tavırla. Bu Robin Hoodvari davranıştaki cesarete ve kararlılığa sadece hayran olabilirsiniz. Mahkemede ve mahkeme dışında sert tartışmalar sürerken, Esenyurt Belediyesi araziyi, yeni uydu kenti oluşturacak konutları inşâ etmeye hemen başlayan yapı kooperatiflerine dağıtmaya koyulmuştu bile. Hukuki durum nihayet çözüldüğünde, arazi genel rayicin altında bir fiyata istimlak edildi (ayrıca bu arazinin, İstanbul’un orta ve üst sınıflarını çekmede çok başarılı olan Bahçeşehir’in tam yanında olması değerinin hızla artmaya devam edeceği anlamına geliyordu). Bu kamulaştırma hareketi, Çapan’ın siyasi stratejisindeki radikal popülist boyutun devam ettiğini gösteriyordu.

Fakat bu popülizm, daha çok geçmişe yönelik bir jestti ve Çapan’ın kent meselesine yaklaşımında artık önemini yitiriyordu. Bu büyük kamulaştırmanın nasıl meşrûlaştırıldığı ve bunun kanuni olduğunun nasıl savunulduğu Çapan’ın tarzındaki hâkim ögeyi açığa çıkarıyor. Çapan ve hukukçuları, 1966’da kabul edilmiş, “gecekondu önleme bölgeleri” kurarak, gecekondu yerleşimlerinin yayılmasını önlemeyi amaçlayan eski bir kanunu (775 sayılı yasa) kullandılar. Bu kanun, olası gecekondu yayılması nedeniyle tehlike altında olan devlet arazisinin mülkiyetinin, yoksul aileler için konut projeleri geliştirmek üzere gerekli kaynaklarla beraber, belediyeye aktarılmasını mümkün kılıyordu. Çapan, daha önce eşi benzeri olmayan büyük bir darbeyle özel mülkiyete el koymasını bu yasayla meşrûlaştırıyordu. Bu arazi üzerinde kanuna aykırı gecekondu yerleşimlerini önlemeyi ve Esenyurt’un yoksul ve muhtaç vatandaşlarına barınak sağlamayı amaçladığı için, yaptığı kamulaştırmanın tümüyle kanuna uygun olduğunu iddia ediyordu. Çapan’ın deyişiyle, Esenkent’in bir “gecekondu önleme bölgesi”[11] olması amaçlanmıştı. Bu proje, modern bir kentin, halka geri verilen bir arazide kurulabileceğini kanıtlayacaktı. Buralarda gecekondu kurulmayacak, tam tersine modern kent parçaları oluşturulacaktı.

Çapan eski popülizmiyle arasına mesafe koyuyor, hattâ Esenkent ve Boğazköy’deki yeni konut projelerine “Türk solunun Türkiye halkından özür dilemesi”[12] olarak bakılabileceğini öne sürüyordu. Esenkent, Esenyurt’un daha az ayrıcalıklı sakinleri için, Bahçeşehir’e benzer, çağdaş bir kent mekânı yaratma arzusundan doğdu. Projeyi sürükleyen slogan “çağdaş yaşam herkesin hakkıdır” idi. Bugün Esenkent’e gelen ziyaretçiler “çağdaş yaşama giden yol” tabelaları ile karşılanıyor. Esenkent, yeşil alanları, parkları alışveriş merkezleri, okulları, hastanesi, kültürel ve sportif imkânlarıyla, hem modern hem de örnek bir kent olarak sunuluyor. Yeni konutların mimarisi, biraz sıkışık olsa da, kesinlikle modern ve çağdaş kent kültürüne has yaşam tarzlarını temsil etmeyi ve sürdürmeyi amaçlıyor. Alışveriş merkezleri ve sosyal hizmetler kolay ulaşılabilecek şekilde yerleştirilmiş. Özellikle Boğazköy’de, planlamacılar ve mimarlar “toplumsal ilişkilerin gelişmesini” sağlayabilmek için en küçük ayrıntıya kadar mekânı tasarlamaya çalışmışlar (ortak alanlar, bisiklet yolları, yaya bölgeleri, tekerlekli sandalyeye uygun kaldırımlar, özürlüler için kolaylıklar, kadınlar için buluşma yerleri ve benzeri). Bu uydu yerleşimler, “sakin”, “güvenli” ve “insanî” diye tanımlanabilecek bir ortam yaratmayı hedefliyorlardı. En öne çıkan ideal, düzen ideali.

Hedef, sıfırdan düzenlenmiş bir kent kültürü ortaya çıkarmaktı. Eğer Esenyurt’ta, insanlar kendi köy kimliklerine göre gruplaşıyor, sadece kendi gruplarıyla ilgileniyor ve böylece kent kültüründe parçalanmışlık ve içine kapalılık yaratıyorlarsa; Çapan, Esenkent ve Boğazköy’de toplumsal bütünleşme ve kaynaşmanın gelişmesine yardımcı olarak sorunu çözecekti. Bu yeni ve daha canlı bir kentlilik yaratma projesinde kültür, merkezi bir öneme sahipti. Etkisi ve sembolik anlamı en büyük proje, açık hava tiyatrosu inşâ edilmesi fikriydi. Dört bin kişilik seyirci kapasitesiyle İstanbul’un ikinci büyük açık hava tiyatrosu olacak bu proje, çevreden şehir merkezine büyük bir kültür katkısı olarak görülüyordu (Çapan, Esenkent’in böylesi bir kültürel tesisle “İstanbul’u taçlandırdığını” söylüyordu). Fakat Çapan’ın projesi, sadece bir kültür projesi olmaktan öte, bir uygarlaştırma çabası, boş bir alanda yeni tür bir kent yaşamının yaratılabileceğinin kanıtı olarak da görülebilir. Çapan bunu “toplumsal barış projesi”[13] olarak adlandırıyor. Yeni yerleşim bir eritme potası görevi görecek, toplumsal ve kültürel bütünleşmeyi sağlayacaktı. Nereden geldikleri üzerinde durmadan, bu yeni yerde yaşayanlar ortak bir kent kültürünü paylaşmayı ve bundan zevk almayı öğrenmeliydiler.

İKİ TÜR AHALİ

Uydu kent projesi büyük bir idealizmle sürdürülen destansı bir çalışmaydı. Kenti yeniden düzenlemeyi veya daha ziyade, eski kente atfedilen düzensizliğin ötesinde alternatif bir düzen kurabilmeyi arzulamasıyla, kentin geleceği için bir ütopya oluşturuyordu. Amaç “kente sığınmış ve sığınırken kentte yarattığı tahribattan ötürü dışlanmış göçmeni zaman içinde ağacına bakan, yolunu onaran, parkını koruyan, devleti de demokratik talepleriyle zorlayan bir yurttaş haline dönüştürmek”ti. Uydu kent projelerinin en önemli sonuçlarından biri buydu.[14] Fakat, yeni bir düzen ve vatandaşlık tesis etmeyi amaçlayan proje, belediye yetkililerinin beklediği şekilde gelişmedi (tüm ütopya projelerinde olduğu gibi, akılcı düzenlemelere direnen insan faktörüne tosladı). Beklenmedik gelişme, adına ağır işlere kalkışılan Esenyurt halkının yeni yerleşim yerine taşınmamasıydı.

Esenkent ve Boğazköy’deki kooperatiflerin yeni apartman dairelerini taksitle satmalarına rağmen, bunun bedeli Esenyurtlular’ın ödeyemeyecekleri kadar yüksekti. Fakat daha can alıcısı, halkın Esenyurt’ta kalmayı ve buradaki mülkleriyle hayatlarını sürdürmeyi tercih ediyor gibi görünüyor olmasıydı. Çünkü buradaki evlerde, duruma göre her an gerekli uyarlamalar veya eklemeler yapabilecekleri için, bu mülkler onlara hayatlarını idare etmede çok daha fazla esneklik sağlıyordu. Ayrıca, sadece kendileri için değil, geniş aileleri ve onlara bağımlı yaşayanlar için de gerekli ihtiyaçları tedarik etmek zorundaydılar. Onlar için, bir ev, sadece “içinde yaşanılacak bir makine değil”, onun ötesinde çok karmaşık bir toplumsal ilişkiler ve yükümlülükler ağının odak noktasıydı. Doğal olarak, kendi kurdukları ve kendilerini bir parçası hissettikleri Esenyurt civarında, hayatlarının kendi kontrolleri altında olduğunu hissedebiliyorlardı. Esenkent’e taşınarak ve Çapan’ın modern kent ve vatandaşlık tasarılarına kapılırlarsa çok şey kaybedebileceklerdi.

Esenkent ve Boğazköy’de, Çapan’ın idealinin ve idealizminin aksine gelişen olaylar fazlasıyla anlamlı. Esenyurtluların eski yerlerinde kalmayı tercih etmeleriyle ortaya çıkan boşluk çabucak, bu yeni yerleşimleri cazip bulan başka bir grupla dolduruldu. Esenkent’in modern kimliği, kentli özellikleri ve sunduğu olanaklardan övgüyle bahseden reklamlar ve gazete haberleri görünmeye başlar başlamaz, yeni yerleşim, esas olarak İstanbul’un orta sınıfına mensup insanlardan oluşan geniş bir kitleyi cezbetmeye başladı. Kentin dışına gelmekte olan bu yeni grup, tam da Esenkent’in sunduğu şeyin peşindeydi. Apartman blokları tüm sıkışıklığına rağmen, onlar için “ideal ev”i temsil ediyordu. Ayşe Öncü’nün belirttiği gibi, bu ideal, her şeyden önce modern yaşam tarzının zevkine varmak ile ilgili. Orta sınıflar için apartman bir statü ve saygı sembolü ve yeni edindikleri tüketici kimliklerini gerçekleştirebilecekleri ve ifade edebilecekleri bir yer. Apartman taşradan göç edenlerin kente getirdikleri karmaşaya da tümüyle zıt bir hayat tanımını ifade etmesi bakımından çekici. Orta sınıfların bu modern mekânı temiz, düzenli, sakin, trafiksiz ve neredeyse sadece kırsal bir çevrenin (şehir merkezinden yirmi kilometre uzakta kurulmuş) sunabileceği temiz hava ve kirlenmemiş bir doğaya sahipti. Esenkent’in apartman blokları ve villaları İstanbul’un mevcut modernleşmesinin sonucu olan her şeyden uzakta ve onun etkilerinden arınmış, modern bir yaşam tarzına ev sahipliği yapabilirdi.

Bu saygın modern göçmenleri uydu kent yaşamına çeken, Esenkent ve Boğazköy’ün pazarlanmasında kullanılan modern yaşamla ilintilendirilen kültürel düzendi. Güvenli bir fiziksel çevrenin yanı sıra, düzgün bir kültürel çevre de sunuluyordu. Ayşe Öncü, “İstanbul orta sınıflarının arzu ettiği şeyin, kentin keşmekeşinden (yoksulluk, yeni göç etmiş insanlar, itişip kakışan kalabalıklarla dolu) arınmış homojen bir yaşam tarzı ile güvenli ve steril toplumsal mekânlar”[15] olduğunu belirtiyor. Onları cezbeden, ‘hem toplumsal hem fiziksel olarak İstanbul’un karmaşık nüfusundan uzakta homojen, güvenli ve düzenli bir çevre” imajıydı. Böylece bu yeni yerleşimde “kendi Batılı yaşam tarzlarının arınmışlığını”[16] koruyabilir ve onun keyfini çıkarabilirlerdi. Yeni uydu kentlerin cazibesi, sundukları toplumsal düzenin açık seçik ve tek tip oluşunda yatıyordu - ki bu tabiî ki, tüm gerçek kentlilik ideallerine tümüyle zıttı. Esenkent ve Boğazköy, orta sınıflara kendi toplumsal mekânlarını, diğerlerinden ayrı bir şekilde biçimlendirme fırsatı veriyordu.

İstanbul’da modern kentleşme konusuyla ilgili çoğu tartışma, sorunun, hattâ belki krizin sebebinin, göçle beraber plansız ve düzensiz gecekondulaşmada yattığını iddia ediyor. Gerçekten de, bu yargıda bir doğruluk payı olmalı - ve biz bunun ne tür bir doğruluk olduğunu incelerken açık ve net olmaya çalışmalıyız. Fakat, bizim bu tartışmada daha çok üzerinde durmak istediğimiz konu, mevcut inancın aksine, modernleştirme programının da bu yanlışta pay sahibi olduğu. Esenyurt belediyesi örneğinde olduğu gibi, kentsel modernleşme programının, halk için toplumsal gelişme hedefiyle yürütüldüğünü kabul etmemiz gerekir. Ayrıca, modernleşmiş ve modernleşmekte olan vatandaşların temiz ve güvenli bir kent yaşamına atfettikleri önemi göz ardı etmememiz gerekir. Fakat, yine de modernist vizyonun ve duyarlılığın kendisini problemsiz görmesine meydan okunması gerektiğini düşünüyoruz. Modern kent sorununa bir çözüm olarak sunulan şeyin, aslında soruna önemli bir katkıda bulunuyor olabileceği yolundaki münasebetsiz fikre hazırlıklı olmalıyız.

Bu olasılığın, daha çok modernist projenin evrenselci ideallerinin sonucu olarak ortaya çıktığını düşünüyoruz. Bu proje, kentsel mekânın görünür düzensizliğine zorla geniş kapsamlı bir düzen getirmeye çalışıyor. Kent planlamacıları, kendi kent tasarılarının kentte yaşayan herkes tarafından kabul edilmesi gerektiğini düşünüyor ve bu konuda ısrar ediyorlar. Kendi fikirlerinin aydın vizyonu olduğuna inandıkları ve ondan başka türlüsünü düşünemez oldukları için, bu görüşün kabul edilmesinin doğal ve eninde sonunda kaçınılmaz olduğunu savunuyorlar. Ayrıca, kendi vizyonlarının akılcı ve iyi niyetli olduğuna inandıkları için, buna muhalefet edenleri sağduyudan yoksun ve yıkıcı olmakla suçluyorlar. Fakat, akla dayanan planlar, hiçbir zaman, mevcut kentsel şartların düzensiz gerçekliğiyle uyuşmuyor ve bu, ciddi bir açmaz yaratıyor. Esenyurt’un dağınık yaşam alanında kendi akılcı planlarını uygulamaya çalışanların sürekli sıkıntılarının kaynağı da buydu. Sonunda, modernleşmeci tasarıların, Esenyurt’un göçmen kültürünün gerçekleriyle uyuşamayacağı açıkça ortaya çıktı.

Bu açmazın gitgide daha çok farkına varılması, modernleşme projesiyle ilgili daha ciddi sorunlara gebe ikinci bir meseleyi gündeme getiriyor. Modern bir yaşam tarzı sürenlerin kendi uygarlaştırma misyonlarına diğerlerini katmadaki başarısızlığı pek çoğunun kentle olan ilişkilerini yeniden düşünmelerine yol açtı. Bundan böyle, bütün kent ölçeğinde değil de, küçük modern kent adaları kurarak kendi amaçlarını gerçekleştirmeye karar verdiler. Bu yeni yaklaşım, Bahçeşehir, Esenkent, Boğazköy gibi konut projelerinin hızla çoğalmasıyla kendini göstermeye başladı. Bu noktada, bir zamanlar evrensel ve kapsayıcı olmayı amaçlayan bir idealin şimdi nasıl bir grup insanın ayakta kalma stratejisinin ifadesinden öteye geçemediğini görüyoruz. İstanbul’un çeperlerinde yaratmaya çalıştıkları şey yeni tür, kendi içine kapalı, kendine yeterli ve sadece kendiyle ilgili cemaatler. Bu yeni uydu kentlerde, öteki insanlardan ayrı olarak, modern kimliklere sahip olmak ve modern yaşam tarzları sürdürmek mümkün olacak. Kentin yörüngesindeki modern cemaatler; modernizmin, kendi içine kapalı ada şeklini alan bu farklı türü, sırtını tümüyle şehre dönmeyi seçti. Modern vizyonun bu kendine dönük, ben-merkezci yeni biçiminin, İstanbul’un daha çok ayrışması ve sonunda parçalanması tehlikesini doğurduğunu düşünüyoruz.

Esenyurt’ta iki tür insan yaşadığının söylendiğini duyduk. Esenkent’in konforlu ve düzenli ortamında yaşamayı seçenler ve Esenyurt’ta gecekondularda yaşamayı tercih edenler. Tabiî ki, aslında söylenmek istenen, kentli ve uygar bir grup insanın yanı sıra ilkel ve geri kalmış bir başka grubun bulunduğu. Bu söz her şeyi açıklıyor. İlk gruptakiler, ikinci grubun varoluşu ile ortaya çıkan sorunla ilgilenmeleri gerekenler olarak tanımlanıyorlar. Böylece, kentsel sorunun düşünülüş ve tasarlanış şekliyle aslında sorunun çözülmezliği sağlanmış oluyor.

MEKÂNLA İMTİHAN

Esenkent türü uydu kent yerleşimlerinin, yeni binyılın nasıl görüneceğini gösterdiği iddia ediliyor. Bu uydu kentlerin geleceğin anıtları olduğuna dair herkesin hemfikir olduğu görüşe katılmak fazlasıyla kolay. Fakat bu, fazlasıyla basit ve sorunlu olan kentsel gelişme ve modernleşme modellerine teslim olmak demek. Bu yazıda, Esenyurt’taki kentsel siyaset konusunu tartışırken, yeni binyılın kenti meselesinin (eğer bu anlamlı bir kavramsa) çok daha karmaşık ve çok daha ciddi olduğunu ifade etmeye çalıştık. En azından İstanbul örneğinde dikkat çekici olan, modernist vizyona meydan okunmasının bir sonucu olarak kentsel mekânın gitgide daha da politize olması.

Gecekondu kültürü kentin fiziksel mekânı üzerinde baskın hale gelirken, modernist proje İstanbul’un söylemsel mekânı üzerindeki üstünlüğünü korumaya devam ediyordu. Fakat şimdi, modernist projenin ideolojik hâkimiyeti giderek daha da gereksiz görünürken, bu projenin savunucuları kendilerini söylemselin dışında diğer alanlarda da gösterme ihtiyacı hissediyorlar. Artık sembolik ve entellektüel mekânın kontrolü kadar -ve belki de, ondan da önemli bir şekilde- gerçek mekânın kontrolünün önemi vurgulanıyor. Yüzyılın sonunda, İstanbul’da, rakip toplumsal grupların mevcudiyetlerini kentsel mekânda göstermeye giderek daha fazla önem verdiğini görüyoruz. Bu mücadele giderek şiddetleniyor.

Kentin, kendi idealleriyle uyum içinde, bir bütün olarak gelişmesinden umudu kesmiş olan orta sınıflar, artık kimliklerini de yatırım yaptıkları kentin çeperlerindeki yeni uydu kentlerde kurmayı tercih etmekteler. İstanbul’un yoksul ve göçmen nüfusu ise el koyabildikleri araziler üzerinde kanunsuz inşaat faaliyetlerine devam etmekte. Bu çılgın inşaat faaliyetleri sonucunda, gitgide daha da parçalanmış ve bölünmüş, çarpıcı tezatlar taşıyan bir kent coğrafyası ortaya çıkıyor. Esenkent ve ondan daha da dışa kapalı olan (“uygar bir insanın arzu edeceği her şey”, akıllı evler ve lüks villaların satıldığı) Bahçeşehir ile Esenyurt’un yoksul ve yoksun gecekondularının arasında sadece bir yol var. Zenginlerin kaçtığı sığınaklar, kent yoksullarının ayakta kalabilmek için mücadele ettikleri bölgelerle yan yana. Kaderi mekânsal komşuluk olan, ayrı dünyalar bunlar.

Henri Lefebvre, “her bir değerin, diğer değerlerle ve fikirlerle mekânda karşılaşması sonunda bir özellik edindiğini veya özelliğini yitirdiğini” söylüyor.

Ayrıca -ve daha da önemlisi- gruplar, sınıflar veya sınıfların katmanları, bir mekân yaratmadıkça (veya üretmedikçe) “özne” haline gelemez veya birbirlerini “özne” olarak tanıyamazlar. Mekânda izini bırakamayan ve bu yüzden uygun bir morfoloji yaratamayan (veya üretemeyen) düşünceler, temsiller veya değerler bütün güçlerini kaybedecek ve sadece işaretlere, soyut tasvirlere veya fantezilere dönüşeceklerdir.[17]

Bugün hiç kimse “mekânla imtihandan”, mekânda sınanmaktan, kaçınamaz diyor Lefebvre. Yukarıdaki tartışma, tam da bu tür bir mücadelenin çağdaş kent mekânını nasıl farklı yönlere çekiştirdiği üzerinde duruyor. İstanbul’un ve özellikle Esenyurt’un, kendine has ve farklı ortamında, kendi yüzyıl sonu kimliklerinin mevcudiyetini hissettirebilmek için mücadele eden rakip toplumsal grupların, kentin morfolojisini ve dokusunu nasıl yeniden ve ciddi anlamda biçimlendirdikleri görülüyor.

Makalenin orijinali City dergisinde

(sayı 8, 1998) yayımlanmıştır.

Çeviren ASLI DİDEM DANIŞ

[1]Esenkent ve Boğazköy, Esenyurt Belediyesine bağlı bulunuyordu. Bu iki yerleşimin gelişmesi doğrudan ve siyasi olarak bu belediyedeki daha geniş gelişme öykülerine bağlanabilir. Fakat yakın zamanda komşu Kıraç Belediyesine transfer oldular. Şu sıralarda, Esenyurt Belediyesi kendini bu iki yerleşimden mahrûm etmeye çalışan siyasî amaçlı bir hareket olarak gördüğü bu duruma karşı hukuki olarak mücadele ediyor. Belediye tarafından değil de, bir devlet bankası olan Emlak Bankası tarafından başlatılmış olan Bahçeşehir yerleşimindeki gelişmelerse daha farklı şekillenmiş.

[2] Burada, Esenyurt’un temsil ettiği türden gelişmelerin, Türkiye’de daha önceki dönemlerde ortaya çıkan gecekondu yerleşimlerinden farklı olduğunu belirtmemiz gerekir. Öncekilerden farklı olarak, Esenyurt hazine arazisi üzerinde değil de, genelde mekân kullanımının düzensiz olduğu ve rasyonel planlama stratejilerine karşı fazlasıyla direngen olan hisseli tapulu araziler üzerine inşâ edilmişti.

[3] Neslihan Öztürk, “Esenkent, the Turkish left’s apology to the people”, Turkish Daily News, 11 Temmuz 1997.

[4] Gürbüz Çapan, yayımlanmamış mülakat.

[5] “Esenyurt, en büyük uydu kent”, Cumhuriyet, 1 Nisan 1997.

[6] A.g.y.

[7] Ayşe Kadıoğlu, “The paradox of Turkish nationalism and the construction of official identity” Middle Eastern Studies, 32(2), Nisan 1996, s.186. [Türk Milliyetçiliğinin Paradoksu ve Resmî Kimliğin İnşâsı”, Cumhuriyet İradesi Demokrasi Muhakemesi, içinde, Metis Yay., 1999.]

[8] Sibel Bozdoğan, “Architecture, modernism and nation-building in Kemalist Turkey”, New Perspectives on Turkey, 10, Bahar 1994, s.46.

[9] Gürbüz Çapan “1993 Onur Yılımız”, Çağdaş Kent ve Yaşam, 2 (3), Şubat 1994.

[10] Öztürk, a.g.e.

[11] A.g.e..

[12] A.g.e..

[13] Oktay Ekinci, “İstanbul’u Esenkent’te temize çektik”, Cumhuriyet, 15 Nisan, 1996.

[14] Habitat II’ye doğru kentleşme, kooperatifleşme ve Esenkent-Boğazköy, Esenyurt Belediyesi, 1996.

[15] Ayşe Öncü, “The myth of the ‘ideal home’: travels across cultural borders to İstanbul”, A. Öncü ve P Weyland’ın derlediği Space, Culture and Power: New İdentities in Globalising Cities içinde. Londra, Zed Books, 1997, s.61. [“İdeal Ev Kültürel Sınırları Aşarak İstanbul’a Ulaştı”, yazının çevirisi için bkz. Birikim’in bu sayısı.]

[16] A.g.e., s. 68-69.

[17] Henri Lefebvre, The Production of Space, Oxford, Blackwell, 1991, s. 416-417.