"Vetocu demokrasi", siyasal korku ve vazgeçilmez "lidere meftunluk"

Seçim üstüne seçim, referandum üstüne referandum yaparak demokrasi ile yolunu iyice ayırma noktasına gelmiş Türkiye’de, 24 Haziran 2018 çifte seçimlerinin en çarpıcı sonucu bir siyasi partiyi (AKP’yi) söndürürken, onun liderini ebedileştirmeye yönelmesi oldu. Bu sonuç ilk bakışta çelişkili görünüyor. Zira onca hukuksuzluğa ve istibdada karşı hiçbir isyan ve öfke duymadan oy sandığına gidebildiği artık kesinleşmiş olan “sadık taban,” Erdoğan’ın cömertçe seferber ettiği ‘iktidarın otoriterleşmiş (o)halinin olanaklarını’ canlarını dişlerine takarak değerlendirebilir ve Kasım 2015 seçimlerindeki gibi bir parlamento çoğunluğuyla taçlandırabilirdi. 

Parlamentoda çoğunluk sağlamak yerine liderin vazgeçilmezliğine odaklanması bakımından çelişkili gibi görünen bu sonuç, aslında parlamentoyu atıllaştıran yeni sistemin Erdoğancılar tarafından iyice anlaşıldığını gösteriyor. Bu bakımdan seçim sonuçları ilk bakışta göründüğü kadar çelişkili değil. Yine de bu durum başka derin sorunları gündeme getirmesi nedeniyle anlamlı. Burada bir seçim analizi yapmaya hiç girişmeden, Türk demokrasisinin en kilit sorunlarından birisi haline gelmiş olan “vazgeçilmez lidere meftunluk” olgusuna, bir diğer deyişle Erdoğan’ın dışlayıcı ve baskıcı politikalarını yeniden üretmesine iştiyakla yardımcı olan bir kitleye eğileceğim. Meselemiz AKP’ye oy veren seçmenlerin oy verme davranışını incelemek değil. “Ölene dek Erdoğancı” kitlenin sadakatinin niteliğini, kaynaklarını ve siyasette oynadığı rolü incelemek. Tarihsel ve sosyo-ekonomik unsurların ve ideolojik ve duygusal yakınlıkların yani klasik inceleme unsurlarının biraz dışına çıkarak bu tutarlılığı ve sürekliliği kavramak. 

Bunu yaparken, Pierre Rosanvallon’u esinlenme noktası olarak alarak ve ondan saparak, olayın bazı niteliklerine yeni bir gözle bakmaya çalışacağım. Ardından, siyasal korkunun tarihi, kaynakları, kitleler nezdinde işleyişi, şekillendirici rolü ve sürdürülebilirliğinin nasıl sağlandığı konusunda çalışan ender kişilerden Corey Robin’in kapsayıcı araştırmasının çağrışımlarına kulak vererek bu sadık tabanın davranışını belirleyen motivasyonlara değineceğim.

“VETOCULUĞA İNDİRGENMİŞ DEMOKRASİ” MODELİ

Rosanvallon, ilgi alanını, tepedeki siyasetin aktörleri ve süreçler yerine özellikle tabana, seçmene, sivil toplumculara ve aktivistlere kaydırmış bir siyaset sosyoloğu/tarihçisi. Tabanın tavandakilerle ve kendi düzleminde yer alanlarla ilişki dinamiklerine bakarak ve Amerikan örneği ile Avrupa’yı birleştirerek günümüz siyasetinin yeni bir veçhesini araştırmakta. Vardığı sonuca göre tabandaki unsurların “baş fail” olduğu korkutucu bir değişim söz konusu: günümüz siyasal sistemlerini, seçtikleri kamu felsefesinin hukuk tanırlığı, demokrasi-severliği, dayandıkları kural ve kurumlarının kökleşmişliği ve ihtiva ettikleri sivil toplum yapılanmalarının ve vatandaşlarının özgürlükçü, çoğulcu ve eşitlikçi bir düzende yaşıyor olmaları temelinde değerlendirmek mümkün değil. Onun yerine, alttaki bu yapılanma ve kümelerin demokratik değişimi “engelleme/vetolama” kapasitesi temelinde düşünerek değerlendirmeliyiz. 

Rosanvallon’a göre, solun dönüştürücü politikalarının sönüşü ile birlikte “milli irade,” içinde tutarlı ve sahici projelerin yer aldığı siyasetlere yönelerek “değişime” ilişkin tercihler yapma işlevini terk etmek zorunda kaldı. “Meseleler” üzerine teksif olmuş bir siyaset yerine iktidar koltuğunda oturanların tasarruflarını aşırı kontrol altında tutmayı amaçlayan yıkıcı/negatif bir katılımcılığa ve “müeyyide” uygulamaya geçiş yaptı. Cezalandırmaya, korku salmaya, nefes aldırmamaya ve negatif bir banalliğe yöneldi. Ancak, bu negatif ya da vetocu siyaset Batı içinde (ABD, Polonya ve Macaristan) ve dışında (Hindistan ve Filipinler) artık adı Erdoğan ile birlikte anılan birçok otoriter rejimde hedefini saptırmış görünüyor. Erdoğan’ın “sadık müritleri” elinde negatif siyaset, sık sık yapılan şaibeli “seçimleri” temel araç olarak kullanarak, bizzat liderin oluşturduğu-yönettiği muhalif aktör ve siyasetleri “engelleme” politikalarına “aktif” desteğe dönüştü. Bu desteği iktidar koltuğunda oturmayanları o koltuğa asla oturtmama ahdi olarak kabul etmek mümkün. Bir başka mukayese unsuru şu: Batı demokrasilerinde, negatif siyaset, açık olan yargı yolunu da kullanarak iktidarların icraatlarını bloke edebilme imkânına sahip. Türkiye’de, liderin karşısında yer alan yüzde 50’nin önünde böyle bir imkân yok. “Öteki”ler, “bağımsız”lığı söndürülmüş bir yargı sistemini kullanarak liderin siyasetini ne yıkıcı ne de yapıcı amaçlarla engelleyebilecek durumda değiller. Negatif siyaset salt lidere sadık birey, aktör ve kuruluşların tekeline girmiş bir vakıa olarak rakipsiz bir alanda top koşturmakta. Son seçimlerde muhalif ittifakın siyasete getirdiği dinamizme rağmen, Türkiye’deki rejim, hiçbir “kurtarıcı ya da özgürleştirici” yanı kalmayan, yalnızca karşı tarafı engellemeye teksif olmuş bir liderin ve meftunlarının kıskacı altında. 

Burada bireyleri ve sivil toplum örgütlerini kapsayan bir tabansal hareket söz konusu. Siyaseti farklı toplumsal düşünce ve projeler arasında bir uzlaşma yönetimi olarak değil, “ötekileri” susturma, sindirme, sahadan şutlama olarak algılayan bir tabansal hareket. Davranışsal boyutuna gelince, Erdoğan sadıklarının nezdinde, “öteki”lere korku salan, nefes aldırmayan, liderin varlığına hizmet uğruna trolculuk-muhbircilik yapan; medyada, iş dünyasında, siyasette, akademide ve hatta günlük yaşamda en silik karşıtlara bile tehditlerle saldırmayı baş şiar edinen ve ağzının (ezber-samimiyetsiz) laf yapması bakımından adeta sokakta esans satan işportacı mertebesinde olan elemanlarla tıka-basa dolu bir hareketle karşı karşıyayız. Bu sivil hareket, hiçbir “meseleye” ya da “davaya” odaklanmış değil. 24 Haziran seçimlerinde olduğu gibi liderin tam arkasında durarak, onun tasallutuna uğrayan aktör, kuruluş ve bireyleri bloke etmeye, cezalandırmaya ve sansürleyip saha dışında bırakmaya teksif olmuş aktif bir katılım örneği sergilemekte. 

Türkiye gibi ortadan bölünmüş bir toplumda bu kitlenin hedefi olan “düşmanlar”ın kimliği sır değil. Gülenciler, laik ve demokrat muhalifler (laik anti-demokratlar Erdoğan ile geçici bir ittifak yapmış görünüyor), demokrasiyi tutarlı-sıkı bir hukuki ve siyasal sistem olarak benimsemekten ziyade bir hayat tarzı serbestisi olarak arzu eden “Gezici” karma grubu ve elbette Kürtler, bu %50’lik düşman yekûnuna dâhil. Bildik gizli-ırkçı ve Kürt düşmanı milliyetçi söylemlerin “din kardeşliği” söylemini çoktan yendiği de malum. Yeni negatif siyasetin taşıyıcılarına dair kavranması gereken en anlamlı “uyarı,” bu sadıklar topluluğunun pasifize edilmiş ya da depolitizasyona uğramış ya da demagojik bir antipolitik popülizmin emir erleri konumunda olmadığı gerçeğidir. Rosanvallon, tam tersine, vetocu demokrasinin vetocu kitlesini süper-aktif ve saldırganlık konusunda inisiyatif alan katılımcılar olarak niteler. Yani tıpkı 15 Temmuz gecesi sokaklarda ve havaalanında gördüğümüz demokrasi koruyucuları gibi.

Uyarıyı biraz daha açmak gerekirse, bu taban, Philippe Petit’in ünlü cumhuriyetçilik analizinde demokratik toplumların yaşayabilme koşulu olarak kaydettiği, “iktidara güvenmeyen, onu tarassut altında tutan” ve pozitif kuşatmacılık işlevini yerine getiren toplumsal hareketlerden ayrılmakta. Ayrıca, entelektüel bir vetocu kitleden ve düşmanlıktan da söz etmiyoruz. Karşı tarafa husumeti ve karşı tarafı engellemeyi, bireysel ve kümesel iyiliğin/varolmanın koşulu ve “primal” bir kâbusu savuşturmanın gereği olarak kabul eden bir tabandan söz ediyoruz. Bu kabul, aynı zamanda liderin koruyucu şemsiyesi altında yaşamayı bir olmazsa olmaz olarak görmekte, dolayısıyla kendi varlığını, refahını ve güvenliğini liderin vazgeçilmezliği ile özdeş kılmaktadır. Geriye bakıp, Menderes, Demirel ve Özal’a beslenen sadakati incelediğimizde, bu bağlılığın (beğenelim beğenmeyelim) bu liderlerin temsil ettiği sağda yenilikçi-değişimci-pozitif bir siyaseti temsil etmeleri ile özdeşleştiğini görmekteyiz. Aslında incelediğimiz olgunun eskiye hiç benzemediğini gösteren başlıca kanıt 2000’li yıllara kadar Türkiye’nin çok partili demokrasinin temel istikrarsızlık nedeninin partilere sadakatin oynaklığı olduğunu tespit eden önemli literatürdür. İlter Turan, Ergun Özbudun, Ersin Kalaycıoğlu, Üstün Ergüder hocaların hazırladığı unutulmaz derleme bu tespiti en sağlam biçimde yapanların başını çeker. Elbette, bu literatürü yeniden okurken, incelediği ortamın, bütün eksikliklerine rağmen siyasal desteğin ve tercihlerin 4-5 yılda bir oynaklık gösterdiği bir parlamenter “demokrasi” olduğunu görüp hüzünlenmemek mümkün değil.

Bugün lidere sadakat üzerinden siyaset yapan kitle, iktidar koltuğunda oturan “seçilmiş ancak demokrasiye antipatisi ve öfkesi” artık uzak diyarlarda da yankılanan lideri teşyi etmenin ötesine taşan, aktif bir bekçilik rolünü normalleştirmiş durumda. AKP’ye ait olduğu bilinen düşünce kuruluşlarında uygulanan yeni “normal”e göre, lidere eleştiri içeren tweetleri izlemek ve bunlara anında bir saldırıyla cevap vermek, akademisyenleri “düşünce” adamı olarak istihdam etmenin ön koşuludur. Bu durum, Rosanvallon’un tespitine uyuyor: Negatif siyaset derken, demokrasi tarihi boyunca gördüğümüz iktidarın üzerinde bir tür bir pozitif kuşatma saikiyle hareket eden direnme, isyan, protesto ve halk hareketi siyasetlerinden söz etmiyoruz. Hiçbir yeniliği, dönüştürücülüğü kalmamış bir iktidarın sınır tanımaz iktidar iştahını ve ülkeyi açık hava hapishaneye çeviren hukuk ve vicdan tanımaz tahakkümünü teşvik etmeye mükemmelen hizmet eden saldırgan bir kitlesel siyasetten söz ediyoruz.

YA “ÖTEKİ” MEFTUNLARIN NEGATİF SİYASETİ?

Karşı tarafın muktedir olmasını sabote etmeye odaklı Erdoğancıları mercek altına alırken, bu tabanın düşüncelerini duyurmasını, tartışabilmesini, gerek eğitim gerek bürokrasi gerekse iş dünyasında potansiyellerini geliştirebilmesini yasaklayan/engelleyen duruşunu asla terk etmeyen askeri ve sivil vesayetçi aktör ve kurumları da aynı kategoriye dâhil etmeyecek miyiz? Günlük yaşantıyı belirleyen mekân ve kuruluşlarda, Kemalizmi toplum mühendisliği ve otoriteye itaatle özdeşleştiren ve ebedi lidere ölene dek saygı ve sadakati her türlü demokratik değerin üstünde gören Kemalist tabanı da elbette bu meseleye dâhil edeceğiz. Bu geleneğin icabı olarak HDP ile seçim ittifakının yerine etnik Türkçü unsurlarla birlikte olmayı ve özellikle oy mülahazaları gibi çeşitli nedenlerle devlet şiddetini tercih eden liderleri ve sivil milyonları da. 

Daha öteye gidelim: aslında bu ülkede “milli irade” kavramını siyasete bağırış-çağırış kazandıran hep sağcılar oldu. Bu kavramın “sağ”dan gelmesinin ve sağın seçim kazanmasına ve yükselmesine hizmet etmesinin gerisinde de yine sağın, engelleyici/susturucu negatif bir siyasetin hedefi olması yattı. Çok partili dönemde milli irade hep bir kriz ortamı çığlığı olageldi. Vesayetçi güçlerin kendileri gibi olmayan, onlara biat etmeme potansiyeli taşıyan tüm hareketleri ezme, engelleme, kanatlarını kırma pratiği nedeniyle (Erdoğan’ın ekibine kıyasla “laikliğe yüzde yüz saygılı dindarların” platformu olan) merkez-sağ güçlerin cendereye alındığı bir ortamda atılan bir çığlık. Bu nedenle işlevi pozitif kuşatmacılık olan hoş bir seda oldu.

Erdoğan müritlerinin günümüzde hizmet ettiği milli irade anlayışına gelince, aslında vetocu siyasetin derdi “milli irade”nin tecellisi de değil. Askeri ve sivil vesayetçilerin karşısında hareket marjı edinme çığlığı ise hiç değil. Bir kere, Erdoğan ve ekibi 15 Temmuz darbe kalkışmasını başlangıçta çözmeye yeltenip sonra vazgeçtikleri ya da beceremedikleri ya da orduda partizan atama ve temizlik harekâtları ile “çözdük” inancına kapılıp kendi kendilerini kandırmayı tercih ettikleri bir sorunun, yani “askeri müdahale potansiyelinin,” süregelen bir diğer kanıtı olarak algılamamakta. Gülencilerin inisiyatifi olarak lanse ederek çözemedikleri, çözmekten kaçındıkları bir sorunu laf kalabalığı ile örtüp Gülen ekibine ve tüm “öteki”lere karşı canhıraş bir ittifak kurma niyetini gerçekleştirme fırsatı olarak değerlendirmekte. Bu meselenin başka bir incelemenin konusu olduğunu not ederek özetle şunu söylemek mümkün: Ne denli tehlikeli bir işe giriştiğini tam da idrak etmeden 15 Temmuz’a bulaşmış, oluşmasına yardımcı olmuş ve “mutlakiyet” ideolojisinin aracı olarak kullanagelmiş bir lider ekibinden söz ediyoruz. Ordu-siyaset ilişkilerine dair zerre kadar isabetli bir kavrayış ve politika geliştirmemiş bu lider ve çevresinin 15 Temmuz’un içerdiği saatli bombadan bihaber bir biçimde hareket ediyor olmaları şaşırtıcı değil. Yeni Milli Savunma Bakanı Akar’ın kendisinin de meftun kitle içinde yer aldığı bilinmekte. Başında olduğu camianın darbe teşebbüsünü şaibeli bir biçimde engellememiş ve bu nedenle emekli bile edilmemiş bir Genelkurmay Başkanı’nın Milli Savunma Bakanı olarak atanması, liderin Türkiye’nin ordu sorununu çözme yönünde ne denli basiretsiz ve sorunlu bir yöntemi seçtiğini açıkça ifade etmektedir: camiaya giriş ve çıkışı denetim altına alarak ve mümkün olduğunca partizan atamalar, terfiler, temizlikler yaparak orduyu AKP’lileştirmek. 

Konuya geri dönecek olursak; AKP’nin yeni muhafazakâr sağ otoriterlik projesi, askeri vesayet meselesini sonlandırmış olduğu inancı ile seçimlerde tecelli ettiğini varsaydığımız milli iradenin vücuda gelmiş hali sayılan Erdoğan’ı sonsuza dek baki kılmak adına, eski ittifakları bozarak, askeri vesayetçi artıkları da bağrına basan yeni ittifaklar kurmayı içermekte. İşin aslı o ki milli irade giderek azalan bir vurguyla kullanılagelmekte, kullanıldığında ise parlamenter kontrol ve dengeden muaf bir lider temerküzü projesini hayata geçirmeye hizmet etmekte.

MERKEZ SAĞIN OTORİTERLEŞME GAYRETİ?

Çok partili dönemde sağ muktedirlerin otoriterleşme gayreti olmadığını iddia etmek mümkün değil. Ancak, bunun çok farklı bir ortam olan 1970’li yılların projesi olduğunu not etmek gerekir: Bu otoriterleşme projesi, yeni (sosyal demokrat diyelim) CHP’nin yükselişi, vesayetçi güçlerin sürekli müdahaleleri ve kapitalist gelişmenin ivmesi ile hâkim sağ sınıflar içinde oluşan bölünme sonrasında “milli iradenin” geriletilmesinin getirdiği bir hegemonya arayışının ürünüdür. Demirel’in ünlü, “devletin demokratik otoritesini güçlendirmek” biçiminde hayli kibarlaştırarak ve içinde hâlâ demokrasi sözcüğüne yer vermeye özen göstererek yaptığı çıkış, lideri siyasetin merkezine oturtan, parlamentoyu berhava eden ve hukuka ve yargı organlarına zerre kadar önem vermeyen diktacı bir hayalin ürünü olmamıştır. Vesayetçi güçlerin engelleyici/yasaklayıcı siyasetinin müdahale bahanesi olan “solun yarattığı asayişsizliği” ortadan kaldırmak amacıyla sivil siyasetçilere daha fazla yetki kazandırma projesi olarak düşünülmüştür. Otoriter bir rejim oluşturma niyeti olarak değil, koyu vesayetçiliğin yarattığı kaygı ve belirsizlik ortamında başvurulan bir çaresizliğin ifadesi olarak değerlendirilmelidir. 

Yine Demirel’in Nisan 1980’de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin tıkanması sırasında dillendirdiği cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi talebi de “kendisi için” ebedi şeflik arayışının değil; Kemalist sivil ve asker cenahın (en hafif deyimiyle) negatif siyaset anlayışının sivil siyaseti engelleyici kapasitesinden arınmış, parlamenter nizam içinde yetkileri arttırılmış bir cumhurbaşkanı modelinin, yani bir istikrar arayışının ürünü idi. Demirel, Türk siyasetinin temel sorunu olan askeri otoriteyi sivil otoriteye bağlı kılmanın çetrefilliğini bilmeyen bir lider değildi. Bu itaatin temel koşulunun askeri bürokrasiyi sivil iradeye hem yasalarla hem de kendiliğinden muti kılacak, yani kendisi açısından da avantajlı hale dönüştürecek kültürel, kurumsal, kalıtımsal sorunları halletmek olduğunu idrak kapasitesine de sahipti. Ancak, hareket marjinin vesayetçiler tarafından iyice daraltıldığı o günün koşullarında, yine de bir şeyler yapmak zorunda hissederek hareket ettiği kesin. En önemlisi, bir yandan komutanların sırtlarını sıvazlarken, diğer yandan milli irade çığlıkları atmanın bu meseleyi asla çözemeyeceğini de biliyordu. Buna rağmen, bu tavrını da pragmatik bir yaklaşımla sürdüregeldi. Dolayısıyla, Erdoğancı siyasetle kıyaslandığında Demirelci siyasetin, tüm eksiklerine rağmen demokrasi ve laiklik meselelerine saygılı bir çizgi olduğunu; Demirel’in de gerek demokrasi gerekse dünya bilgisi bakımından Erdoğan’ı sınıfta bırakacağını not edelim.

Özetle, gerek devletçi-laikler, gerekse Erdoğancılar “öteki”nin de içinde akması gereken demokrasi suyunun akış yolunu değiştirme konusunda benzer güdülerle hareket edegeldiler. Ancak, global ve ulusal bağlamın değişen koşullarının da etkilediği bugünkü çok farklı ortamda bu tabana eğilmek ve anlamak zorundayız. Çünkü, Erdoğan’ın “tek”çilik kararlılığını besleyen ve karşı cenahı kamusal alandan dışlamaya odaklı siyasetlere destek veren bu kitle Türk demokrasisinin karşılaştığı en kritik sorunlardan başlıcası haline gelmiş durumda. 

Erdoğan’a meftunluk bir semptom olduğuna göre asli tetikleyici etkenler nedir? Sorun bu.

NEFRET Mİ KORKU MU? NEGATİF SİYASETİN TÜRKİYE’DEKİ İTİCİ DİNAMİKLERİ

Hem derinden, tabandan neşreden motivasyonlarla hem de tepeden aktif bir mobilizasyonun yarattığı ivme ile lidere sadakati yapışkanlık haline dönüşmüş %50’lik bir kitlenin siyasete aktif bir biçimde ancak kin ve husumetle katılarak, ülkenin siyasal kaderini şekillendirici etkisi ile karşı karşıyayız. Bu davranışın saiklerini anlamak için otoriter rejimlerin global ölçekte yükselmesi olgusuna getirilen genel-geçer açıklamalara bakılabilir. Ancak, çok genel bir perspektif içine oturtulduğunda, bu açıklamaların hemen hepsi otoriter sistemlerin yükselişini kapitalist global ekonomi-politiğin kurbanı olan “kaybedenlerin” geri dönüşünün tepkisi olarak açıklamakta. Türkiye örneğinde ise son on yıldır tırmandırılan hak-hukuk-insaf tanımazlık rejimi “kazananlar/yeni orta sınıflar” temelinde yükseliyor ve onların gözü kapalı desteği ile sınır tanımazlığını sürdürüyor. Dolayısıyla, gerek Erdoğan’ın otoriterliğinin özgün kaynaklarını analiz edebilmek, gerekse yapışkanlık kazanmış bir kitle sadakatinin bu olguya katkısını açıklamak için farklı noktalara, olgulara, koşullara yönelmenin gereği ortaya çıkıyor. 

Bu coğrafyada en sık duyduğumuz açıklama çerçevesi şu: muhafazakâr Erdoğancıların kurumsal demokrasiye iştahsızlıkları ve hukuk devletinin ayaklar altına alınmasına ilgisizliği, geçmişten günümüze süregelen devleti kutsama geleneğine bağlanabilir. Bu geleneğin devleti ele geçiren yeni lidere bulaşmasıyla “devlete saygı eşittir Erdoğan’a saygı” haline gelmiştir. Bu argüman malumun ilamıdır elbette ama ufuk açıcı olmak yerine verimsiz kültürcü bir tartışmanın da başlangıcını oluşturmaktadır. Rosanvallon da Batı için bu mealde bir hipotez getirmekte: Değişimci solun silinmesiyle siyasetin meselelere odaklanmaktan çıkarak lideri tarassut altına almaya dönüşmesi, bireyin “dünyada olanı biteni kavrayamamasının yarattığı öfke” ile birleşmekte. Böylece “demokratik” katılım, öfkeyi negatif motivasyon olarak alan bir kitlenin “tek umudu olarak nefrete” dönüşerek siyaseti şekillendirmekte. 

Ancak, bu çerçeve, bize benzeyen rejimler bağlamında açıklayıcı olmaktan ziyade konuyu bulandıran ve beraberinde sorular getiren bir genelleme: “ötekine” nefret hangi dozda olmalı ki amansız diktatörlerle adı anılan bir lidere sadakati oluştursun? Hangi açıklayıcı perspektif içine oturtulabilecek bir nefret-umut sarmalından söz etmekteyiz? Nefret, 16 yıldır süren bir negatif enerjinin yeterli yakıtını oluşturabilir mi? En önemlisi, vesayetçi odaklara beslenen nefretle, daha düne kadar aynı Sünni-muhafazakâr camia içinde arkadaş, dost-ahbap, komşu, meslektaş, amir, üst, ast ilişkileri sürdürülen Gülenci cemaate duyulan nefret aynı kefeye konabilir mi? Bu camiaya uygulanan insafsız, merhametsiz, hukuksuz enterne etme politikalarının kökeninde liderin Gülenci camiaya kişisel nefreti (teyp kayıtlarına geçen yolsuzluk kanıtı gibi) anlaşılabilirken, meftun kitlenin aynı husumetle hareket etmesini nasıl değerlendirebiliriz?

SİYASAL KORKU, ŞEYTANLA (FAUSTÇU) PAZARLIK

Lidere bağlılık dozunun “öteki”ne duyulan nefretle doğrudan bir ilgisi olmadığını düşünmek ve nefretin yerine siyasal korku unsurunu ikame etmek gerekir. Belki de, tek umudu öfke/şiddet/husumet olan bir taban yerine, korkuları nedeniyle umuda gücü yetmeyen bir tabandan söz ederek sorunu biraz daha derinleştirmekte yarar var. Ne var ki, siyasal korkunun birden fazla kaynağı olduğu gerçeğinden yola çıkmak zorundayız: En göze görüneni, Erdoğan iktidarı ile kurulan maddi-manevi yarar getirici (menfaat diyelim) ilişkilerin sona erme ihtimalinin yarattığı kaygı ve korkunun siyasallaşmada oynadığı itici güç. Kapitalist dünya ile ilişkileri kuvvetli bir liderin kendilerine sunduğu tüketim dünyasına heves ve iştahla katılan, eğitim, sağlık, konut, yaşam biçimi gibi temel koordinatların temininde (kaliteye demesek bile) lükse alışan bir muhafazakâr taban, bu liderin “ölene dek” işin başında kalmasını arzuluyor. Kaybetme korkusu o kadar hayati önemde bir güdüleme ki tabanın “adap-edep” ve ahlaki yükümlülüklerini bastırarak insanca ve hakça verilmesi gereken tepkilerini engelliyor. Bununla bağlantılı olarak, “Erdoğan olmazsa biz ne oluruz?” sorusunu gizli gizli kendisine soran bu meftunlar, demokrasinin asgari koşullarını yerine getirmesi gerekecek bir karşıt-geleceğin kendileri açısından bir eziyete dönüşeceğinin de farkında. İntikamcı saiklerle olsa da olmasa da hak ve hukuk çerçevesi içinde hesap sorma fasıllarının açılacağının bilincinde. 

Bu taban içerisinde Erdoğan’ın başlangıçtaki demokratik taahhütlerinden ve sergilediği daha düzgün kişilik özelliklerinden geri dönülemez bir biçimde uzaklaştığının bilincinde olup “yine de Reis’ten vazgeçmeyiz” tavrını sürdürenler de mevcut. Amerika’da köktenci-dindar kesim arasında da Başkan Trump’a oy vermelerinin sonrasında Başkan’ın dünyaya ilişkin cehaletinin, meselelere ilgisizliğinin, küçük bir çocuk seviyesindeki zekâsının, dengesizliğinin, gösteriş merakının ve şişkin egosunun farkına varıp sarsıntı geçiren, fakat yine de başkana sadakatini sürdürenler olması gibi. Trump’a yönelen bu sürekli sadakatin gerisinde yatan nedenler, Türkiye’de olup biteni hem andırıyor hem de önemli farklılıklar gösteriyor: muhafazakâr umdeleri indirgemeci bir zihniyetle yüksek mahkemeye üye atama, kürtajın ve göçmenlerin yasaklanması, büyük şirketlerin vergisinin düşürülmesi gibi iki ya da üç meselenin yasalaştırılmasına bağlayan Amerikalı köktenci muhafazakârlar başkana, bu icraatları gerçekleştirecek bir maşa olarak sadakatlerini sürdürmekte. Bu desteğin içerdiği ahlaki çarpıklığı sorgulama zahmetine girişmelerini engelleyen türdeş ve dar bir ortamda yaşadıklarından başkanla Faust’çu bir pazarlığı meşru saymaktalar. Türkiye’li Erdoğancıların sadakatinin gerisinde ise bu tür makro meselelere yoğunlaşmak yerine ülkenin gelişmişlik koşullarının da getirdiği kavuşulan yeni imkânlardan, statülerden ve nimetlerden vazgeçmeme gibi daha dar ve bencil güdülerden ve en önemlisi “korku”dan söz etmek gerekir.

STALİNESK KORKU

Siyasal korkuyu siyasal düşüncenin gelişim tarihi içinde analiz eden Corey Robin, Türkiye penceresinden bakıldığında da adeta cuk oturan son derece isabetli tespitler yapmakta. Korkunun ekonomi-politiğinin altını çizerek bu olgunun siyasette oynadığı merkezî role değinirken şu tespitte bulunmakta: “Siyasal korku bir toplumun iktidar ve kaynak dağılımını yeniden üretmeye ve kamusal tartışmaları etkilemeye hizmet ederek siyasetin temel dinamiğine dönüşür.” Türkiye rejiminde siyasal korkuyu düşünürken elbette güvenlikleştirme politikalarını olmazsa olmaz bir ön koşul olarak denkleme katmak gerekir. Bu noktada, Erdoğan’ın Türk sağının tarihi boyunca korkuyu bir yönetim aracı olarak en etkin biçimde kullanan lider olduğunu kayda geçirmek zorundayız. Dünyada en fazla gazeteci ve entelektüel tutuklama rekorunu elinde tutan, özel ve resmî kurumlarda görülmemiş cesamette temizlik yapan (130.000 civarı ve istatistikler her gün artmakta), 40.000 civarında kişiyi hapseden, gözaltına alan ve maddi-manevi işkence ile sorgulayan, ne idüğü belirsiz bir yargı yapısı önüne çıkarıp yapay yargılamalar yaptıran bir yönetim ekibinden söz etmekteyiz. “Cumhur”un başkanı seçilmesinden iki hafta sonra kendisinden hâlâ umudu kesmemişlerin “yeni dönemini mutlaka pozitif bir jestle açar” beklentisini sıfırlayarak ansızın yayımladığı bir kararname ile 18,632 devlet görevlisini işinden eden acımasız bir yönetim ekibi.

Bu uygulamaların kapsama alanı, barış akademisyenlerinden insan hakları gruplarına, devlet memurlarından serbest meslek erbabına, aydın ve gazetecilerden işadamlarına, sporculardan ev kadınlarına uzanan inanılmaz geniş bir yelpazeyi içine almakta. Robin, baskının yaygınlığını, uyandırılması amaçlanan korkunun öngörülen işlevinin iddialı olmasına bağlamakta. Bunu açıklayıcı kavram olarak “cebirin örnek eylemleri”ni kullanmakta: “Korku, bir kişiyi ya da kümeyi yok etmeye değil, onlardan bir örnek oluşturarak tüm toplumu susturmaya yönelir.” En önemli husus, siyasal korkunun tek başına değil, kendiliğinden devreye giren öz-sansür vasıtasıyla, bireyi “düşünme” ve kendisiyle “iç diyalog” eylemlerine girişme kapasitesini terk etmeye iterek işlemesidir.

Robin’in başvurduğu örnek Stalin ve onun acımasız yaygınlıktaki tutuklama, yok etme ve işkence politikalarının amaçladığı korkunun etkinliği. Satirist Armando Iannucci ise, Putin Rusyası’nda yasaklanan son filmi Stalin’in Ölümü’nde, Stalin’e mutlak itaati öngören bu korkunun terörize ettiği kitlelerin sadakatının geliştirdiği ahlaki çöküntüyü, ihanetleri ve izan tanımaz davranışları trajikomik bir üslupla ancak seyirciyi korkutucu derecede rahatsız ederek anlatmakta. Filimde bu sadakatin getirdiği inanılmaz sadakatsizlikleri anlatan en çarpıcı sahne, Merkez Komite Üyesi Vyachheslav Molotov’un eşinin gizli polis teşkilatının başı olan acımasız Lavrentiy Beria tarafından tutuklanmasına karşı Molotov’un gösterdiği “hak etmişti” tepkisidir. Erdoğan’ın elinde Molotov, Kruşçev, Malenkov, Beria kadar ideolojiyi terörizm adına mobilize etmeye kararlı gözü kara bir ekibin olmadığı kesin. Ancak, ustalık döneminin yeni normali olan korku politikaları, dayandığı toplum kesimleri arasında Gramscici “rıza” inşa faaliyetinin içerdiği “yapıcılığı ve yumuşaklığı” sarsan bir örnek olarak tarihe geçecek görünüyor. Gramscici hegemonya teorisinin öngördüğü üslubun ve yöntemin tam tersine, Türkiye örneği bize “öteki” meselesini sürekli gündemde tutarak ve güvenlik politikalarını da seferber ederek “korku” vasıtasıyla oluşturulabilecek yıkıcı ve kindar bir rızanın mümkünlüğünü/başarısını göstermekte. Bu başarının en önemli bileşeni, korkuyu etkin bir biçimde kullanarak hakikati iktidar lehine perdeleyen ve siyaseti şimdiye kadar görmediğimiz ölçülerde felç eden sadakat unsurudur. 

Bu tabloya sivil toplum yapılanma ve pratiğinin Türkiye’deki zafiyetini eklemeyi düşünmemiz kaçınılmaz. Ancak, Corey Robin’in muhteşem analizi, meselenin yalnızca bu ülkeye özgü bir zafiyet değil aslında tüm sivil toplumları kapsayan birer doğum hatası olduğunu savunmakta. Sivil toplumun küresel düzlemde ve tarihsel süreklilik içinde devlet baskıcılığının bir çarpanı olduğunu savunan yazar, “Soğuk Savaş’ta olduğu gibi sivil toplum bugün de demokrasilerde devletin hukuka uygunsuzluğu nedeniyle kullanması mümkün olmayan baskıcı araçları kullanarak devleti ikame etmeye [Türkiye örneğinde ilk akla gelen muhbirlik]; onun uyguladığı cezai yaptırımları çoğaltmaya ve devlet mercilerinin tek tek beceremeyecekleri [Gülencilere iş ve kız vermemek, selamı-sabahı kesmek gibi] fiillere önayak olmaya hizmet etmektedir. 

Son olarak, liderin vasatlığının kendisine bir ödül/bağlılık olarak geri dönmesini önemsiz saymamak gerektiğini eklemek gerek. Erdoğan’ı ebedileştirmeye adanmış taban, liderin kendileri gibi dezavantajlı bir altyapıdan gelmiş olmasını bir erdem seviyesine çıkarmakta. Vasat altı bir eğitimden geçmiş, dünya meseleleri üzerine hiçbir merakı ve bilgisi olmadığı gibi okuma alışkanlığı olmadığı için olmayacak olan, Türkçesi bozuk ve 16 yıllık liderliği boyunca kendi kontrolü dışında oluşturulmuş bir ortamda bilgili ve donanımlı muhataplarının sorularına cevap vermekten kaçınmayı becermiş bir lider olarak Erdoğan bu tabana tıpatıp benzemektedir. Farklılığa, muhalefete, eleştiriye, kadın haklarına tahammülsüzlüğü de Türkiye vasatlığının paylaştığı ve baştacı ettiği değerlerden sayıldığında, bu unsurların lider-severliğinin yapışkanlığı bir miktar daha anlaşılabilir.

Lideri “sihirbaz” olarak niteleyen, vasat-üstü niteliklere sahip olduklarını “varsaydığımız” çok kalabalık bir akademisyen grubunun hayranlığını nasıl değerlendirebiliriz? Varsayımlarımızı yeniden gözden geçirmemizin ve statü, iktidar, bolluk, lüks yaşam vs. gibi akademisyen cenahının (normalde) yanından geçmeyen unsurların bozucu etkilerini kaale almamızın dışında ne söylenebilir? Bu grubun tıpkı kendilerininki gibi vasat bir geçmişten, dar bir çevreden, manevi bir ortamdan gelmiş, üstelik olağanüstü muktedir olmayı başarmış bir liderin iktidar hikâyesine öykündükleri kesin. Ancak, öykünmenin yanısıra, eski rejimin getirdiği bir alışkanlıkla “başarılamaz” gördükleri bir testten geçerek bu konuma gelmiş ama hak-hukuk tanımaz bir rejime geçiş yapmış bu lideri eleştirmek, kınamak, uyarmak aslında kendi kendilerini inkâr anlamına gelmekte. Onun yerine durumu normalleştirme işlemine geçerek aslında kendi kendilerini yüceltme ve önemli sayma saikiyle de hareket ettiklerini düşünmek mümkün. 

Erdoğan’ın, çevresinde en entelektüel figür olarak varlığına tahammül edemeyip 2016 yılında küçültücü bir biçimde işine son verdiği Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun (Başbakan’ın başdanışmanı sıfatıyla) Batı’nın Türkiye’ye ilişkin kuşkularının hâlâ sürdüğü bir sırada, 20 Mart 2009 günü, Princeton Üniversitesi’nde AKP’nin entelektüel yüzü olarak yaptığı konuşmayı hatırlıyorum: Herkesin alkışladığı bu konuşmanın ilk bölümünde, Prof. Davutoğlu, Türkiye’nin özgünlüğünü kendine özgü, kitabından çok iyi bildiğimiz yaklaşımlarla açarak, ABD’nin Princeton gibi liberal üniversitelerinde var olan Türkiye’nin “İslâmcılaşma”sı kaygılarını bertaraf etmeye yönelmişti. Konuşmasının asıl çarpıcı yanı ABD’nin dış politikasının askeri-güvenlikçi dozunu eleştirmeye ayırdığı ikinci bölümün sonunda Princeton kalabalığına seslenişi idi: “ABD’nin Sezar’a değil Marcus Aurelius’a ihtiyacı var.”

İşin ilginç yanı şu ki, Roma’nın filozof imparatoru Marcus Aurelius’un öğretisi, 2009 sonrasında b yıl Dışişleri Bakanı, yirmi bir ay Başbakan olarak katkıda bulunduğu bir yönetim yapısının giderek artan bunca ağır baskıcılığına, güvenlikçi sindirme politikalarına ve hukuksuzluğuna suskun kalmış olan Prof. Davutoğlu’nun davranışını açıklama konusunda gerçekten ışık tutucu nitelikte: Aurelius’un sofist öğretisi, aslında cesaret eksikliğini tevil eden, başkaldırmamayı, alttan almayı besleyen ve tevekkülü, düşünceyi kontrol eden bir erdem olarak yücelten bir meditasyon ilkeleri bütünü:

“...birisine kızgınlık duymak ve ona sırt dönmek doğal olmayan bir davranıştır... (o birisine) müdahale, minnetsizlik, sadakatsızlık, bencil ve edep dışı davranışta bulunmak ve kötü niyet beslemek, bu suçları işleyenlerin neyin iyi neyin şeytanca olduğunu bilmeme cehaletinden kaynaklanır... düşüncen üzerinde gücün var ama dışarıda olup biten olaylar üzerinde değil.”