Birikim ve Birikim

Ülkemizdeki bir sol dergi için Birikim anlamlı bir isim. Geçmişimize bakarsanız sol yayın isimlerinin iddialı, eylemci, hattâ saldırgan olduklarını görürsünüz. Bir bakıma doğal ama, bu isimlerin yayının amacına ulaşması açısından bir yararı olup olmadığı da düşünülecek husus. Eskilerin deyimiyle ‘ismiyle müsemma’ (ismiyle özdeşleşmiş) denilebilecek bir nitelik kazanabildiler mi?.. Zannetmiyorum. Bir yandan sol grupların iç çekişmeleri, çelişkileri; diğer yandan egemen güçlerin kurban aradıklarında ilk hedef sayılmaları, sol yayınların sürekliliğini engelledi.

Sol yayınların hepsi bilinçli, hepsi bilimsel miydi? Asla. Ama bir süreklilik, ister istemez sağduyulu bir değerlendirmeyi, toplumumuzda eksik olan temel bilgilerin birikimini sağlayabilirdi. Onun yerini kapatma ve cezalandırmalara tepkilerin alması, asıl önemli olan konuların sağlıklı tartışılmasını, irdelenmesini engelledi. Düşünce yerine radikal eylemciliğin ön plana çıkmasına zemin hazırladı. Uzun süreli bir hazırlık döneminin yerini kısa vadeli planlamalar aldı. Ayakta kalabilme gerginliği birbirine kulak vermez gruplar üretti, karşılıklı suçlamalar ve ajan provokatör ilân etmeler ilke tartışmalarından öne geçti. Yükselen toz duman, karşı güçlerin işine yaradı. İyice de kullandılar. Solun evrensel ve insancıl tezlerinin gündem dışı bırakılması bu sayede sağlandı. Solun kültürümüzde bulunması gereken birikiminin oluşması önlendi.

Eylemci olmaktan çok gözlemci niteliği taşıyan, bunun için de okumaya ve dinlemeye meraklı bir kişi olarak bu oluşumlara kendi yaşamımda tanık oldum. Anlayabilmek için gereken birikimi sağlayabilmek uğrunda çaba sarfederken karşılaştığım olaylar, son yarım yüzyıllık sol serüvenimizin –sıradan vatandaş için– nasıl cereyan ettiğine örnekler sunuyor. Şunu da eklemeliyim ki, dışardan bakan tarafsız bir gözlemci değildim. Hayatım hep emekçi olarak geçti. Ailemin malî durumunun bozukluğu sebebiyle lisede ve üniversitenin ilk yıllarında yazları, ya Mersin’de tarladan sebzeleri toplayıp çuvallara doldurup atlı arabayla hale götürüp satar; ya da Fındık Birliği’nde katiplik, olmazsa tütün depolarında balya tartıcılığı yapardım. Kazandıklarımı da aileme teslim ederdim.

2. Dünya Savaşı dönemini bir ortaokul ve lise öğrencisi olarak yaşadım. Faşizme karşı demokratlarla sosyalistlerin işbirliği, okul sıralarında bizlerin de cephelere ayrılmamıza yol açmıştı. 1939 öncesinin Türk solu hakkında hiçbir bilgimiz yoktu. Bireysel girişimler ezilmiş, gereği kadar ilke Kemalizm’in içine sindirilmişti. Fazlasına ihtiyaç görülmüyordu, zaten toplumun sınıfsal yapısı da kapitalizmin özeleştirisi olan sosyalizmi özümseyebilecek bir nitelikte değildi. Solu önce, edebiyat hocamız romancı ve gazeteci Esat Mahmut Karakurt’un o sırada komünistlikten hapiste bulunan Nazım Hikmet’in şiirlerini derste okumasıyla tanıştık. Yani şiirsel bir tanışmaydı 1943’teki.

1946’da çok partili sisteme geçildi ve ilk kez sol sloganlar açık açık kullanılmaya başlandı. Ancak, 1944’teki Turancı temizliğinin 1945’te Tan Olayları ile Komünist temizliği şeklinde dengelenmesi, hele Sovyet tehditlerinin güncelliği korku ögesini her şeyin üzerine çıkarmıştı. Bu dönemde ilk kez işittiğim Manifesto sözcüğü, anlamını ve içeriğini bildiğimden değil, kulağıma hoş geldiği için, beni büyüklerime “şu kitap sizde varsa bir okuyayım” diye başvurmaya sevketti. Telaşla “Sus ol!..” dediler “o böyle açık açık aranmaz. Belki bazı özel kitaplıklarda bulunur.” Araştırmamı teşvik eden yok, önlemeye çalışan pek çoktu.

1947’de Bâbıali’de gazeteciliğe başladım. Elime geçen kitaplardan veya dergilerden bir şeyler öğrenmeye çalışıyordum. Tabiî ki sistemli bir öğreniş değildi. Bu arada zaman zaman yapılan komünist avlarının haber ve resimleri gazetelere gelirdi. Perişan kılıklı, bitkin 10-15 kişinin devleti devirme örgütlenmeleri yaptıkları iddiaları beni hep şaşırtmıştır. Eğer bunlar devleti devirebilecekse, o devlet ne kadar zavallı olmalıydı. Yoksa devlette vatandaşına karşı işlemeyen bir şey mi vardı?

Bir gün Yeni Sabah’ta gece servisinde son haberleri beklerken bir adam yıldırım hızıyla içeri girdi. ‘İşte Komünistliğin belgesi” diye yırtınıyordu. Elindeki kitaptan gösterdiği sayfada bir dağ resmi vardı. Dağın eteğinde toplu iğne başı büyüklüğünde görünen bir adam oturuyordu. “İşte Lenin... Komünist progpagandası yapıyor bu kitap” diye bağırıyordu. İğne başı bir milimetre, adamın başı onun onda biri. Lenin’in başı da olabilir, devenin başı da. Ama söylemek mümkün değil, adam “Siz de komünistsiniz” diye yaygarayı basacak. Zor başımızdan savdıktı.

1955-60 arasında Akşam’da haberler şefliği ve gece sekreterliği yaptım. Gazeteye giren bütün haberler ve atılan başlıklardan sorumluydum. Ayrıca o dönemde solcu kesimin en ünlü yazarları Vâlâ Nurettin, Aziz Nesin ve Çetin Altan’ın fıkralarıyla haberlerin çatışmamasını sağlamak gibi bir görevim de vardı. Rıfat Ilgaz’la da o dönemde tanıştım. Akşam en iddialı sol gazeteydi. Yazarlarımız birbirini aşma yarışı yaparken dışımızdaki sol da bizi yeterli bulmama yarışındaydı. Bu döneme ait en olumlu anım Aziz Nesin ile ilgilidir. Herkesin her şeyi herkesten daha iyi bildiğini ilân ettiği dönemde, benden mutlaka daha çok bilen yazar “Sen yabancı diller biliyorsun, okuduğun ilginç konuları bana da aktarırsan memnun olurum” demişti.

Sivillerin yapamadığını 27 Mayıs hareketi yaptı, her türlü düşünce ürününün serbestçe yayınına yol açıldı. TİP ve DİSK öncü kuruluşlar olarak önem kazandı, ama onlar da beliren sayısız fraksiyonla tam başedemediler. Solun sistemli öğrenememiş kütlelerin tüketimine dünyada mevcut eğilimlerin topu aynı anda sunuldu. Manifesto ile Lenin, Troçki, Mao, Che ve Giap’tan hangisini önce okursa genç onu her şey saymaya başladı. Kavram kargaşası yaratmak isteyenler bundan iyi yararlandılar. Solcular da birbirine damga vurma yarışındaydı. Tanıtma Ataşesi olarak Paris’te bulunduğum sırada ilk soru olarak “Sen hangi gruptansın?” diye soran “ileri” solculara rastladım. Bistrolara gidip kafayı çekerek “Ne olacak bu memleketin hali” sorusuna yanıt arayanlara katılmayıp kitaplıklarda gece yarılarına kadar çalıştığım için şüphelenenler de çıktı.

27 Mayıs’ta askerlerin kabul ettiği özgürlüklerin Türk toplumu için lüks olduğuna yine askerler 12 Mart uyarısıyla karar verdiler. Faruk Gürler Paşa’nın solcu olduğu söylentileri yayılırken bir yandan da bırakınız solcuları, biraz liberal düşünenleri bile içeri aldılar. Bende yurtdışında basın ataşesi olarak bulunmam unutulup “Avrupa’ya kaçmıştır” ihbarıyla Ankara Hilton’a tıkıldım. Sonradan öğrendiğime göre, İstanbul’da Basınköy’deki evimi, aralarında Yaşar Kemal ve Çetin Altan’ınkilerin de bulunduğu bir düzine evle birlikte bir gece yarısı süngü takmış askerler basmış ve yasak kitap araştırmasına girişmişler. İçerde yayımlananlar gibi, yurtdışında aldığım pek çok eser de orada vardı. Özellikle Pakistan’da bol bulunan Mao’nun serisinin tamamını almıştım. Bunları bulamamışlar, ama annem ertesi gün yumuşak bir kâğıda basılı bu kitapları bir leğenin içinde suyla erittikten sonra tuvalete dökmek gereğini duymuş. Haksız değildi, o baskının yarattığı korkuyla zona oldu ve uzun süre yatakta kaldı. Ayrıca diğer oğlu Doğan da ancak afla iki yılda bitecek bir basın suçu cezasını Sağmalcılar’da doldurmakla meşguldü.

12 Mart yüzbinlerce kitabı yakarken solda köklü bir birikim olanağını da sildi. Bunun etkisi CHP’nin benimsediği Ortanın Solu akımının gelişmesinde de kendini gösterdi. Tek parti ideolojisini oluşturan Kemalizm’in çoğulcu demokrasi koşullarına uydurulması çabaları arasında sol apayrı bir bunalım daha yaşadı. Ülkenin en köklü kurumunun düşünürleri birbirlerine girdiler. Ecevit’in Demokratik Sol’a dönüştürmeye çalıştığı akım yine komünistlikle suçlandı. Yüzde 43’lük oy oranını ona medyun olanlar Altıok’u daha evrensel ve çağdaş ilkelerle özdeşleştirme girişimlerine bigâne kaldılar. Sadece iktidar isteniyordu. Teorileri ön plana çıkaracak bir birikim orada da oluşmamıştı.

1974-1979 arasında Ecevit’in yakın bir yardımcısı olarak çalışmam benim birikimime hayli katkı sağladı, ancak topluma sunuluşum hiç de tutarlı olmadı. Sağ kesim “Moskova’ya, Moskova’ya” diye gazete sütunlarında teşhir ederken, CHP liderinin Avrupa’daki mitinglerini düzenlerken bizim dışımızdaki fraksiyonlara göre “faşist”tim. İtiraf etmeliyim ki bu çabalarım sırasında en büyük zorluğu sol kesimlerden çektim. Moskova’yı ziyarette Nazım Hikmet’in mezarını ziyaret etmezsen ‘gericisin’, Bilderberg toplantısına katılırsan ‘satılmış’.

Sol ile kütleler arasındaki kopukluğa en çok bu dönemde tanık oldum. Bir tarafta Anadolu’da dağlardan yuvarlanırcasına koşarak Karaoğlan’ın arabasına yetişmeye çalışan vatandaş vardı. Diğer tarafta onlarla bağlantıyı kurması gereken politikacılar. Bu müthiş potansiyelin birikimi olmayan siyasiler elinde nasıl yüzde onlara indiğini hizipçilerin oyunları içinde yaşayarak gördüm. Kusurları ileri sürülse de, içlerinde “Bu bir yüz metre koşusu değil, bir maratondur, uzun nefes işidir” bilincine tek sahip olanın Ecevit olduğunu itiraf etmeliyiz. Sanırım CHP dışında da Mehmet Ali Aybar.

Solun içinde bir sağırlar diyalogunun sürdüğü 1970’lerin sonunda daha da belirgin hale gelmişti. Almanya’da katılmaya çağrıldığım, işçilerimize yönelik “Türkiye için kapitalist olmayan kalkınma modeli” konulu bir toplantıda bütün konuşmacıların ve katılımcıların kendi şahsi sermayelerini kurtaracak formüller üzerinde durduklarını fark etmiş, kendilerine de hatırlatmıştım. Aynı sırada Hacettepe Üniversitesi’ndeki İnkılap Tarihi dersimde, tam tersi görüşlere rastlayabildim. Her toplumun kendi özelliklerini dikkate alarak çözüm araması gerektiğini, Çin’de o sırada gündemde olan Mao’nun dışlanmasını anımsatarak örneklemiştim. Solcu bir genç karşı çıktıydı: “Mao olmazsa Enver Hoca’yı örnek alırız.” 1990’da, daha komünizmin tasfiyesinden önce gördüğüm Arnavutluk’un durumunu o solcu gence gösterebilmek isterdim.

Gücünün işgal edilmiş bölgeler yaratmaya yeterli olduğunu sanan sol 12 Eylül 1980’de bir anda yerle bir oldu. Bu arada 1971’de Faruk Gürler Paşa için yapıldığı gibi, bu kez de “İki beyinli adam” diye övülen Haydar Saltık Paşa’nın solcu olduğunu bazı sol kesimler fısıldıyorlardı. Oysa liberalizmi kökleştirme amaçlı hareket bütün örgütleri tasfiye etti, yayınları yüzbinlerle yaktı. Bütün birikimleri unutturacak bir depolitizasyon eylemine girişti.

Asıl önemlisi, bir zamanlar solun bayrağını en önde taşımak iddiasında bulunanlardan “liboş” adı verilen yaratıkların belirmesine zemin hazırladı. Bunların sol birikime zararı, tahmin edilebilecekten de büyük oldu. Şimdi ders verdiğim yüksek öğretim kurumlarındaki öğrencilerim arasında –bizim 1943’teki halimiz gibi– 1981 öncesini anımsayan, bilen yok. Önlerine Özal’dan başka örnek sürülmüyor. Gündem, Özal’a yetişip yetişmemek ya da onu aşıp aşmamaktan ibaret. Öbür yandan Türkiye, partilerinin aklı dışlayan eğilimlere ödün verdiği bir ortamda, şeriat isteyenlerle nasıl başedeceğinin şaşkınlığı içinde bulunuyor. Birikimi neredeyse sıfıra indirilmiş bir gençlikle, sayısı giderek azalan sendikacıların durumuna bakıp eksiğimizi saptamak zorundayız: Yeterince heyecan yaşadık, artık bilinçli bir birikime gereksinmemiz var.

İlk adımı 22 yıl, ikincisi yaklaşık 9 yıl önce atılan Birikim’in 100. sayısına erişebilmesi bende bu çağrışımları yarattı.