Türkiye, Avrupa Birliği ve Şiddet

AVRUPA’NIN TERCİHİ

Birkaç yüzyıldır birbirleriyle rekabetlerini bir Batılılaşma sorunsalı içerisinde sürdüren iki Doğulu ulusun, Türkler’in ve Ruslar’ın, Batılı bir toplum olabilmek açısından içinde bulundukları şu mahut tarihsel geç kalmışlığın telafi edilemezliği, bu iki ulusu farklı tepkiler geliştirdikleri bir bunalım ve çözümsüzlük içerisinde tutmaktadır. Ruslar, başlangıçta Ortodoksluk, daha sonra ise Marksist ideolojiler çevresinde bu Batılılaşma mecburiyetlerini bir karşısürüm ve farklılığını koruma biçiminde ifade etmeye çalışırken, bir ölçüde bunu da başarmışlar; sapkın, çevresel veya merkez karşıtı bir güç olma ve kendi özgün kişiliğini koruyan bir Batılılaşma yolu üretmeye çalışmışlardır. Tolstoy, Dostoyevski, Gorki, Lenin, Bakunin ve hattâ Soljenitsin arasındaki ortak payda, tüm farklılıklarına rağmen temeldeki bir birliği de ortaya koymaktadır. Anarşizmden Marksizm’e, Çarlıktan Stalinizm’e değin dalgalanan bu temel çizginin direnci, Avrupa’nın ikinci binyıl başında yaptığı tercihte de kendisini ortaya koymaktadır. Rusya yerine Türkiye’nin tercihi, bu iki Doğulu ulusa karşı Rusya’nın frenlenmeye çalışıldığı geleneksel politika yanında başka aktüel çıkarlara da dayanmaktadır belki. Ama bunda en önemli saik sanırım Rusya’nın merkezî bir güç olarak Avrupa Birliği’ne dahil olma önşartı ve daha derinlikli bir Batılılaşma çabasına karşı Türkiye’nin yüzeysel, derinliksiz, taklide ve güç kazanmaya yönelik; Batılılaşma konseptini tam olarak kavramasa ve uygulamaya çalışmasa da Batı karşısında duruşundaki kayıtsız teslimiyetçiliğindeki avantajların da görülmesi ve benimsenmesidir. Zira Avrupa’nın merkezini Fransa, İngiltere, Almanya üçgeni teşkil etmektedir. Rusya, Türkiye, Yunanistan gibi ülkeler temel Avrupa konseptinin içerisinde bulunmayan çevresel ülkelerdir. Avrupa ise, doğal olarak çevresinde yer alan potansiyel bir merkeziyete izin vermek istememektedir. Bosna ve Kosova’ya yapılan müdahaleler, Avrupa’nın demokrasi ve insan hakları aşkından ziyade işte bu temel potansiyel tehlikenin bertarafı amacıyla yapılmıştır. Aynı duyarlılığın Çeçen ve Kürt sorunu karşısında gösterilmemesi de bu temel duyarlılığı ele vermektedir. Zira Çeçenya, Rusya’nın arka bahçesidir; Avrupa’nın göbeği değil. Hem bu yolla yeşil kuşak projesinin üst sınırı biraz daha kuzeye kaydırılmaktadır. Kürt sorununda nihai tercihin Türkiye yönünde yapılmasında ise, Rusya’nın tercih edilemezliği, kararlılığının oluşumu yanında, Türkiye üzerinden İsrail, Türkî Cumhuriyetler, hattâ İslâm dünyası eksenlerine yönelik politikaların ve hegemonik ilişkilerin üretilebilmesi yönünde, özellikle son yirmi yıllık dönemde Türkiye tarafından üretilen ya da üretmeye icbar edilen politikaların elverişliliği de bir etken oluşturmuştur. Anlaşılan o ki, Rusya’nın komünist bloku tasfiyesi Batı açısından şimdilik yeterli bir güvence oluşturmamaktadır. Bu, daha çok taktik bir değişim olarak görülmekte ve Rusya mümkün olduğunca zayıflatılmaya çalışılmaktadır.

Türkiye ise Avrupa ve ABD arasındaki çelişkileri değerlendirmeye çalışarak bu çelişkilerin cidarlarına tutunmaya çalışan geleneksel vesayetçi Batılılaşmacı politikası doğrultusunda ABD kozunu oynayarak Avrupa Birliği adaylığına ulaşma becerisini -elbet buna bir beceri denebilirse- göstermiştir. ABD, Türkiye yoluyla İsrail, Kafkaslar ve Orta Asya kadar İslâm dünyasını da kontrol altında tutmak istemektedir ve bunda da haksız değildir. ABD’nin bu stratejisi Avrupa tarafından da dikkatle izlenmektedir. PKK kartı elinden alınmış bir Avrupa’nın başka çaresi de yok gibidir. Türkiye vasıtasıyla içselleştirilecek olan Kürt sorunu belki bu kez de içten ajite edileceği bir kertede tutulurken, şimdilik görmezlikten gelinecek; ama üyeliği hâlâ askıda tutulan Türkiye açısından bu sorun, üyeliğe kabulün bir önşartı olarak, Demokles’in kılıcı gibi Türkiye’nin başının üstünde tutulmaya devam edilecektir. Yine de tüm bu argümanlar daha çok politik söylemin beslendiği üstel bir tasvire aittir; asıl sorun her şeye rağmen Türkiye’nin nüfusu, kültürü ve sosyo-ekonomik sorunlarında düğümlenmektedir. Öte yandan Avrupa’nın Türkiye’yi kabulü içsel veya jeopolitik bir zorunluluğa da dayanmamaktadır. Bu, karşılığında belli bedellerin ödeneceği bir lütuf gibidir. Avrupa, adeta Türkiye’yi satın almaktadır. Kuzey’e karşı Güney’in tercihi neredeyse bir fiyat sorunudur. Bu fiyatı ödemeye razı olan ise Rusya değil, Türkiye’dir. Rusya çünkü, bilmektedir ki Avrupa’nın onu tam olarak kabul etmese bile, tam olarak dışlaması da mümkün değildir. Ama Türkiye egemenlerinin yüzyıldır oluşturdukları politikalar, Batı tarafından benimsenmenin muasır medeniyet seviyesine ulaşmak olarak görüldüğü bir hayatiyet sorunudur. Türkiye doğal bir Avrupalı değildir ve öte yandan bir Avrupalı olabilmek için tüm gemilerini de yakmıştır. Oysa Rusya, Avrupa içlerine değin nüfuz eden bir güce sahip olan doğal bir Avrupalı, bir Doğu Avrupalı’dır. Hem Türkiye’nin yüzyıldır yatırım yaptığı tek yönlü politik yatırımlar sonucu, artık döneceği ve sığınabileceği bir arka bahçesi de yoktur.

SİYASET VE ŞİDDET

Ancak Türkiye açısından, birçok sorunda olduğu gibi, Avrupalılaşmak da daha çok politik bir sorundur. Nitekim, tıpkı geçen yüzyılda Avrupa ülkeleri ile yapılan görüşmeler öncesi düzenlenen reform toplantıları gibi AGİT öncesinde de, daha önceleri devletin ancak ceza ve tutukevlerinde kabul ettiği sivil toplum örgütlerini İnsan Hakları ile sorumlu Devlet Bakanlığı ilk kez uygar bir ilişkiler zemininde muhatap olarak kabul etmiştir. Ama AGİT sonrası Türkiye’sinde temelde değişen bir şey yoktur ve egemenler geleneksel politikalarına dönmek için kendilerini haklı kılacak birkaç şiddet örgütü potansiyelini her zaman elleri altında tutmaktadırlar.

Türkiye’de, kutsal ve tanrısal bir yetke olarak tebarüz eden devletin hegemonyacı niteliği ve toplumsal sorunların çözümünü siyasete atfetmekten başka çare bulamayan, bu yüzden de devleti ve siyaseti aşırı bir cazibe merkezi haline getiren sivil ve siyasî toplumun gerek nesnel çıkarları gerekse oluşturdukları yanlış bilinç sonucu toplumsallık o denli politize olmuştur ki, hemen tüm insanî ve toplumsal sorunlar politik argümanlar ve kalıplar içerisinde ele alınmaktadır. Ayrıca uygulanan politizasyon ve politik şiddet, karşıt akımlarını da yaratarak bu eğilimi her alana bulaştırmaktadır. Sözgelimi ’68 olayları kadar, daha sonraki İslâmî aydınlanma ve uyanış dönemindeki sivil toplum hareketlerinin aşırı politizasyona yönelmeleri de, bir bakıma sistemin yansılandığı aldatıcı ve etki altındaki gelişmelerdir. Bu ise, tıpkı Türkiye’nin Avrupalılaşma çabalarını endekslediği politik çabalar gibi, hedeflenen kimi amaçlara ulaşıncaya değin tüm gelişme potansiyelini siyasî, askerî ya da endüstriyel alanlara kanalize eden, ama diğer yönlerin gelişimini ihmal eden ya da askıya alan bir eşitsiz gelişme formülüdür. Baştan çıkarıcı ve kolaycı olan bu formül ise kendi çıkmazını kendi içerisinde taşımaktadır. Çünkü Ortadoğu ülkelerinin örnekliğinde de görülebileceği gibi salt askerî alanlara yapılan yatırımlar, tam aksine bu eşitlenme çabasını imkânsızlaştırmaktadır. Japonya ise bunun karşıtı bir örnekliktir. Bu yolla, zaten kıt olan yatırım potansiyeli, hedeflenen amaçlar açısından albenili olsa da rasyonel olmayan ölü yatırımlara dönüştürülmekte; ayrıca silâhlanma çabalarının çevre ülkelerinde yarattığı tehdit edici pozisyon, karşılıklı bir şiddete yatırımın nihayetsizliğinde tüm olumlu gelişmelere de ket vurmaktadır. Beri yandan egemen sistem tarafından oluşturulan bu gelişmecilik stratejisi alt iktidar öbeklerini; solcu, İslâmcı, Kürtçü çevreleri de etkileyerek bu çevrelerde de kendi sorunlarının çözümünü siyasete ve şiddete yapılacak yatırımlarda gören bir psikozu geliştirecek; şiddetin ürettiği şiddetin sonucu ise, tüm utkusunu kendi halkı karşısındaki ezici sindirme operasyonlarında bulan bir başarı yanılsaması ve iç düşmanlar kavramsallığına daraltılmış kendi çocuklarını yeme ve tüketmenin yarattığı marazi-sadist bir tatmine varacaktır.

Oysa aynı iç özgürleşim çabaları olumlu bir çatışma ve barışçı bir kavramsallıkla ivmelendirilebilseydi, üretken bir toplumsallığın oluşumunda önemli bir potansiyele de dönüşebilecekti. Ne ki, dünyaya iç ve dış düşmanlar mantığıyla bakmaya uyarlanmış avcıl bir içgüdü, bu temel içgüdüsünü tasfiye etmediği sürece muasır medeniyet seviyesine varmayı bir yana koyun, bu çağcıl kavramsallığı anlaması bile düşünülemeyecek; her başarısızlığının faturası ise, militer despotizmin doğası gereği, bir iç ya da dış düşmana ödetilerek, bu yolla oluşturulan bir telafi mekanizmasıyla yetinilecek; kendi gerçekliğiyle yüzleşmekten ise ısrarla kaçınılacaktır.

AVRUPALILAŞMA PARADOKSU

AB süreci, dolaylı bir biçimde daha şimdiden Türkiye’nin baskılandığı bir süreçtir; amacın ortadan yittiği, araçsallaştırıcı bir süreç. Her iki kesimin de söylemleriyle somut amaçları oldukça farklıdır. Türkiye temel merkeziyetçi ve baskıcı politikalarından vazgeçmeyi hiç de düşünmediği halde, sokak köpeklerinin itlafı ve kokoreçin yasaklanması gibi alanlarda uyum sürecini işlevleştirmeye çalışırken, ödeyeceği bedelin maliyetinin yine halkın yoksullaştırılması pahasına gerçekleştireceğini daha şimdiden ortaya koymaktadır. Öyle ya Türkiye’de ne Fransa’daki gibi çıkarlarının bilincinde olan çiftçiler, ne Hollanda’daki gibi besiciler, ne İngiltere’deki gibi bilinçli tüketiciler, ne de İskandinav ülkeleri gibi Avrupa Birliği’ni sorgulayan aydınlar bulunmaktadır. Hattâ bırakınız sorgulamayı, kendi etkisizlik ve becerisizlikleri nedeniyle devletin baskıcılığıyla başedemeyen ve daha düne kadar Avrupa’yı sömürgeci ya da gavur olarak gören, demokrasi ve insan hakları söylemini ise bir burjuva aldatmacası ya da küfür olarak niteleyen solcu ve İslâmcı aydınlarımız, şimdilerde Avrupa Birliği’ni kendi özgürleşimlerinin bile bir güvencesi olarak görmeye başlamışlardır. Bu rüyadan uyandığımızda cennette mi, yoksa cehennemde mi gözlerimizi açacağımız ise, bugüne değin sürdürdüğümüz tecrübelerde belirgin değil mi?

Türkiye, Batılılaşma yönünde yaptığı tercihinin bedelini, baskı altında tuttuğu halka ödetmekte; ama seçtiği bu paradoksal yöntemin zorunlu sonucu olarak tuttuğu bu yol, onu hep hedefinin dışına doğru sürüklemektedir. Batılı güçlerle yerli işbirlikçileri arasındaki ilişki bir açıdan bir sömürü ilişkisi iken, bir açıdan da eşitsiz gelişmenin yol açtığı şu telafi edilemez gerilik pozisyonunun altedilmesini amaçlayan ve soyut bir ‘iyi niyet’le ödünlenen bir modernleşme programıdır. Ülkenin bu çağcıl düzeye ulaşması için sürdürülmeye çalışılan, ancak aradaki mesafenin bir türlü kapatılamadığı bu koşunun kan bedeli halkın ekmeğinden kesilirken, bunu mümkün kılacak tek yöntem olan zorbalık ise, aynı zamanda halkın özgürleşiminin de askıya alınmasını gerektirmektedir. Demokrasi ile Cumhuriyet arasında oluşan paradoksun temel nedeni de işte bu açmazda yatmaktadır. Bu açmazın devleti zorunlu kaldığı şiddet -ki devlet, tanımı gereği zaten temelde şiddetin meşrû (!) kullanım hakkını elinde tutan bir organizasyondur-, giderek tüm siyasal sürecin ve toplumsal pratiklerin şiddete güdülendiği ve şiddetle zehirlendiği bir plantasyona dönüştürmektedir ülkeyi: rüzgâr eken fırtına biçmektedir. Sonuçta ise tartışma kimin şiddeti meşrudur, yaratıcıdır, haklıdır ya da çağdaştır biçimindeki polemiklerde yararsızlaşmakta, ama yürürlükteliğini asla yitirmemektedir.

AKTÜEL ŞİDDETİN MANTIĞI VE TARİHİ

Şiddet bir kültürdür ve bu kültür toplumumuzun sadomazohizmiyle tuhaf bir duygudaşlıkta harmanlanmıştır. Beri yandan sivil toplumun kendisini özgürce ifadesine izin vermeyen sistem, zımni olarak siyaset yapmanın ve siyasal muhalifliğin yegâne yöntemi olarak şiddete dayalı bir başvuruyu kışkırtarak toplumsal muhalefeti bu yolla illegalize ve terörize etmektedir. Zira bu tür bir yolun benimsenmesini yeğleyen herhangi bir örgütün yaratacağı şiddet, devletin örgütselliğinin gücü karşısında, devletin yaratacağı şiddeti ve terörü meşrûlaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Sonuçta şiddet şiddeti besleyecek, meşrûlaştıracak ve aklayacaktır. O nedenle, şiddete şiddetle karşı koymanın bedelini yine şiddet karşıtlığı ödeyecektir. Dolayısıyla şiddetten başka çıkış yolunun olmaması bu anlamda tüm haklılığını ve meşrûiyetini yitirmektedir. Çünkü şiddet bir çıkış yolu olmadığı gibi, karşıtının elindeki her halükârda senden daha güçlü ve etkili olan silahın kullanımını haklılaştırmakta ve sonuçta karşıtını güçlendirmekte; öte yandan bu sonuç, olası diğer çıkış yollarını da tıkamaktadır.

Buraya kadar söylenilenler, belki de ülkemizdeki toplumsal hareketlerin tarihinden imbiklenmiş teorik sonuçlardır ve tüm bunlar, bu teorik uslamlamaları haksız kılan bir başka ülke ve bir başka tarihin bulunmadığı -bu, yine de şiddeti ve yıldırıyı haklılaştırmasa da- anlamına gelmeyebilir.

Burada uzun bir tarihsel anlatıya girmeyeceğim; çünkü her şey o kadar birbirinin benzeri ki, isimler ve tarihleri sildiğinizde anlatılan tüm öyküler hep aynı gerçekliği dile getirmekteler. Sözgelimi ’68 hareketinin neden giderek şiddetsever bir harekete evrilerek kendi karşıtını, ülkücü şiddeti kışkırttığı ya da tersinin olduğunu açıklarken kuşkusuz bir ölçüde spontan olan bu hareketlerin, büyük ölçüde edindikleri kültür, içlerinde bulundukları sosyo-politik koşullar ve marûz kaldıkları davranışlar sonucu Batı’daki benzerlerinin aksine şiddetten kaçınamayışlarını ve kendilerini daha en başından mevhum bir dış düşmanla işbirliği içerisinde gören potansiyel bir iç düşman olarak tanımlayan bir anlayışa muhatap olduklarını unutabilir miyiz? Ne kendilerine güller sunulmuş ne de sapla saman ayrıştırılmıştı. Hiç kimse birbirini anlamayı, dinlemeyi düşünmüyordu; herkesin tek amacı vardı: Kahretmek. Ama karşıtıyla birlikte kendisinin de kahrolduğu bir sadist ölümseverliğin varacağı sonuçları kim kestirebilirdi? Zehirli düşlerin çiçeklenmesi için koşullar oldukça uygundu. Bu kurak zeminde çöl bitkilerinden başka ne yetişebilirdi. Devlete düşmanlar gerekliydi ve bu düşmanlar olmasa da yaratılırdı. Devleti olduğu kadar ideolojik grupları da ayakta tutan düşmanlarıydı.

Şiddet şiddetle bastırıldı, ama bastırılmayan, hattâ kışkırtılan yönler de vardı; şiddet şiddeti de yaratmaktaydı çünkü. Sol özgürlükçü hareketlerin yuvalanabileceği tek makûl zemin olan burjuvazi-proletarya ikileminin sosyo-politik nakıslığı giderek bu hareketleri irrasyonelleştirerek terörize ederken, köklerinin kurutulmasını da kolaylaştırmaktaydı. Ama bir kez toprakta kök salan bu kötülük çiçekleri kendisine uygun bir başka zemin bulmakta hiç de güçlük çekmeyecekti; toprak münbitti çünkü bu açıdan. Solun içerisinde yurtlanabileceği yeterli bir proletarya zemini olmadığı; sivil ve siyasal oluşumlar da ketlendiği için yegâne çıkış yolu olarak kalan alanda türeyen illegal terörist örgütler, ülkenin serada yetiştirilen o naif burjuvazisini ve Batılı işbirlikçilerini rahatlatmak için kentlerden kovulunca dağlara ve kırsala çekileceklerdir. Ülkenin en önemli ve rasyonel ideolojisi ulusçuluk olduğuna göre, karşı ideoloji de elbette ulusçuluk olmalıdır. Kötülük çiçeklerinin açacağı zemin daha şimdiden bellidir: Kürtçülük, yani PKK.

Bölgedeki sol hareketleri soğurarak devleti rahatlatan PKK’nın nüfuz edemediği tek alan vardır; özellikle İran İslâm Devrimi’nin rüzgârıyla da ivme kazanmış olan İslâmî hareketler. Öyle ki ’80 sonrası Diyarbakır, hem kitabevi sayısı hem de kitap satış ve okuması açısından Türkiye ortalamasını bile geride bırakmıştır. Ancak PKK, kentlerdeki etkinliğini arttırdıkça İslâmî kesimler üzerindeki baskısını da artıracak; tam da İran Devrimi’nin rüzgârının giderek zayıfladığı bu yıllar, PKK’nın militer başarıları sonucu hem PKK sempatisini artırırken, hem de İslâmî alanda, daha sonra Hizbullah olarak ünlenecek olana bir oluşum, teorik ve pratik düzeyde PKK’ya olan kaçışı önlemek için İslâmi hareket açısından yeni, ama hiç de yabancısı olmadığımız bir yola başvuracaklardır: Şiddet. Bu yıllarda şiddet, örgütsel başarının olduğu kadar cazibenin de tek dayanağıdır; haklı olmanın yolu artık güçten, yani yıldırıdan geçmektedir. Karizma kazanmanın yolu siyasal geleneğimizin de doğruladığı gibi koparılan kafalarla döşenecektir; ilmi tartışmalara katılan kafalarla değil.

Hizbullah ise, bir yönden Lübnan Hizbullah’ının adının yarattığı prestijden yararlanırken, öte yandan şiddeti kullanma tekelinin yaratacağı meşrûiyeti ya da bir başka deyişle yıldırı avantajını kullanarak öncelikle kendisine yönelik hayatî bir tehdit olan PKK’ya karşı savaşıma girişecektir. Zamanla bu savaşım Hizbullah şemsiyesi altına girmeyen, yani ‘ulu’l emr’e’ itaat etmeyen, ‘zekât’ vermeyen, ‘asker’e gitmeyen, yani örgüte katılmayan İslâmî kesimlere de yönelecektir. Söylem farklıdır, ama eyleme biçimi PKK, hattâ devlet örnekliğinde otoriter-militer mantıkların tipik bir tezahürüdür. Kötülük çiçekleri çoğaldıkça kitabevlerinin yerini örgüt evleri, kitap okuma ve teorik tartışmaların yerini ise örgütsel talimat ve dokümanların ezberi alacaktır. Gerçi tarikatlardan tutun medreselere kadar bu, biçim ve gelenek açısından hiç de yabancısı olmadığımız bir eğilimdir. Ancak bu eğilim şimdi sistemin, PKK’nın, İhvan-ı Müslimin hareketinin ve İran Devrimi’nin dolayımıyla modernleştirilerek sözümona devrimci bir içerikle terörize edilmiştir. Ali Şeriatî, Ne Yapmalı’da, ‘ne yapmalı’ diye soranlara, ‘daha yeterince konuşmadık, tartışmadık ki, yapmaya da başlayalım’ der. Ama burada artık söz bitmiştir, eylem vaktidir. Eylemin keskin kılıcının yaptığı ilk şey ise söylemin (lafazanlığın) dilini koparmaktır.

PKK, geleneksel Kürt isyanlarının veya Kürt ulusalcılığının izleğinde, Marksist Üçüncü Dünya ulusalcı direnişlerinin geç kalmış bir versiyonuydu; ama bölge halkına kendisini benimsetmiş ve neredeyse bölgenin yegâne halk hareketi haline gelmiş, dolayısıyla kendisinden önceki aşiret yapılarını olduğu kadar sol ve İslâmî yapıları da büyük ölçüde tasfiye etmişti. Hizbullah da bu izlek üzerinde, ama daha güncel ve bölgesel hareketlerden, İhvan’ın kapalı örgütsel hareket modeli ve İran İslâm Devrimi’nden esinlenerek yola çıkacaktır. Ama hareketin daha sonrası geleneksel ve mevcut sosyo-politik ve genetik kodların egemenleştiği ve belirleyici olduğu bir sürece evrilecektir. Bir kez hareket örgütleşince, geçerli olan artık hareketin değil, örgütün mantığıdır. Kürtçü ve aşiretsel bir zemin üzerinde boyveren sol bir örgütlenme tarzı ve mantığı, neredeyse her şeyin PKK’nın bıraktığı yerden ama daha sekter bir biçimde sürdürülmesidir. Zira özgüt, İran Devrimi’nin hiçbir zaman silahlı eylemlere ve kapalı örgütsel yapılanmalara başvurmayan bir halk hareketi oluşunu kavrayamayacak ve buna ait altyapıya da sahip olamayan soyut ve tepkisel bir oluşumdur. Öte yandan İhvan kadar da teorik birikimi ve halk desteği bulunmamaktadır.

Dolayısıyla Hizbullah, ortaya çıkışındaki yapay ve ister Kürtçü isterse İslâmcı medrese-tarikat geleneğine oturmayan bu sekter örgütsel yapısıyla, daha başlangıcından itibaren manipülasyonlara ve araçsallaştırılmaya da oldukça yatkındır. Nitekim örgütün tasfiye biçimi de bunu çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır. İnfazına direnilen bir Öcalan’a karşı Velioğlu bir tür yargısız infazla ortadan kaldırılmıştır. Örgütün ele alınışı ve değerlendirilmesi bile hiçbir zaman Güneydoğu, Kürt ya da İslâm gerçekliğiyle ilişkilendirilmeden, daha çok siyasal bir enstrüman biçiminde olmuştur. Analizler sosyolojik olmaktan çok, bir toplum mühendisliği düzeyinde sürdürülmektedir. Tıpkı siyasal bir enstrüman gibi. Öyle ki, bu siyasal enstrüman Güneydoğu’da ve PKK karşısında kullanılışlıdır. Ama ne zaman Batı’ya, büyük kentlere ve işadamlarına (!) karşı eylemlere girişilmişse, o zaman enstrümantal niteliğini yitirmiştir. Oysa sorun salt siyasal veya militer bir sorun değildir. İşlenen cinayetlerin vahşi yüzü, bu cinayetlere muhatap olan ya da bu cinayetleri işleyen insanların toplumsal yaygınlığı, sorunu İslâmî olduğu kadar, insanî bir trajediye de dönüştürmüştür. Zira her halükârda bu sorun, bu ülkeye ait bir gerçekliğin dışavurumudur. Tıpkı Uzakdoğu, Afrika ya da Güney Amerika’da işlenen şu vahşi örgütsel katliamlar gibi Güneydoğu’ya lokalize edilmeye çalışılan son yirmi yıllık cinayetler de, aslında ülkemizin mikro kültürüne, genetiğine dek işlemiş olan şiddet, kıyıcılık ve sadizme dair (sadomazohistik) bir kültürün ipuçlarını vermektedir. Ama bir kez daha suç kadar şiddet de lokalize edilerek ötekine fatura edilecek ve sistem ya da toplum sözümona aklanarak kendi gerçekliğiyle yüzleşmekten ve bu gerçekliği analizden yine kaçınacaktır. Sonuçta haklı olan yine devletin şiddeti ve insanın insanın kurdu olduğuna dair şu ünlü ve insanlık dışı vecizedeki tanımlamanın doğruluğunun bir kez daha teyididir.

Hizbullah’ın teorisi olmasa bile -ki, bunun çok da ehemmiyeti yoktur- pratik amaçları, kısa vadede sistemin bölge üzerindeki amaçlarıyla örtüşmektedir: PKK’yı ve onunla birlikte bölgedeki entellektüel Kürt ve İslâm potansiyelini de mümkün olduğunca kurutmak. Her şeye rağmen, sistemin bölge halkına ulaşabileceği neredeyse tek ve en ucuz (kolay) yol (ortak payda) İslâm’dır. Sistem bunu değerlendirmekte bir sakınca görmez ve Hizbullah biraz da bu şemsiye altında büyür. Ama her kötülük çiçeği gibi giderek rasyonel amaçlarının dışına çıkar, gereğinden fazla büyümeye ve tüm yeryüzünü istilaya çalışır. Üstelik işlevsizleştiğinde, yani karşıtı ortadan kalktığında bir Frankenştayn olur, çıkar. O zaman yapılması gereken şey bu iri cüsseli ama kıt akıllı olan canavarın yok edilmesidir.

Hizbullah da, PKK terörü sonuçlandırıldığı halde, kendisine sağlanan krediyi sınırsız ve sorumsuz bir şekilde kullanmayı sürdürünce, yani lokal bir hareket olmaktan evrensel (ülkesel) bir hareket olmaya çalışınca, zaten kamuoyu tarafından kolayca lanetlenebileceği tek davranış biçimi olan ucuz ve iğrenç cinayetleri deşifre edilerek, yani kötülük çiçekleri açığa çıkarılarak kolayca mahkûm edildi. Örgütle birlikte, çeşitli noktalarından ülke tarihiyle içiçe geçmiş, sistemle dolayımlanmış tarihin bir uğrağı da tıpkı bir apandisit (kör bağırsak) gibi basit bir ameliye ile koparılıp atılacaktır. Ama her operasyon, akılda ve bedende onulmaz yaralar açmaktadır; çünkü sakatlanan kendi aklımız ve kendi bedenimizdir. Güneydoğu çoraklaştıkça sistem belki kısa vadede ve ucuz yoldan bir utku kazansa da, uzun vadede kendisi kaybetmektedir; çünkü kendi toprağıdır çoraklaşan.

Tüm bunları söylemek bir sistem suçlaması ve tüm sorunları devletleştirme kolaycılığı ya da tarihin belli bir sosyo-politiğin mantığına dökülerek makûlleştirilmesi çabası olarak mı anlaşılmalı? Elbette hayır! Zira sorunun kökleri Türkiye Cumhuriyeti’ni aşan bir derinliktedir. Genetikten, kültürden, tarihten ve sosyal dokudan akıp gelen güdüler, aktüel sorunların beslediği lokal bir uçlanmada boyvererek nesnelleşmekte; tarihselliğin suçu -böyle bir suç var ise şayet- toplumsallığa -böyle bir toplumsallık da var ise- ödetilmektedir. Çünkü belli bir kerteden sonra tarihsellik de toplumsallık gibi sonuçta icat edilmiş şeylerdir. Tıpkı İslâmcı ya da Batıcı aydınların Cumhuriyet sonrası Türkiye toplumsallığını farklı yönlerden hareket ederek icat edilmiş bir toplumsallık olarak görmeleri gibi. Belki sistemin ya da devletin de en önemli kabahati işte buradadır. Çünkü mevcut sistem, ’20’li yılları o denli milatlaştırmaktadır ki, bu yaklaşım, toplumsallığın apriorik hiçbir belirlenimine ya da tarih öncesine izin vermemektedir. Hal böyle olunca olumlu kazanımlar kadar olumsuzluklar, başarılar kadar suçların da sahiplenilmesi; ya da en azından sosyo-politiği analiz eden tüm yaklaşımlarca dikkate alınması gerekirken, basit bir el çabukluğuyla utkularla örgülenen bir tarihin olumsuzlukları, irticai bir söylemde dile getirilen bir ‘öteki’nin negatifliğine fatura edilmektedir. Bu ise hep yanılsamalı ve mevhum bir toplumsallığın dev aynasını çıkarır önümüze, yani icat edilmiş bir toplumsallıkta bir türlü kendimizi tanıyamayız. Orada gördüğümüz ya tanrısal bir kutsallığın tapınılası devasalığıdır; ya da hilkat garibesi bir çirkinliğin altında lanetin yıldızını taşıyan iğrençliği. Ama ortada kendi gerçekliğimiz yoktur; ya da işte bunların her ikisi arasında bir yerdedir kendi gerçekliğimiz; ikisinin de çarpıtılarak türetildiği garip bir toplumsallık. Kendi düşlerimizden fırlayan bu garip görüntülere, bu cinayetlere ve yıldırıya, bu şiddete ve acımasızlığa yabancı olduğumuzu, kendimizin tüm bunlardan masun olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Kendi ellerimizle yarattığımız bir canavarı katlederken yüreğimiz hiç sızlamaz, hiç utanç duymaz mıyız? Belirgin bir şiddet formunun dışında sivil toplum ve toplumsal muhalefete yaşam hakkı tanımayan sistem; tüm eğitsel ve yaşamsal dokuların militarize edildiği bir yaşamsallık; tüm toplumsal muhalefetin terörize edildiği otoriter bir siyasal mantık; tüm günahı şeytana, kabahati ise ötekine atfeden ve kendi gerçekliğiyle yüzleşmekten hep kaçınan ikiyüzlü bir toplumsallık; ümmetçi, ulusalcı ya da toplumcu söylemine rağmen son kertede yalnızca kendi bireyselliğini kurtarmaya çalışan, ama bunu bireyci bir teorinin dürüstlüğüyle yapmayan, tehlike ve tehditleri kendi canını yakmadığı sürece umursamayan bir boşvermişlik, nemelazımcılık ve yılışıklık; sonuç ise ortada. O halde, Hz. İsa’nın da söylediği gibi lütfen ilk taşı hiç günah işlememiş olanlar atsın. Oysa: “Masum değiliz, hiçbirimiz.”

Şayet bu topraklarda bitevi kötülük çiçekleri büyüyorsa, bu hepimizin eseridir; hepimizin dolaylı ya da doğrudan katkılarıyla çoraklaştırdığımız bu topraklarda büyüyen ve şimdi hiç kimsenin sahiplenmediği, herkesin kabahatini bir başkasına atfettiği bu Frankenştayn’a bakarak ‘derin devlet’ten önce vicdanlarımızın ve yüreklerimizin derinlikleriyle hesaplaşmanın tam vaktidir ve bu vaktin kıymetini bilelim.

Ve yine bilelim ki, tüm iyilikleri kendimize ve kötülükleri ise ötekileştirdiğimiz karşıtlarımıza maletmeye çalıştığımız kadar geniş ve zengin bir toplumsallıkta yaşamamaktayız. Tüm farklılaştırıcı söylemlerimizin o naif kabuğu altındaki yüzler neredeyse aynı: Hep bir hallı Turhallı’yız. Aynı sosyo-politik havzada ve aynı baskıcı sistemin sığınaklarında yaşamaktayız çünkü. Ve hiçbir toplumsal hareket, kendisini büsbütün farklılaştırarak özgülleştirecek ölçekte uzun bir tarihe ve derin bir mekâna sahip değil. Beri yandan çok özel tarihler bile şiddetin kıyıcı tehdidi altında çaresizce benzeşmekte. Bu belki övünülecek bir şey değil, ama tüm aksi yanılsamalarımıza ve kendimize özgü kılmaya çalıştığımız kapalı adacıklarımıza rağmen neredeyse aynı zihniyetlere sahibiz. Çünkü bu zihniyetlerin farklılaşıp çeşitleneceği, özgül bir düzey ve nitelik kazanabileceği kadar bir özgürleşim ikliminde yaşamıyoruz. Meşhur efendi ve köle diyalektiği bizim açımızdan tersinden işliyor. Zihnimiz bir efendinin kayıtsızlığı içerisinde iken bedenimiz ise bir köle gibi sakatlanmakta. Bu negatif diyalektik ise sadece şiddetin üretkenleştiği bir mahkûmiyet ilişkisini çıkarıyor; tarih ve kavramlar kurudukça siyaset yalnızca şiddetle ilişkilendiriyor kendisini. Kafka’nın öykülerinde olduğu gibi kendisi hiç ortada gözükmeyen ‘derin devlet’ hazretleri sonuçta istikrarın bir kere daha utku kazandığını söyleyerek yufka yürekleri ve zihinleri rahatlatıyor. Siyasetin hiç kimseyi ayrıcalıklı kılmadığı, kimseye özel bir statü kazandırmadığı, yalnızca seçkinlerin tekelinde tutulmadığı ve olağan bir toplumsal aktivite olduğu uygar ülkelerin aksine, bir kere daha, Türkiye tarihinin bir periyodu, bu periyodu belirginleştiren ve tanımlayan terör örgütlerinin tarihiyle birlikte sonuçlan(dırıl)makta. Elbette mantık korunduğu sürece geride bırakılanlar safra kabilinden kirli ilişkiler, kirletilmiş kişiler olmakta; kirin kendisi değil. Tüm ilişkilerin siyasileştirildiği, siyasetin ise kutsal ve kutsayıcı bir statü olarak yüceltildiği ve yücelttiği bu koşullar içerisinde, AB’ye uyum süreci de neredeyse siyasal bir uyum tarzı olarak algılanmakta. Demokrasi ve insan hakları söyleminin inandırıcılığı ise kendisini, terörize edilmiş bir ilişkiler ağının bertarafı olarak takdim etmekte. Öyle ya, AB’nin giriş kapısından bu kirli örgütleri geçirmek için vizemiz yok. Ancak militarizmin tepeden tırnağına dek şekillendirdiği bir sistem ve sosyo-politiğin bu uyum sürecinde nasıl kamufle edileceğini, hangi boyalarla yeni bir imaja büründürüleceğini ise doğrusu hayli merak etmekteyim.

Görelim devlet neyler...