Ulusal Egemenlik ve Çocuklar

Çocuklarının, arzu ettikleri şekilde büyümeleri belki de tüm ebevynlerin ortak isteğidir. Ebeynler, kendi hayat süzgeçlerinden geçmiş, “filtre doğruların” çocuklarının yararına da olduğunu düşünür çoğu zaman... Ancak çocuğun bu “biçilmiş kaftana” girmek istememesi durumunda sorun çıkıyor; bir yandan kendini yolunu çizmek isteyen, öbür yanda kendinden bir parça olarak gördüğü şeyi sahiplenen arasında -her ikisini de husursuz eden- bir gerilim yaşanıyor.

Eğer her şeyin politik olduğuna inanlardansanız, bu gerilimin izlerini farklı yorumlamalara tabi tutabilirsiniz. Modern hayat rasyonel aklın tercihlerine atfettiği önemle kurgulanırken, bizi içine doğduğumuz tercih-dışı kalıpların da esiri eder. İktidar, aileden başlayarak, hünerlerini tebaaları üzerinde görmek ister. Kendi hassasiyetlerinin –daha moda söyleyişle “kırmızı çizgilerinin”- tehdit edilmesinden hoşnut olmaz. İktidar olan egemenlik sahibidir; ama bunun bir rızaya bağlı olduğunu ve bu boyun eğme-kabullenme işinin, genel geçer bir hal olmadığını kabullenmek istemez.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu düşüncesinde de ulusal egemenlik kavramının, çocuk gibi korunup kollanması gereken bir olgu olarak düşünülmez mi?

Pozitivist ahlakın getirdiği “düzen ve ilerleme” düşüncesiyle atılan Yeni Türk Devleti’nin temellerinde toplum, yetiştirilmesi gereken bir çocuk gibi, istenilen biçime girmesi için üzerinde uğraşılması gereken şey olarak algılanır. Bunun yansımasını egemenliğin kayıtsız şartısız toplandığı meclisin açılış gününün, aynı zamanda Çocuk Bayramı olarak kutlanmasında görebiliriz.

Birey, bu kurguda ancak millet adına çalıştıkça vardır ve özgürlüğünü bu katıksız saflık içinde elde eder. Dahası onun atacağı bebek adımları ve ilerleyeceği yön bin bir türlü koruma çemberi altında gerçekleşir.

Sonsuz uzunluktaki zorlu bir süreçte yetiştirilecek (ya da hep öyle kalacak) çocuğun terbiyesinde mitler, önemli bir yer tutar; anlatılan hikayeler, yaratılan kahramanlar, onun bir tarih bilinciyle geleceğe bakmasını sağlayacaktır. Etrafında yaratılacak hale, tahmin edebileceğiniz gibi, onun daha iyi büyümesi için gereklidir!

Lakin çocuğun, büyümesine izin verilecek gibi görünmez; onu yetiştirme görevini kendinde görenler, takvimleri hep geri alırken, ufaklığın ergenlik krizlerine girmesine izin vermeyeceğini kendi kendine söyler durur. Hem kim onu, kendi kadar sevebilir ki...

Artık çocuk olmadığını kendi ayakları üzerinde durabileceğini söyleyen kendini bilmez çocuk, kimi zaman bir tokata ihtiyaç duyar; zaten anne-babalar, hem sever hem döver...

Belki de çocukluğunu yaşayamamış babanın, kendi çocukluğunu yaşatma arzusu ile, bir türlü büyüdüğünü görmek istemediği çocuğu, gençliğini ve olgunluğunu bir arada götürmeye çalışıyor... Neredeyse her sabah, kendine gösterilen hedefler doğrultusunda “hiç durmadan yürüyeceğine” and içtirilen çocuk ise kafa karışıklığından mustarip. Kimi zaman bir an önce, o yönetilenler kademesinden çıkma peşinde; ağzına bir sigara tutuşturup ayna karşısında büyüklük taslıyor. Kimi zaman da kendi çocuğuna, kendisine yapılanları mı yapacak, yoksa tarihi tersine çevirip, ona kendi hayatını mi tanıyacak sorularıyla boğuşuyor...

Görüldü ki, çocuğa yön verme gayretiyle göreve gelen mürebbiyelerin maskelerinin değişmesi yetmiyor; aynı bilinç çeşitli biçimlerde kendini yaşatabiliyor; kaldı ki mirası devralan her bir maske, aslında kendilerine yol gösterenin yanlış anlaşıldığını, doğrunun kendilerinde bulunduğuna emin. Haylaz çocuk, artık “şamar arsızı” olma yolunda ilerliyor.

Bu ironi nereye kadar devam edebilir? Aslında, Türk siyasetinde, birilerini vesayet altında tutma isteği, farklı siyaset yapma biçimlerinin ortak noktası, değil miydi? Kurucu düşünce, genel geçer bir hal aldı ve şimdi her bir iktidar sahibi, miras aldığı düşünceyi en iyi kendinin temsil ettiğine inanıyor. Her biri, rızasını aldığı milleti, ne zaman adam olacak bu çocuk ikircikliği ile yönetti. Kendi imgelerinde yarattıkları halkı, hep oraya sıkıştırdılar; çünkü o, orada daha güzeldi. Bu izleri, Başbakan’ın en son azarlamalarında görmek de mümkün. Dolayısıyla aynı tornadan çıkmış görüşlerin, birbirine yapacağı muhalefet danışıklı döğüşün ötesine geçemedi. Ulusun egemenliği çığlıkları, kulaklarımızın içinde yankılandı dururken, halkın nerede haddini bilmesi gerektiği, hangi sınırlarda hareket edebileceği, rejimin vasileri tarafından belirlendi.

Korunup kollanması gerekenleri itaat altında tutma yolu olarak iktidar, hiç bir zaman sorun çözücü olmayacak gibi görünmüyor. Sürekli hale gelen bu olağanüstü ruhun, sürekli diken üstünde olma durumunun aşılmasının yolu nedir öyleyse? Amaç sadece daha iyi yönetmek midir bu oyunu? Yoksa, çocuk yerine konan bireylerin, öncelikle kendisine dayatılan dilden ve dolayısıyla bu darlıktaki dünya görüşünden, gündelik ilişkilerden başlayarak sıyrılma çabaları mı? Politik olanın, ulusal egemenlerin bize çocukluktan bir anlık sıyrılma ödülü verdiği sandık başları olmadığını görmek gerekiyor belki de... Ağzımıza çalınan balla idare etmek yerine, bulunduğumuz her mecliste katılımcı süreçlerin önünü açmak, gelişimci süreci başlatmanın bir yolu olabilir.

[email protected]