Sadece Suikast Değil: Bir Onursuzlaştırma Operasyonu Olarak Ladin Cinayeti

Hamit Yakın’a

RUHUBEYAZ

Ne kadar sevinmiştik o gün! Daha düne, yani kırk yıl öncesine kadar topraklarının bir bölümünde beyaz tenlilerle aynı otobüse binmesi yasak olan “pis zenci” “renkli” yani şu bizim “negro”lardan biri çıkıp o ülkeye başkan olmuştu işte. Biz de biliyorduk, mesele sistemdi ve hayat; sonu mutlu biten standart Hollywood filmi değildi. Kurtuluş dediğiniz şey tek başına olursa, kurtulamayan ötekiler için sadece derin bir iç çekmeydi, içli bir tebessüme eden. Yine de sevindik. Arkaik faşist Ku Klux Klan cemaatinin tarihsel zulmüne atılmış bir mazlum tokadı gibi gördük Siyah Obama’yı. Görmek istedik belki ya, düpedüz bir illüzyon da değildi algımız. Daha on beş yıl önce Başkan Clinton’un siyah adamları lüks bir restorandan kovulmamışlar mıydı? O siyah korumalar masaları devirmekten Clinton ise olayı protesto etmekten başka ne yapabilmiştik ki o zenginler kulübüne karşı… Irkçılık, beyaz Amerika’nın hücrelerine sinmemiş miydi? İşte o hücrelerin üzerine asit döküyordu Siyah President şimdi, Beyaz Ev’inin kapısında… İnsanlık adına “çok” iyi bir şey olarak not düştük bu seçimi. Gericiliği temsil ettiği iddia edilen Cumhuriyetçilere karşı “aydınlık dünyanın” temsilcisi Demokratlar. Öyle anlatılıyordu herkese. Ne tuhaf ki, kendi ülkelerinde milliyetçi muhafazakarları baş tacı edenler ne hikmetse ABD’de solcu olduğu iddia edilenleri destekliyorlardı. Tıpkı ismi lazım değil bir ülkenin gerici faşistlerinin Almanya’da işçi olarak çalışmaya gittiklerinde Yeşillere hayran olmaları gibi.

Biliyorduk, mesele renk değildi, cinsiyet değildi, köken değil, din değildi…Tahayyülünüzdeki dünya idi bütün mesele! Siyah Obama’nın dünyasını üç aşağı beş yukarı biliyorduk. “Mazlumları bombalarım!” demişti “gerekirse üç beş çeteci için.” Seçilmesi için yalan söylüyor garip demedik. Yapabilirdi. Çünkü Harry Porter’ın sihirli çubuğundan biliyorduk ki insan başkanlık koltuğunu seçmez. O koltuk kendine başkan seçer. Şimdi sıra zor da olsa Obama’daydı işte.

Ama sevinmeden edemedik yine de. Çünkü Missisipi’de derisinin rengi yüzünden yakılan siyahların çığlıkları ruhumuzu dağlıyordu hâlâ. Beyazların kahvesine girdiği için –yıl 1965- vücudunda sigara söndürülen ve yüzüne kaynar su dökülen siyahların o coşkulu şarkısı gerçek oluyordu. We shall overcome. Üstesinden geleceğiz. Bu faşizmin, bu ırkçılığın bu aşağılık ayrımcılığın bu şerefsizliğin zulmün ve zalimlerin üstesinden geleceğiz. Geldiklerini düşündük. Biliyoruz yalandı. Ama bir kilometre taşıydı işte. Önemsedik. Bir başka ülkede bir kadının başbakan olmasını manşetlerinde şampanya patlatarak kutlayan gazete patronlarının sevinci gibi değildi mutluluğumuz. O kadın ki vatan için kurşun atan da yiyen de şereflidir diyerek binlerce insanın celladı olmamış mıydı? Kadın olmak işkenceci katiller şebekesini beslemeyi engellemiyordu. Şahsından biliyorduk. Ama Obama öyle değil gibiydi sanki. Guantanamo’yu kapatacaktı. Hasta ve yoksul Amerikan yurttaşlarının onca hastaneye doktora ve refaha rağmen bir sokak köpeği gibi köşelerine kıvrılıp ölümü beklemelerine son verecekti. Öyle diyordu. Biz Amerika’yı biliyorduk. Devrim ve seçimin aynı şey olmadığını da. Sistem kendini değiştirecek birisini seçimle seçtirmezdi. Sacco ile Vanzetti’den biliyorduk. 1886 Chicago’sunda ipe çekilen dört işçi liderinden biliyorduk. Ve Martin Luther King’i bile içine sindiremeyen Amerikan Kontra devletinden.

Sevindik yine de. Yoksul Amerikalılar adına sevindik. Şu hayatın manası adına sevindik. Siyahtı işte, mazlumdu. Ezilendi.Uzaktan öyle görünüyordu. Seçildiğinde sebepsiz gün boyunca yüzümüze bir tebessüm asılı durdu. Toplama kamplarının prototipi olan köle gemileri adına. Çocukluğumuzun Kunta Kinte’si adına.

NICHOLAS CAGE'IN MİLLİ HAZİNESİ'NDE GUANTAMANO YAZAR MI?

Obama söz vermişti yapmadı. Guantanamo’yu kapatmadı. Gaz odası olmayan Auchwitz’den hiçbir farkı yoktu halbuki Küba’da tarih dışına sürülmüş bu toprak parçasının. Siyah Obama, devletinin alî çıkarları için 1776 Bağımsızlık Bildirgesini görmezden gelmeye devam etti. Halbuki bir Hollywood filminde Milli Hazinemiz diyerek kimse saygıda kusur etmiyordu o deri parçasına… Meğer zarfa imiş hürmetin sırrı mazrufa değil.

Amerika Birleşik Devleri nedir? Bir güç gösterisidir aslında. Roma’ya benzer. Barışı bile kendine benzeten -Pax Romana- bu pro-emperyal devlet zaten sürekli savaş halindeydi. Her savaşçı devlet gibi sükseli şöhret meraklısı. O yüzden küçük ve asi magrip ülkesini yenmek yetmemişti Roma’ya. Toprağına asit dökerek Kartaca’nın, şöhretlerini tarih ötesine taşıdılar. Tabii mazlumun baş eğmez kahramanı Hannibal’in mezar taşını istemeden de olsa halkların yüreğine dikerek…

Usame Bin Ladin, Hannibal değil. Bir halkın temsilcisi değil en başta. Bir fikrin temsilcisi gibi dursa da o fikrin mazlum halklara zerre kadar faydası olmadığı kesin. Çünkü Ladin İdeolojisi geleceksiz… Geleceğe dair hiçbir ütopyası yok. Bugünü ise savaş halinden ibaret. Tamam, biraz da düşmanın gaddar cesameti onlara gelecek düşü kurmayı bırakmıyor. Ama asıl sebep, cennete havale edilen ve daha kötüsü faşist bir cennet tahayyülü üzerinden kendi ötekilerine cehennem vadeden bir ortaçağ kurmacasına duyulan hayranlık. Mutluluk vaat etmeyen bir ütopya onlarınki... Bir tür karanlık ütopya. İnsan değil tanrı merkezli bir tahayyülle hayatı insanın değil Allah’ın mutluluğu üzerine kuran bir ideoloji. Bu nedenle Ladin’in adamları için eylemlerinin mağduru yok. İlahi mutluluk için İlahın yolunda niyetsiz de olsa kurban olan insanlar var. Ladinizm, tam da bu nedenle kendini ilahi adaletin temsilcisi olarak aklamakta şeriatın kestiği parmak keseni sorumluluktan kurtarmaktadır. Pax Ladina bu nedenle Pax Americana’nın kopyasıdır.

Osama, Hannibal değildi ama şöhret meraklısı Görgüsüz Birleşik Devletleri 11 Eylül’de kırılan emperyal onurunu kurtarmak için öyle bir güç gösterisine soyundu ki Ladin, hiç de hak etmediği bir payeye erişir gibi oldu: Mazlum. Böylece Ladin de tıpkı Saddam gibi Amerika’nın düşmanlığını kazanmış ve bu nedenle öldürülmüş olmanın payesi ile dünyanın lanetli halklarının nezdinde onurlanmış oldu.

Fakat Ladin’i farklı kılan 11 eylül gökdelenlerinin enkazı altında kalan Amerikan kartalını tam on yıl sonra “nihayet ve zor da olsa” çukurundan çıkaran bir cinayet operasyonunun öznesi olması değil. Bırakın Amerika’nın savaş suçlarını New York’ta polis her gün kaç cinayet işliyor acaba? Ama New York polisi iki şeyi şeklen de olsa yapmadığını iddia ediyor: Birincisi intikam için cinayet işlemiyor. İkincisi maktulün cesedi üzerinde hak iddia etmiyor. Mesele’nin meşhur NYPD normlarıyla ilgisi de yok aslında. Savaş Hukuku’na göre ki burada söz edilen kahve muhabbeti hukuku değil yazılı kurallardır, esirlere neler yapılıp yapılmayacağı da belli. Buna göre yakaladığınız bir esiri öldürme hakkınız yok mesela. Aç bırakamazsınız, kaçtı diye öldürmeye kalkamazsınız. Harp Zamanında Sivillerin Korunmasına yönelik 12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesi’nin 3. Maddesi’nin 1.fıkrasının a bendi savaş esirinin hayatına veya beden bütünlüğüne kastı bilhassa her şekilde katil, tadili uzuv, zulüm, azap ve işkenceyi memnu kılıyor.Ve aynı maddenin c ve d bendi de şahısların haysiyet ve şerefine tecavüzler ile, bilhassa tehzil (alaya alma) ve terzil (küçük düşürme, rezil etme) edici muameleler, ile nizami şekilde teessüs etmiş bir mahkeme tarafından ve medeni milletlerce zarurî addedilen adli teminat altında verilmiş hükümlere dayanmayan mahkûmiyetler ve idamları da yasaklıyor.

Bu kadar da değil. Aynı sözleşmenin IV.Kısım XI.Fasıl’ın 130.Maddesi, esirlerin ölümü halinde yapılması gerekenleri tek tek yazıyor ve bu yazılanlar arasında Bin Ladin tarzı bir cenaze merasimi yer almıyor mesela: Zilyed makamlar, esarette bulunurken vefat eden enternelerin şerefli bir surette ve mümkünse mensup oldukları dinin merasimiyle gömülmelerine, mezarlarına hürmet edilmesine, bu mezarların münasip bir şekilde muhafazasına ve daima bulunabilecek bir tarzda işaretlendirilmesine itina edeceklerdir. Sözleşme, sadece ölüye değil mezara saygıdan bahsediyor değil mi? Mesela ismi lazım değil bir Ortadoğu ülkesinde olduğu gibi düşman cenazelerinin kulak ve burunlarından kolye yapma hobisini geçin, mezarının belli olmasından söz ediyor. Ve o mezarlara zorunlu haller dışında tek tek gömülmeyi şart koşuyor. Vefat eden enterneler; kollektif bir mezarı zaruri kılan haller müstesna olmak üzere, ayrı ayrı gömüleceklerdir. Sağlık nedenleriyle cesetlerin yakılması gerektiğinde ise bakın ne yapılması isteniyor: Cesetler ancak mücbir hıfzısıhha sebepleriyle veya müteveffanın dini icabı olarak yahut da böyle bir arzu izhar etmişse yakılabilir. Ceset yakıldığı takdirde bu keyfiyet, enternelerin ölüm ilmuhaberlerine sebepleri gösterilerek kaydolunacaktır. Küller, zilyed makamlar tarafından itina ile muhafaza olunacak ve müteveffanın yakın akrabalarına, şayet böyle bir talepte bulunurlarsa, kabil olduğu kadar süratle tevdi edilecektir.

Ölüye saygı aslında diriye saygıdır. Cenevre Sözleşmesi Savaş Hukuku’nu düzenlerken bu saygıyı da kodifiye ediyor. Aslında bu kurallar manzumesi en genel anlamıyla Cenevre Sözleşmesi’ne de dayanmıyor. İkibinlerin başında Nicholas Cage’in başrolünü oynadığı filmde Amerika’nın milli hazinesi olarak tanımlanan o meşhur beyannamenin ruhunda bu kurallar yer alıyor zaten. Ama hakikat o ki beyanname sadece USA pasaportlular için geçerli. O da her zaman değil. Mesela işlemedikleri bir suç için ve aleyhlerinde delil olmadığı halde sırf siyasi (anarşist) ve etnik (İtalyan göçmen) kimlikleri yüzünden idam edilen Amerikan yurttaşları Sacco ile Vanzetti için değil. Mesela 1886’da sekiz saatlik iş günü talep ettikleri için asılan 4 Amerikan işçi lideri, mesela elektrikli sandalyede yakılan bilim insanları Rosenbergler için mesela Pinochet’in askerlerince öldürülen ve Costa Gavras’ın Missing (Kayıp) filmine konu olan o genç Amerikalı için değil. Hakkını verelim Rosenbergler de Sacco ile Vanzetti de yargıç yüzü görebildiler.

Usame Bin Ladin bir Araptı. Amerika’nın onurunu yerle bir etmişti. El Kaidenin lideri hiçbir hukuk kaidesi ile tanımlanmayı hak etmiyordu. Mevcudiyetinin hukuksal anlamı yoktu. Dolayısıyla insan hüviyetini haiz değildi. Ortaçağ’da Avrupa’da Kurt Adam ilan edilen erkeklere, cadı ilan edilen kadınlara ne yapıldıysa Ladin’e de o yapılacaktı.

Usame Bin Ladin’in onuru üç kez alaşağı edildi. Amerikan protokolü, Pazar akşamı cinayet filmi galası için Beyaz Saray’da buluştu. Cinayet, önceden planlanmış bir şekilde film tadında naklen ifa edildi. Basına sunulan fotoğraflardan anlaşıldığı üzere seyircilerin bir tek pop corn’u eksikti. Kim bilir belki onu da servis etmişlerdir. Usame bin Ladin’i yakaladılar. Sağ olarak yakaladılar demiyorum, çünkü fiili niteleyen sıfat, sadece sağ olma hali için geçerlidir. Dünyanın hiçbir dilinde ölüler yakalanmaz. Ama sadece iktidarın dili, ölüyü yakaladığını söyleyecek kadar aklı ve vicdanı ezmeye cüret eder. Tıpkı ismi lazım değil bir Ortadoğu ülkesinde “ölü olarak ele geçirildiği” ilan edilen asiler gibi… Birisini yakalamanız için zaten sağ olması gerekir. Bir insanı ölü olarak yakalayamazsınız. Çünkü ölüler kaçamaz, saklanamaz, kendini koruyamaz. Ele geçirmek ise cansız nesneler için söz konusudur. Nesnenin canlısı da zaten yoktur. Canlılar ele geçirilmez yakalanır. Ölüler ise ele geçirilmezler. Çünkü ölüler mütemadiyen ölü değildir. Öldürülmüşlerdir. Kısa ya da uzun bir süre önce canlı iken bir şekilde hayatlarını kaybetmişlerdir. Ölüleri siz öldürmüşseniz onları ölü olarak ele geçirmiş olmazsınız. Öldürmüş olursunuz. Tüm bu saçma sapan açıklamaların kaynağı olan dilin yeniden kurulmasının sebebi zalimin mazlum mazlumun suçlu ilan edilmesi ve mezalimin gizlenmesi ihtiyacıdır. Çünkü öldürmek kötüdür. O yüzden basın bülteninde asileri öldürmediğiniz ama onları bir şekilde ve kendileri yüzünden ölü olarak bulduğunuzu açıklarsınız. O yüzden istisnasız bütün asiler basın bültenlerinde teslim ol çağrısına isteseler de istemeseler de ateşle karşılık verirler.

Usame Bin Ladin’in önce direndiği ve bu nedenle öldürüldüğü açıklandı. Sonra silahsız olduğu ama teslim olmak istemeyip üstelik karısının arkasına saklanmaya kalktığı için, başka bir onursuzluk hali, öldürüldüğü açıklandı. Fakat ortada tanıklar vardı. Ladin’in ailesi infaz evindeydi ve kahraman Amerikan denizcilerinin aileyi hepten öldürmesi, bu kez, imkânsızdı. Elbette bu imkansızlık halinin Nicholas Cage’in senaryo gereği beş kuruş almadan müzeye iade ettiği Bağımsızlık Bildirgesi ile ilgisi yoktu. Eğer çoluk çocuk Bin Ladin Ailesini katletseler, milli düşmanın cezalandırılmasından çıkarılacak ders, dünya kamuoyunda anlamını kaybedecek Roma’nın zalimliği açıkça ve bir kez daha tescil edilmiş olacaktı. İşte o infaz edilemeyen kız çocuğu, babasının askerlerce yakalandıktan sonra başına sıkılan bir tüfek mermisi ile kafası parçalanarak öldürüldüğünü, karısının arkasına saklanmak gibi Hollywood’un ancak kötü adamlar için reva gördüğü rol dahil hikayenin her satırının yalan olduğunu ifşa ve ilan etti. Böylece Amerika’nın, bir numaralı düşmanını sağ yakaladığı halde Nicola Sacco ile Bartolomeo Vanzetti’yi yargıladığı adaletsiz adaletine bile teslim etmeye gerek duymadan orada infaz ettiği anlaşıldı. Çünkü Ladin insan değildi ve mahkemeye çıkmaya hakkı yoktu. İkinci onursuzlaştırma operasyonu budur. Ama bu aynı 1776 Beyannamesi’nin geçerliliğini yitirdiğinin delilidir. ABD, bir kez daha “milli” hazinesine ihanet etmiştir.

Ve son olarak Amerika, düşmanının cesedine öyle bir muamele etti ki maktule nefretle dolu olanların bile kalplerine şüphe düşürdü: Bu kadarı fazla mıydı acaba! Amerika, dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir kültürün onaylamayacağı şekilde cesedin ayağına taş bağlayıp okyanusa bir çöp parçasıymış gibi fırlatıp attı. Düşmanın düşmanlığı ne olursa olsun cesede saygı insanlık kültünün tarihsel olarak benimsediği bir değer yargısıydı halbuki. Kainatın en seçkin varlığı olarak insan cesediyle bir bütündü ve o ceset de her ne olursa olsun asgari saygıyı hak ediyordu bu külte göre. Tek şart insan olmaktı ve ancak insan olarak görmediğiniz düşmanınız için bu saygıya gerek olmazdı. Irkçı beyaz adamın zahmetli uygarlık misyonu, kendisinden olmayana 1776 Beyannamesini çok görüyordu. Nova Roma, “barbarlar” için sadece hayat ve adil yargılanma hakkını değil, bir mezara gömülmeyi ve yakınlarına o mezarın başında yas tutma hakkını da çok görüyordu. Amerika Birleşik Devletleri Usame Bin Ladin’in cesedine leş muamelesi bile yapmadı, resmi açıklamaya göre helikopter’den denize fırlatarak ölüsünü de aşağılamış oldu. Nasıl ki Roma Başeğmez Kartaca’yı asitleyerek yeryüzünden silmeyi umduysa Yeni Roma da düşmanına bir avuç toprak altında huzura ermeyi çok gördü. Bu elbette bir dersti. Hiroşima’ya atılan atom bombasının verdiği ders türünden Yankee’nin gösterişli öfkesi ve intikam kararlığını gösteren bir ders. Ancak Bin Ladin, daha önce verilen onca derse rağmen ortaya çıkmamış mıydı? Üstelik siyasi eylem adına katliam yapmaktan çekinmeyen,hayata dair pozitif hiçbir vaadi bulunmayan bu eski müttefik ve ihtimal Amerikan ajanı şimdinin yeni Yankee düşmanından mazlum yaratılmış olmuyor muydu bu “cenaze töreniyle”? Mezarının Anti Amerikan mabedine dönüşmesine engel olmak için cesedini yok ettiklerini ileri sürseler bile Obama, Bin Ladin idealine, artık o ideal her ne ise, tam da son nefesini vermeye yaklaştığı bir anda yeniden hayat öpücüğü veriyordu.

Amerika, intikamını aldı. Roma’ya kılıç çekmeye cüret edenlerin sonu hakkında cüret edeceklere bir kez daha, nafile, ders vermeye çalıştı. Ders notlarının dünya kamuoyuna nasıl duyurulacağı ise Roma’nın rıza üreticisi medya tarafından üstlenildi. Üstelik sadece Amerikan menşei medya değil. Uluslararası sermayenin maddi ve manevi patronluğunda medya! Bu nedenle hiçbir şekilde teyit etme gereği duymadan Pentagon basın bürosunun açıklamaları dünyanın her yerinde hakikat olarak ilan edildi. Bu nedenle Ladin’in cesedinin denize gömüldüğünü söyleyecek kadar dilin aklıyla alay eden açıklamalar flaş haberler eşliğinde akıverdi ekranlarda. İyi ama denize gömülen sadece gemiler değil miydi? Gemiler batarken denize gömüldü ifadesi kullanılmaz mıydı bir tür mezarlık metaforu eşliğinde. İnsanlar zorunlu hallerde denize bırakılırlardı. Cesedin çürüyerek gemi mürettebatına zarar vermesine engellemek için bulunan bir yöntemdi aslında bu. Malum, bir zamanlar derin dondurucular yoktu. Öyleyse o ilk anda akan haberlerin sebebi neydi? Bir Türk televizyon kanalının hızını alamayıp cesedin denizin dibine gömüldüğünü ilan etmesinin arka planında ne vardı sahi? Cevap herkesin malumu aslında: Amerika’nın işlediği insanlık suçunu örtbas etme misyonu. Ortada üstü örtülemeyecek zaten örtülmesi de istenmeyen bir olay karşısında en azından Müslüman halkların tepkisini azaltabilmek. “Bakın, deniz de olsa nihayetinde cesedi gömülmüş! Daha ne!” demek… Obama ünlü konuşmasında cesede ilişkin herhangi bir ipucu vermezken bir gün sonra herkesin merakla beklediği haberi CIA yetkilisi olduğu belirtilen biri açıklıyor ve cesedin İslami usullere uygun olarak denize bırakıldığını açıklıyordu. İslam örfünde ölülerin denize “defnedilemeyeceği” hakikatini es geçerek.

Düşmanın ölüsüne gösterilen muamele her ne kadar inanç üzerinden ölünün kişiliğiyle ilişkilendirilse de ölünün geride kalanlarına ve uğruna can verdiği siyasi geleneğe karşı bir tutuma karşılık gelir. Bu tutum aynı zamanda ölen düşmanın öldürene karşı da benzer şekilde davranacağını, de facto, bağıtlar. İnsanlık suçlarında ise mütekabiliyet esas değildir. Esas olmadığı için Naziler gaz odalarına doldurulmazlar. Aynı sebeple Elem Klimov’un muhteşem filmi Gel ve Gör’de Alman ırkçı subaylar, Beyaz Rusya’da altıyüz köyü sakinleriyle birlikte kiliselere doldurup yaktıkları gibi yakılmazlar. Nihayetinde bu bir tercihtir ve Eski ve Yeni Romanın sicili bu konuda nasıl da bozuktur. Ladin suikasti, bir kez daha, en temel insani değerlere karşı emperyal hazretlerinin ne denli kuralsız ve edepsiz olduğunu tescil etmiştir. Üstelik muhafazakarlığını baş tacı eden bir emperyal hazretleri… İsmi lazım değil bir başka muhafazakar ülkenin cumhurbaşkanı ise Ladin Operasyonu’nu büyük bir sevinçle öğrendiğini ve teröristin hak ettiği cezayı bulduğunu söylüyordu. Bu ülkenin yeni siyasi vasileri, islamın 21. yüzyıldaki en parlak temsilcileri olmakla övünüp, aynı anda Afganistan işgal güçleri içinde Taliban’ın hedef almadığı tek askeri işgal kuvveti olmayı söyleminin ortasına yerleştirirken İstanbul saldırılarına rağmen doğrudan kendi hasmı olmayan bir siyasi hareketin liderinin öldürülmesine öldürenlerden neredeyse daha fazla sevindiğini ilan ediyordu. Siyasi rakiplerini dinsel referanslar üzerinden terbiye etmeye kalkan siyasal İslam temsilcilerinin bir müslümanın cesedine reva görülen muameleyi sessizlik suikasti ile geçiştirmeye kalkmaları ise tarihe kalın harflerle not düşülüyordu.

Nihayetinde Birleşik Devletler, kendi topraklarına ilk kez dışarıdan gelen bir saldırının sorumlusunu cezalandırdı. Bunu yaparken hazine olarak kabul ettiği 1776 Bağımsızlık Beyannamesi ya da aynı tarihli Virginia Haklar Beyannamesi dahil varlığını özel hissettiren tüm yazılı ve sözlü değerlerini -geçmişte de yapabildiği gibi- çöpe atıverdi. Aslında bu çöpleştirme işlemi New York Saldırısı’dan hemen sonra başlamıştı. Şüphelilerin dünyanın farklı ülkelerinde, evlerinden derdest edilip kaçırılmaları, işkence uçaklarında başlayan sorgularda her türlü yöntemin uygulanması, Guantanamo sürecinde her türlü hukuki korumadan uzak, bin bir usulle delirtilmeye çalışılan tutuklular ve asıl önemlisi ekserisinin yanlış zamanda yanlış yerde bulunmaktan başka suçları olmayan sıradan mütedeyyinlerin CİA’nin oyun nesnesine dönüştürülmesi.

Ladin’in sivil katliamları üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılan bu faşist operasyon paketi Bush döneminde uygulamaya kondu. Haçlı seferi ideolojisinin post modern yorumuyla 21. Yüzyılın ilk on yılında yoksul İslam coğrafyası, başlarındaki diktatörler bahane edilerek ki onları başa getiren ve kollayan da Sam Amca’nın ta kendisiydi, cehenneme çevrildi. Halbuki aynı demokrasi düşmanı profaşist İslam diktatörleri ABD’nin müttefiki olduğu sürece koruma perdesini hak ediyorlardı. Irak ve Afganistan işgal edildi. Tarihte ideolojik gerekçesi en zayıf birkaç savaştan birini ABD Ortadoğu’da icra etti. Ve aynı bölgede kendini İslami muhafazakar olarak tanımlayan hükümetlerden biri bu savaşa taraf olmak için nasıl da istekliydi. Neyse ki kendi milletvekillerine söz geçiremeyince belki savaşa giremedi ama lideri böyle düşünmemiş olsa da üç dönem daha iktidar olmanın yolunu kendine açtı.

Obama, Bush’tan farklı olduğunu iddia etti. Amerika’nın bir avuç sosyalistini, radikal demokratlarını buna inandırdı. Aslında siyah rengiyle doğuştan radikal duruyordu. Belki Cumhuriyetçi Vietnam Gazisi başkan adayına göre daha soldaydı. Ama Amerika’ya Başkan, Roma’ya imparator olmak gibi derdiniz varsa ne Sacco ile Vanzetti olarak kalabilirsiniz bu süreçte ne de Spartaküs. Kaldı ki Obama’nın sadece teni siyahtı. Balkon konuşmasını bir kenara bırakırsak öyle siyah bir duruşu da yoktu hani…

Obama ne Guantanamo’yu kapattı, ne Ladin’i yargılamak istedi ne de cesedine huzur verdi.

Barack Hüseyin Obama’nın siyahiliği siyasetinin beyazlığını ortadan kaldırmadı.

Amerikan başkanları ancak ruhubeyaz olunca seçilmeyi hak ediyordu.

Obama bir ruhubeyazdı.