‘Kandırıldık ama iyi ki kandık’: Nuray Mert’e Cevap

Sayın Nuray Mert’in 1 Eylül 2014 tarihinde diken.com.tr sitesinde ‘Evet kandırıldık ama iyi ki kandık!’ başlıklı bir yazısı yayınlandı. Söz konusu yazı Birikim dergisinin İslâmclık: Dinden ideolojiye itirazdan ikbale başlıklı son sayısında yer alan yazıma atıfta bulunarak bir dizi görüş beyan etmiş. Mert söz konusu yazıma iki yerde atıfta bulunmuş. İlkinde sadece yazarın isminden söz ederek (‘bkz Serdar Şengül imzalı yazı’) ikincisinde de ‘yukarıda zikrettiğim birikim yazarı’ diyerek. Bu iki atıf dışında ne yazımın başlığına ne de yazıda serdettiğim görüşlere bir kelime bile olsa gönderme yapmamış. Yazısında dile getirdiği tüm haksızlıklar ise sadece bu iki atıf üzerinden meçhul yazının mezkur yazarının üzerine yığılmış.  

Mert yazdığım yazıyı kendisi gibi entelektüelleri zamanında Ak Partiye verdikleri destekten dolayı eleştiren koroya katılan liberal sola ait bir yazı olarak değerlendirmiş ve liberal solcuların bu Kemalist kervana katılmış olmasından dolayı da üzüldüğünü ifade etmiş. Yazıyı zamanında Ak Partiye verilen desteğin ardındaki özgürlük hayallerini ve ahlâki duruşu görememekle suçlamış. Kemalistlere, onların otoriter yaklaşımlarına karşı durmakla haklı ve ahlâki bir duruş sergilediklerini ama bu otoriter rejime karşı kendilerini ilkesel temelde savundukları ve İslâmcı olduklarını yeni teslim ettikleri iktidar tarafından kandırılmış olmanın mezkur Birikim yazarının -yani ben- yaptığı gibi üzerinde tepinilecek bir durum olmadığını belirtmiş. Asıl suçlanması gerekenlerin bu özgürlükçü hayalleri ve ahlâki duruşu sergileyenlerin değil en yakın dostlarına bile yalan söyleyebilenler olması gerektiğini ifade etmiş.

Ne otoriter iktidarlar karşısındaki ahlâki duruşlar ne de en olumsuz koşullarda bile inatla ve umutla muhafaza edilen ve büyütülen özgürlük hayalleriyle ilgili bir sorumum yok. Aksine bunlar yüce duygular ve duruşlardır ve sadece saygıyı, bir parçası olunmayı hak ederler. Bununla birlikte üzülerek belirtmeliyim ki sayın Mert’in serdettiği görüşlerin yazımla bir ilgisi yok. Kendisi yalnızca ismimi zikrederek yazının başlığı dâhil tek bir satırına bile gönderme yapmaksızın ve yazımın öne sürdüğü hiçbir argümanı ele alıp tartışmaksızın çok özensiz ve dikkatsiz bir biçimde ve böyle olduğu için de etik olmayan bir tarzda kendi meramını anlatmak üzere yazımı araçsal kılmış.

Birikim Dergisi’nde yayınlanan ‘Kategorik Ret ile Kategorik Kabul Arasında Türkiye’de İslâm’a ve İslâmcılığa Yaklaşımlar’ başlıklı yazımda Türkiye entelektüelleri arasında İslâm ve modernlik konularında başat olan iki yaklaşım ele alınarak bu yaklaşımların yetersizliği gösterilmeye çalışılmıştı. Kategorik ret ve kategorik kabul şeklinde tezahür eden bu yaklaşımların temel handikabı İslâmiyet’i, İslâmcı siyasetleri ve bu arada da modernliği de tarih dışı ve kategorik bir şekilde kavraması olarak tanımlanmıştı.  İslâm dinini modernliğin ve postmoderliğin aynasında okuyarak birinde onu modern olmanın imlediği rasyonellik, bilimsellik, çağdaşlık gibi değerlerden yoksun, tarihin kesintisiz ileri akışında geride bırakılacak ilkel düşünme biçimleri; postmodernliğin aynasında ise modernliğin imlediği tüm kötücül ve ölümcül günahlarından azade soylu evren görüşleri olarak okuyorlardı.  

Oysa her düşünce gibi İslâmi düşünce(ler) de bir tarihsel süreç içerisinde belli iktidar ilişkileri içinde insan pratikleriyle ‘inşa edilmişler’dir ve modernliğin ya da postmodernliğin basit bir fonksiyonu olmaya indirgenemeyecek dinamikleri ve karakteristikleri vardır. Üstelik bu inşa süreci hâlâ birbirine rakip dindarlık anlayışları etrafında devam etmektedir de. 

Bu anlamda yazı Türkiye’de entelektüellerin İslâmcılar ve bu arada Ak Parti iktidarıyla kurmuş olduğu ilişkiyi bir ahlaki duruş ya da kandırma kandırılma sorunu değil dine dair bir yaklaşım ve entelektüel kavrayış sorunu olarak tanımlıyor. Türkiye’de modernleşme ve din konusunda hegemonik hale gelmiş böylesi tarih dışı, kategorik din ve modernlik algısının kendinden neşet ettiği yaklaşımların Şerif Mardin’den Niyazi Berkes ve Cemil Meriç’in çalışmalarına dek entelektüel izlerini sürmeye çalışıyor.

Bu nedenle Mert’in benim yazımdan dolayı alınganlık göstermesi anlaşılabilir değildir. En fazla özensiz bir okuma yapmıştır diyebilirim. Yazı dikkatli okunsaydı bambaşka bir derdi olduğu da görülürdü. Sayın Mert’in ‘kandırıldık ama iyi ki kandık diyerek’ tartışmayı bitirdiği yer benim başlamak istediğim yerdir: Ne oldu da İslâmcı siyasetler konusunda bu kadar yanılgılı bir yaklaşıma sahip olundu? Bu sorunun, bugün iktidarda olanların ihaneti ve onlara zamanında destek veren entelektüellerin naif zarafetiyle açıklanamayacak, siyasi tavır alışlara da sirayet eden bazı yöntemsel sorunlardan kaynaklandığını düşünüyorum.      

Yazı boyunca böylesi yanılgılı anlayışlara neden olan üç yaklaşım  eleştirel bir şekilde analiz edildi: Tarihi dine karşı modernlik şeklinde bölerek okuyan özcü analiz şemaları, sadece kimlik kartlarına bakarak yorum yapan tarih-körü postmodern liberal iyimserlik ve dini kategorik ve özcü bir şekilde reddeden Kemalist sekterlik. Dolayısıyla benim açımdan sorun basitçe öznelerin niyetine indirgenerek açıklanabilecek bir ihanet ya da kanma-kandırma meselesinden daha derinde yatmaktadır.    

Bu yaklaşımların söz konu handikaplarını aşmak üzere yazı, tarih dışı tek bir İslâm’dan söz etmek yerine tarih içinde İslâm’ın iktidar ve mülkiyet ilişkileri içinde anlaşılmaya çalışılmasının temel bir analiz yöntemi olması gerektiğini öne sürüyor. Entelektüel bir uğraşla İslâm’ın bu şekilde anlaşılması önündeki ‘yapısal’ ve ‘yöntemsel’ sorunları anlamaya çalışıyor. Eğer İslâmi düşünce ve hayat biçimleri belli bir iktidar ilişkisi içerisinde oluşturulmuş, çoğu zaman çatışma halinde olan kendi çoğul gelenekleri içerisinde anlaşılabilmiş olsaydı Kemalistler ve oryantalistler tarafından Müslümanlara atfedilmekten imtina edilen daha eşitlikçi ve özgür bir gelecek için otoriter yönetimlere karşı mücadele gelenekleri kadar, İslâmcılar ve liberaller tarafından sadece modernliğe ve Kemalizm’e münhasır kılınan otoriterliğin de pekala İslâmi düşünce ve siyaset gelenekleri içinde de var olduğu ve bu nedenle bugün karşılaştığımız sorunların basit bir kandırma-kandırılma ve ihanet sorunu olmadığı görülebilecekti. Yoksa öpüşür barışır, birbirimizin gönlünü alır, kol kırılır yen içinde kalırdı.    

Ak Parti iktidarının ve nemalandıkları iktidarın her adaletsizliği için bir mukadderat icat eden İslâmcı entelektüellerin davranış kodları İslâm siyaset ve düşünce geleneği içinde vardır ama bu ne liberallerin iddia ettiği gibi bir ihanet ne de Kemalist aydınların iddia ettiği gibi büyük harfle ‘İslâm’ değildir.  Sadece İslâm’ın ve dinî meşrulaştırım aracılığıyla  iktidar olmanın bir yorumu ve uygulanma biçimidir. Tarih içinde ve bugün de bu anlayışla mücadele içinde olan farklı İslâm anlayışları ve uygulamaları olmuştur. Bütün entelektüel çaba Kemalizm ile özdeşleştirilen otoriter modernliğin eleştirisine hasredildiğinde modernliğin dışında ister ‘pre’ ister ‘post’ önekiyle ifade edilen evren tasavvurları, bunların ilişki içinde olduğu iktidar olma biçimleri ve meşrulaştırım araçları olarak geliştirdikleri ideoloji ve siyasal teolojileri analiz edilmeden bırakılır. Yazının eleştirdiği entelektüel kavrayışlardan biri tam da budur. Çünkü mevcut iktidar sadece iyi niyet suistimalinden değil böylesi bir dindarlık-modernlik dikotomisi üzerinden kendi iktidarını sorgulanmaksızın inşa edecek hegemonik bir söylem yaratmıştır. Üzgünüm ama böyle bir inşada rol alanlar açısından bunun bir vebali vardır! Niyetleri için değilse bile entelektüel donanımsızlıkları nedeniyle.     

Tek başına soyut kategoriler ve insan toplulukları olarak İslâm ve Müslümanlar ne modernliğin mağdur ötekisi ne de modernliğin inşası önündeki geri düşünce formları ve insan güruhu olarak görülemezler. Ancak, tarihi modern ve pre-modern şeklinde bölen tarih felsefeleri, dindarlık ve modernlik arasında kesin bir ayrım çizgisi çekerek ikisini birbiriyle iç içe geçmeyen iki bağımsız varlık olarak ele alan bir yönteme dayandıklarından gelenek ve modernliği bıçakla kesilmiş gibi birbirinden ayırarak -aslında her ikisini de aynı anda icat ederek- İslam toplumları tarihindeki süreklilik ve kopuş anlarını tespit ve analiz etmeyi imkânsızlaştıran yöntemsel bir körlüğe neden oluyor. Bazen modernliğin ortaya çıkardığı bütün sorunların panzehiri bazense nedeni olarak idealleştirilen İslâm anlayışı, bizatihi farklı İslâm anlayışlarının farklı iktidar ilişkileri içinde inşa edildiğinin görülmesini imkânsızlaştırıyor (s.35). Bu nedenle yazı dini ve modernliği tarihselleştirerek kendi çoğullukları içinde anlayabileceğimiz yeni bir yaklaşım öneriyor. Otoriterlik ve sömürü eleştirisi tarihin bütün dönemleri, dinî ya da seküler bütün muktedir olma biçimleri için yapılabilmelidir. Çünkü hepsinde bulunmaktadır. Ne Kemalist aydınların yaptığı gibi otoriterlik ‘aydınlanmayı başaramamış dinci sistemlerin’ bir alameti farikasıdır ne de liberal entelektüellerin yaptığı gibi sadece ‘Kemalist jakoben modernliğe’ özgüdür. Otoriterliğin her toplumsal ve tarihsel durumda kendini kurma biçimi bu kuruluşu olumlayan yapısal faktörler ve meşrulaştıran ideoloji ve siyasal teolojiler bağlamında analiz edilmelidir. Aynı şekilde din de sadece soyut ve tarih  dışı bir şekilde tanımlanmış modernlikle değil dindar olmaya dair farklı din anlayışlarıyla ilişkisi içinde analiz edilebilirse yazının girişinde söz ettiği mezkur yaklaşımların ortaya çıkardığı handikaplar aşılabilir.    

Eğer mesele basit bir gelenek-modernlik, dindarlık-sekülerlik dikotomisinden kurtarılıp mülkiyet ve otorite ilişkileri merkeze alınarak adalet, eşitlik ve özgürlük prensipleri temelinde dindarların ve sekülerlerin otoriter ve sömürücü anlayışlara karşı olan kesimlerini bir araya getirebilecek tarzda yeniden formüle edilebilirse otoriter ve sömürüye dayalı iktidarların modern, postmodern ya da dini olarak adlandırılan formlarına karşı entelektüel açıdan daha donanımlı ve hazırlıklı olabiliriz diye düşünüyorum. Meseleye sadece İslâmcı, seküler, modern, çağdaş, muhafazakar gibi kimlik kartları üzerinden bakmak hem bu kimliklerin inşa edilme sürecini ve hem de çoğu zaman bu kimliklerin homojen yapılarının görünmez kıldığı sömürü ve otorite ilişkilerini tartışmamızı engellemektedir. Hem Birikim Dergisi’ndeki yazımda hem de Toplum ve Bilim Dergisi’nde yayınlanmış olan ‘Teoloji ile Antropoloji Arasında Antikapitalist Müslümanlar’ yazımda bu tür bir entelektüel arayışın içine girdim.

Sayın Mert yazımı sükunet ve suhuletle-ama bu defa sadece yazar ismini değil yazının başlığı ve içeriğini de- bir kez daha okursa bunun böyle olduğunu kendisi de görecektir. Sonrasında yazıma dair eleştiri ve katkıları olursa memnuniyetle karşılayacağımı bilmesini isterim.