Gezi'den Sonra Ekoloji Mücadelesinde Çatallanan Yollar

Yurdun her yerinde değişik yüzlerle günlerce süren o bir Haziran gününden sonra herkes “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” demişti. Haziran ayaklanması geri çekildikten sonra herkesin herkese bakışı “artık eskisi gibi olmamalı(sın)” manasına büründü: “Sen Haziran’ı görmüş geçirmiş birisin! İncitme, yazıktır, ‘atanı’”… Ve sonra, her gün, Haziran’ın sınava çekildiği gün oldu: Her olayda gözler “Gezi” aradı. Bulamayanlar, “nerde bu Gezi” diye sitem etti, kahretti.  Kuşkusuz, tarih tekerrür etse bile, olay tekerrür etmez; etmedi de.

Fakat yine de şöyle diyebiliriz en azından: Birçok şey eskisi gibi değil.

Haziran Ayaklanması’nın “meselesi”nin sadece “üç beş ağaç” olmadığı artık herkes anladı. Fakat Gezi’de herkesin altında toplandığı şeyin “üç beş ağaç” olduğunu anladık mı, emin değilim. Diğer taraftan “ekoloji” de zaten “üç beş ağaç” meselesi değil; Gezi isyanına en çok yakıştırılan adın “onur isyanı” olması, onun ekolojik bir isyan olduğunu da gösteriyor. Enteresan olan, hep beklenen/çağrılan “o büyük gün”ün, isyanın “üç beş ağaç” için/vesilesiyle başlamasıdır.

Neoliberal amentü ve ekoloji hareketi

2000’li yıllardan itibaren yurdumuzun birçok yerinde zuhur eden ekoloji hareketlerinin “yüksek siyaset” konuları arasında kendisine yer açması, hatta Kürt halkının mücadelesi yanında ana muhalefet hareketlerinden biri haline gelecek kadar büyümesi elbette bir tesadüf değil. 12 yıllık AKP iktidarına baktığımızda, bu iktidarın taşıyıcılığı yapan, ona sadece ekonominin çarklarının değil, siyasi rızanın çarklarının da döndürme dirayeti kazandıran temel sektörlerin inşaat ve “süreç” olduğu aşikar. “Süreç” kısmını bir kenara bırakalım. İnşaat sektörü, demirden, mobilyaya kadar diğer sektörlerin müşterisi olarak, finans sektörüne müşteri yaratarak, ulusüstü sermayeye yatırım olanağı açarak ve de iktidara borçlu-köleler yaratarak sistemin istikrarını sağlıyor. HES’ler, nükleer ve termik santraller, Kanal İstanbul, 3. Köprü, 3. Havaalanı, Nükleer Santral, her ile üniversite, Çamlıca’ya ve her yere cami, her yere maden, Gezi’ye Kışla, AOÇ’ye Saray, AVM, Ağaoğlu, Varyap, Cengiz, double yollar… “Arap baharı”, Suriye vb. politikaları da…  Bütün bunlar, “inşaat resulullah”!

Neoliberalizmin temel amentüsünün herkesi bir girişimci gibi davranmaya icbar ve teşvik etmesidir: Hem kendini bir işletme gibi işleteceksin; sana en fazla gelir getirecek şekilde sürekli yeni şeyler öğrenmek, yeni özellikler kazanmak, rantabl olmak vb. için çalışacaksın, hem de etrafındaki herkese ve her şeye sana en çok gelir getirecek kaynak gözüyle bakacaksın. İletişim teknolojilerinin gelişiminin yarattığı yeni iş olanaklarının herkes için böyle imkânlar yarattığı hep söylenir. Hani eskiden anlatılan, Sakıp Ağa’nın küçük bir dükkânı zamanla nasıl büyüterek SA olduğu hikâyelerinin yerini, evindeki bilgisayarında geliştirdiği bir program sayesinde Apple’dan milyon dolar para alan genç ya da Kayseri’de ürettiği sucuğu dünyaya pazarlayan KOBİ hikâyeleri alıyor. Bu “girişimcilik”in bizdeki adı da zaten “gözüaçık Kayserili”.

Neoliberal girişimcilik bizde en fazla inşaat sektöründe kendine alan buldu. Bu alanda da gözler “yerel kaynaklar”a dikildi. Yerel kaynak olarak, “müşterekler” olarak adlandırılan, tapusu kamu adına devletin elinde olan her şey sayılabilir. Kamusal hizmetlerin gerçekleştirilmesinden devletin çekilmesinden (özelleştirme, taşeronlaştırma) başlayan süreç, ülkenin en ücra köylerindeki meraların, işlenmeyen arazilerin “projeciler”e, girişimciler”e satılmasına kadar vardı. Anakentlerde esas olarak kamu arazilerinin inşaata açılması, kentsel dönüşüm olarak tezahür eden bu neoliberal politika, Anadolu’da HES, maden, yol ve termik santral projeleri ile kendini gösterdi. HES, maden ya da turizm projesi olanlar için bütün yasalar yeniden yazıldı, olmadı, yeniden yazılan yasalara dayanarak karar veren mahkemelerin kararları da uygulanmayarak, hiç kimsenin “girişimciler”in moralini bozmasına izin verilmedi. Deresini satılmasına karşı çıkan “türbanlı” genç kadın mahkemeye verildi, “başı kapalı” köylü kadınlar jandarma dayağı yedi. İneğini satarak HES’e karşı dava açacak parayı denkleştiren eski imam meczup ilan edildi.

“Her bölgeden bir zengin olsa, fena mı olur” diyen Özal’la başlayan AKP’nin “muhafazakâr liberal”liği ile yerli bir biçime kavuşan neoliberal “girişimcilik” rasyonalitesi, eski tabirle, kırda zaten önemli oranda erimiş olan tarımsal nüfusun yerinden, yaşam alanından olmasını, göç etmesini ve başta inşaat ve hizmet olmak üzere diğer sektörlerde işçileşmesini ya da –bir ihtimal daha var- kendisinin girişimci olmasını ya da –bu da başka bir ihtimal– yaşam alanını savunmak için direnmesini şart koşuyor. Aynı ihtimaller kentlerde, bir zamanlar kentin dışı sayılan ama artık merkez sınırlarının içinde kalan, eski tabirle, gecekondu, yoksul mahallelerin sakinleri için de geçerli… Hakeza, İstanbul’da yaşayıp da İstanbul’u hiç görmeyenlerin yani en dışarıda, İstanbul’un köylerinde yaşayanların 3. Havaalanı, Kanal İstanbul ve İkinci İstanbul projeleriyle karşı karşıya kaldıkları ihtimallerde aynı.

Amentüsü “inşaat resulullah” olan “muhafazakâr neoliberalizm” olduğu müddetçe “girişimci olmak”, “borçlu-köle olmak” ya da “direnişçi” ihtimallerinden başka seçeneğimiz olmayacak.

Bu toplumsal maddi gerçekliğin -çağımızın tek meta-anlatısı “iklim/ekoloji krizi” söyleminin rüzgarını da arkasına alarak- ikibinli yılların ortalarından itibaren yükselişe geçen ekoloji hareketlerinin temel muhalefet odaklarından bir haline gelmesini, yüksek siyasetin gündeminde kendine yer açmasını sağladığını söyleyebiliriz.  Özallı yıllardan beri –Mesut Yılmaz’ı arada unutmayalım- iktidarın “arka bahçesi” olan Karadeniz’de “birkaç çevreci tip”in dirayetiyle gelişen HES karşıtı mücadelenin neredeyse her vadiye yayılarak Derelerin Kardeşliği Platformu olarak örgütlenmesi, Artvin’de çeyrek asırdır süren maden karşıtı mücadele, Dersim’de kutsal Munzur’u özgür kılma mücadelesi, Hasankeyfi “güvenlik barajları”nın boğmaması için sınırları aşan mücadele, Alakır’da, Loç’da, Aksu’da, Yuvarlakçay’daki HES karşıtı mücadele, Afyon’da, Antep’te, Gerze’de, Bartın’da, Akkuyu’daki nükleer ve termik santrallere karşı mücadele… Bütün bu “yerel” mücadelelerin aynı zamanda metropollerde yaşayan hemşerilerini de orada eyleme geçirmeleri, Karadeniz İsyandır Platformu gibi bir ayağı kentli bir ayağı yerelde olan yeni örgütlenme biçimleri yaratmaları… İstanbul ve Ankara’da “kentsel dönüşüm”e ve yeşil alanların hızla inşaat sektörüne açılmasına karşı mücadeleler…

İktidarın bütün “ikna ve zor aygıtları”nı kullanmasına rağmen bütün bu mücadeleler bir taraftan yeni bir toplumsal hareketi mayalarken, diğer toplumsal hareketlerin de ekoloji meselesine alakalı olmalarını sağladı. TMMOB’dan işçi ve memur sendikalarına, barolardan sol partilere kadar bütün toplumsal, siyasal özneleri ekoloji mücadelesi ile ilişkilenmeleri konusunda “teşvik ve tahrik” etti.

Ekoloji hareketinde “örgütsel bunalım”

Mamafih, eğer bir dönemselleştirmeye gidersek, özelde HES karşıtı hareketin, genelde ekoloji hareketinin 2011’den itibaren bir durgunluğa girdiğini ve henüz bu durgunluktan da çıkamadığını söyleyebiliriz. Durgunluktan kastımızın, bir gerileme değil de, hareketin etkisini ve gücünü arttıracak daha ileri biçimlere ilerleyememesi, mahkeme koridorlarında beklemeye alınmasını, vb. olduğunu belirtmeliyiz.

Derelerin Kardeşliği Platformu’nun çağrısı ile 9 Nisan 2011’de Ankara’da gerçekleşen mitingin bir tepe noktası olarak alabiliriz. (31 Mayıs’ta Hopa’da ve akabinde Ankara ve İstanbul’da gelişen protestolar birer “ekoloji eylemi” sayılamaz, direk AKP iktidarına karşı bir protesto ve direnişti; bu nedenle Hopa’yı tepe noktası saymadım.) Kuşkusuz tekil örneklerde önemli direnişler yaşandı; Trabzon Çaykara’da, Erzurum Tortum’da, Arhavi’de, Dersim’de, Sinop’da ve başka yerlerde birçok eylem gerçekleştirildi. Fakat bu durgunluk döneminin başat alanının mahkeme koridorları olduğunu söyleyebiliriz. Bu alanda da, iktidarın bütün yüklenmelerine rağmen çok önemli başarılar kazanıldığını, birçok projenin ya yürütmesinin durdurulması, ya da “ÇED gerekli değildir” kararlarını iptali gibi kararlarla durmasını sağladığını unutmamak lazım. Aslında, sadece Hopa ve Kemalpaşa’daki HES karşıtı mücadele mahkeme kapısına varmadan başarıya ulaştı, diğer bütün yerlerde son sözü hep mahkeme kararları söyledi, söylüyor.

9 Nisan Ankara eylemiyle aynı günlerde Türkiye Su Meclisi’nin bileşenleri “Anadolu’yu Vermeyeceğiz” mottosuyla Türkiye’nin dört bir yanından kervanları oluşturarak Ankara yürüyüşü başlattı. Yürüyüşün finali olarak Ankara’da miting planlanıyordu ama kervanlar Ankara girişinde polis tarafından durduruldu ve eylem hedefine ulaşamadan dağıldı. Bu “dağılma” Su Meclisi’nin de dağılması oldu.

Sonrasında, Gezi’ye kadar, ekoloji haberlerine baktığımızda, karşımıza daha çok mahkeme kararları çıkıyor. Toparlanma ve kendini aşma gayretiyle 2-3 Mart günlerinde Karadeniz İsyandadır Platformu çağrısıyla gerçekleşen 2. Karadeniz Ekoloji Forumu düzenledi. Farklı atölye ve oturumlarda Karadeniz’de yaşamı yok eden tüm girişimleri ele alınıp, birikimleri ortaklaştırılarak deneyimleri paylaşırken mücadeleyi büyütmenin yolları aranmaya çalışıldı.
Bu ara dönemdeki en büyük eylem Artvin’de gerçekleşti. Yeşil Artvin Derneği’nin çağrısıyla, 6 Nisan 2013’de Artvin’de 20 yıldır devam eden maden karşıtı mücadeleyi yürü­tenler ve pek çok şehirden katılan binlerce yaşam savunucusu Artvin şehir merkezinde “Madene Ha­yır” mitingi düzenledi.

Kuşkusuz Gezi isyanı bütün bu gündemin içinden süzülerek geldi. Taksim’e Topçu Kışlası yapma projesine karşı mücadelede bu süreçte adım adım geliştiğini görüyoruz. 16 Eylül 2011 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi'nin aldığı kararla yapının Kentsel Tasarım Projesi ile bir bütünlük içerisinde değerlendirilerek tekrar inşa edilmesi kararlaştırıldı. Fakat 17 Ocak 2013 tarihinde Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu yapının inşasına, Gezi Parkının İstanbul’un belleğinde yer ettiği gerekçesiyle onay vermedi. Bu karara İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu nezdinde itiraz edildi. Üst kurul, 1 Mart 2013 tarihinde bölgesel kurulun kararını iptal ederek Kışla'nın tekrar inşasına kesin olarak onay verdi. HES’lerde, nükleer ve termik santrallerde, kentsel dönüşüm uygulamalarında olduğu gibi, bu konuda da iktidar, “Ne yaparsanız yapın. Orası için karar verdik. Yapacağız” açıklamalarıyla polis zoruyla protestoları bastırma yoluna gitti. Taksim Gezi Parkı Koruma ve Güzel­leştirme Derneği tarafından aylarca yürütülen kamuoyu oluşturma mücadelesinin bastırılması için parkta nöbet tutan direnişçilerin parktan atılmaya çalışılması ve ağaç sökümünün başlamasıyla olaylar hızla gelişerek bir isyana dönüştü. Ve hepimizin “bir Haziran’ı” başladı.

Gezi isyanı ve Haziran Ayaklanmasına burada ele almaya gerek yok; “olay” birçok perspektiften ele alındı, tartışıldı. Sadece şu kadarı söylenebilir, tabiri caizse, üzerimizdeki ölü toprağı attık ve mavi gökyüzünü gördük; en azından toplumun bir kesimi olarak “biz” gördük. Yine, tabiri caizse, nitel bir sıçrama yaşandı; fakat bu “sıçrama” geri dönüş kapısını mutlak kapatmaktan çok, unutulması, yitirilmesi imkânsız bir tecrübe, yetenek kazanma anlamına geldiğini belirtmek gerekir. Yoksa mücadele her zaman güçler ilişkisidir, insanlar, özneler kendileri her zaman ve her durumda aynı güçte hissetme şansına sahip değildirler tabiatları gereği.

Gezi’den Sonra… her olayda Gezi, daha genel olarak yerellerdeki ekoloji hareketi “yüksek siyaset”e nasıl tahvil edileceği tartışmaları zuhur etti. Hatırlayalım, önce Eylül-Ekim’de okulların açılmasıyla “olaylar”ın yeniden başlayacağı beklentisi esti. Roboski katliamında, “Geziciler nerede” sorgusu yapıldı. Milletvekili seçimlerinde Gezicilerin hangi partiyi desteklemeleri gerektiği mesele oldu. Ardından yerel seçimlerde aynı tartışmalar oldu. Doğu Karadeniz’de HES’lere karşı mücadelede başı çeken Derelerin Kardeşliği Platformu Hopa, Kemalpaşa, Fındıklı, Ardeşen, İkizdere, Tonya’da CHP ve ÖDP adaylarını desteklediğini açıkladı. Bütün bu beklentiler boşa çıktı. Ne Gezi, ne yurdun birçok yerindeki ekoloji hareketlerinin sol partilerce oya tahvil edilmesi başarısız oldu. HES’lere karşı direnişlerin yaşandığı köylerde AKP birinci olabildi.

Bu nedenle, ekoloji hareketindeki bu durgunluk meselesi her ne kadar, Gezi ve sonrasında forumlar, birçok noktada süren tekil direnişler ile aşıldı gibi görünüyorsa da aslında devam etmektedir. Çünkü ekoloji hareketini durgunluğa sokan en temel etken, ne öznelerin yorulması, ne de iktidarın şiddeti; ekoloji hareketini durgunluğa sokan esas faktör kendini“örgütsel bunalım” olarak görünür kılan “siyasal kriz”.

Çatallanan yollar

Yerel sorunlar etrafında yerellerde gelişen ekoloji hareketlerinin “yüksek siyasetin” gündeminde kendine yer açması ile birlikte “yüksek siyaset” de bu hareketlerin içinde kendine yer açtı. “Ya yeni bir yol bulan ya da yeni bir yol yapan” bu yerel hareketler 2011’den beri “kendi siyaset tarzlarını ve stratejileri”ni “yüksek siyaset”e benimsetmek ya “yüksek siyaset”in “eski siyaset tarzını ve stratejisi”ne tabi olmak seçenekleri ile karşı karşıya. Dolayısıyla bu çifte bir bunalım. “Yüksek siyaset” de, mevcut krizinden çıkmanın bir yolu/aracı olarak gördüğü bu yerel hareketleri “özgünlüklerini kaybetmeden” içselleştirilmesini sağlayacak bir siyaset üretmede bunalım yaşıyor.  

Bu “örgütsel/siyasal bunalım”ı şöyle tarif edebiliriz: Hattı müdafaadan sathı müdafaaya geçmenin biçimi ne olmalıdır? Yani tek tek yerellerde ve farklı yerellerde farklı sorunlar etrafında gelişen ekoloji hareketlerinin hedefler ve program/strateji konularında ortaklaşması sağlanabilir mi veya nasıl sağlanacak?

Bu konuda atılmış ilk adım, Doğa Derneği ve TEMA öncülüğünde kurulan Türkiye Su Meclisi’dir. Bu iki dernek ve partnerleri tarafından 2009’da kurulmasına karşın Ocak 2011’de Rize İkizdere’de 1. Genel Kurulunu yaparak kamuoyuna duyurulan Su Meclisi, ekoloji hareketinde hem ideolojik hem de örgütsel tartışmaların başlamasını vesile oldu. Birçok yerel platformu çatısı altında bir araya getiren Türkiye Su Meclisi, Doğa Derneği ve TEMA’nın ağırlığı yüzünden sermayenin “Truva atı” eleştirilerine maruz kaldı. Çok fazla tutunamayan TSM, yerel hareketlerin dost/düşman ayrımını nasıl yapacakları, kimlerle nasıl ittifak geliştirecekleri, temsiliyet mekanizmaları nasıl olmalı, mücadelenin amaçları ne olmalı gibi konulardaki tartışmaları ateşledi.

Geçtiğimiz ay gerçekleşen iki toplantı konunun ne kadar güncel ve ivedi olduğunu gösterdi. HDK-Ekoloji Komisyonunun çağrısı ile 6 Aralık’ta Ankara’da gerçekleşen “Ekoloji Mücadelesinde Ortaklaşıyoruz” toplantısı ile Ekoloji Meclisi’nin kurulduğu açıklandı. Halkevleri de düzenlediği çalıştayla,  “Kent ve Doğa Hakkı mücadelesi başlığı altında bir üst bütünlüğe taşımak” gerekliliğine işaret etti. Her iki girişim de bu “merkezileşme” ya da “üst bütünlüğe taşıma”nın nasıl olacağına dair bir öneri getirmedi henüz ama önümüzdeki dönem tartışacağımız konulardan birinin bu sorun olacağı açık.

Klasik adlandırmayla “merkezileşme”, tek bir çatı ve program etrafında birleşme sorununun bir ayağı, ulusal hatta ulusüstü öznelerle yerellerde hattı müdafaa ile nasıl başa çıkılacağı sorunudur. Bu kaçınılmaz, hareketin selameti açısından mutlaka cevabının verilmesi gereken bir sorudur.   “Merkezileşme” sorunu genelde şöyle formüle edilmektedir: Belli kriterlere bağlanmış delege ve temsil mekanizmalarıyla seçilen/çağrılan temsilcilerin “meclis”, “kurultay”, “kongre”, “forum” adı verilen merkezi toplantılarda biraraya gelerek, sınırlı bir zamanda bir program ve Yürütme Kurulu oluşturularak hareketin birliğinin sağlanması, tek bir yerden yönetilmesi. Temsiliyet esasına dayanan bu tarz siyaset, aslında her yerde krizde olmasına rağmen hala bilinen tek siyaset biçimi. Bununla beraber, siyasetin krize girmesinin en temel nedeni olarak ortaya konan temsiliyet mekanizmasının ekoloji hareketini selamete ulaştırmasını nasıl umabiliriz? Diğer taraftan zaten bu hareketleri hareket yapan, önem kazandıran tam da yerel ve doğrudan katılım imkânı yaratmaları değil mi?

İmdi, “merkezileşme” sorununu şöyle de formüle edebiliriz: Yerel hareketler “merkez-yerel” hiyerarşisini örmeden yatay düzeyde kendi aralarında ortaklıklar geliştirme gücüne ve yeteneğine sahip midirler?

Derelerin Kardeşliği Platformu’nun çağrısıyla gerçekleşen 9 Nisan Ankara mitingi aslında bu soruna verilen birinci cevaptı fakat cevap ete kemiğe büründürülemedi. Zaten durgunluğa da bu yüzden girildi. Derelerin Kardeşliği, iki aylık bir çalışma ile yurdun dört bir yanından ekoloji hareketlerini Ankara’da buluşmasını örgütleyebilmişti. Elbette bu –birçok merkezi miting deneyi olan memleketimizde- görece kolay bir iş sayılabilir. Fakat bir kere yereller arasında bu ağ kurulduktan sonra bu ağların sağlamlaştırılması, kalıcılaştırılması sağlanamaz mı? Yerellerin hem kendi içlerinde hem de diğer yerellerle istikrarlı, herkese açık ağlar kurarak, paylaşma ve ortaklaşma uzamı yaratılamaz mı? Yereller bu yeteneği geliştiremez mi? Ezcümle, merkezileşme olmadan ortaklaşma sağlanamaz mı? Bu ve benzer soru(n)ları hep beraber tartışmak, en başta yerel ekoloji hareketlerinin “kendi hesabına konuş”maları gerekir.

Bitirirken…

Ekoloji hareketinin karşı karşıya kaldığı “yerellik” ve “süreklilik” gibi soru(n)lar aslında bir süredir küreselleşme karşıtı hareketlerin de tartıştığı sorunlar. Hatırlarsak, küreselleşme karşıtı hareketin en çok tartıştığı metinler olan Çokluk, Ortak Zenginlik gibi kitaplarının ortak yazarı Hardt da, geçen sene katıldığı bir konferansta örgüt ve süreklilik konusu üzerinde durmuştu. Diğer taraftan “yüksek siyaset”teki yeni oluşumların –HDK/HDP, Birleşik Haziran Hareketi- temel örgütlenme modeli olarak benimsedikleri “Meclis”lerin kuruluş ve işleyişi konusunda da aynı soru(n)larla karşı karşıya oldukları açık.

Kitle hareketinin kabardığı dönemlerde –taa Rusya’daki şura ya da Sovyetlerden esinle sıkça dile getirilen “meclis” kavramı ve modeli üzerine çok da kelam edilmemektedir. Merkez mutfaklarda tarifi yapılırken, herkesi kapsayacağı söylenen meclislerin yerellerde  “merkezin çevresi” dışındakileri kapsayamamaktadır. Burada da yerel bir uydu olarak hiyerarşiye tabi tutulmaktadır ve farklı “merkezler”, meclis örgütlenmesini doğru bulsalar dahi, katılmamaktadır. Dolayısıyla konuda da “yerellik” ile “süreklilik/merkezilik” ikilemi yeniden üretilmiş oluyor.

Çok merkezli, yerel, katılımcı ve yatay hareketlerin “geçicilik” ve “kendini tekrar” etme ile merkezi örgütlenmelerle temsiliyet ve hiyerarşi içinde süreklilik kazanması arasında ikincisinden yana bir tercihte bulunması gerektiği kanaatinin limana geri dönmek olduğunu düşünüyorum. Temsiliyet mekanizmalarının yabancılaştırıcı, yereli susturan ve yereli tanımak yerine tanımlayan tekniğinin ve yereli bazı yetilerden mahrummuş gibi düşünen bir mantalitenin ne “yüksek siyaset”in krizini çözmeye ne de ekoloji hareketini geliştirmeye yarar. Dolayısıyla mesainin yerellerin yeteneklerini geliştirmeyi sağlayacak konulara hasredilmesi daha hayırlı olacaktır.