İktidar ve Entelektüel

Salgın bir hastalık iktidar. Işık hızından hızlı yayılıyor ve kadim hikâyesi. Kendisini en yalın ve cismani ifade ettiği parlak üniformalı ve demir aletli devletten de eski. İktidarın müteşekkil aygıtı devlet onun büyüyen ve yürüyen yüzlerce, binlerce atomunun bileşkesidir. İktidar, gücünü insanın ben ve sahip(lik) güdüsünden, toplumun sosyal örgütlenme ağından alır. İktidar bu rahimden doğar, onun özelliklerini alır, tarihsel seyrinin harcıyla biçimlenir.

Örgüt, iktidarın yaratıcısı. Tarihin sarih, arayışçı, yıkan ve yaratan gerçeği. İktidar, direklerini onun tahakküm tarlası üzerine kurar. Birbirlerini besleyerek gelişip palazlanırlar. Örgüt senaryoyu hazırlar; iktidar onun bağrında ortaya çıkıp final sahnesini kapar. Var olmanın ağı örgütlülük. İnsan yan yana geldiğinde toplumsal ihtiyaçlarını onun üzerinde giderir. Tarih, örgüt aracılığıyla bugüne geldi. Gelirken insanın ruhunda ve toplumun gözeneklerinde iktidar gücünü yarattı. Sahasına çektiği topluma “imkânsız ve eşit” birliği dayattı. Eşitlikten anladığı toplumun kendisiyle özdeşleşmesi, düdüğü çaldığında cemi cümlesinin marş adımlarıyla yürümesidir. İmtiyazsızlık ise yanılsamadan ibarettir. Gerçeğin düzleminden koparılmış soyutlamaları inananın elbiselerine sokarak, bilince monte eder. Günaşırı bu yanlış bilinci yeniden üreterek özgür sorulara kapanlar kurar. İktidarın tesis edildiği yerde özgürlük bacadan kaçar. İktidarın mağarasına özgür girenler prangalı çıkarlar. İnsanı insanda yakalar. Onun benlik egosunu ensesinde tutarak hükmedilme olasılığını gösterir. Bu olasılık binde bir de olsa, hiç ulaşamasa da, bu mağaranın kasvetli yolunda boynunu bükerek geçeceğini, cücelere hürmet edeceğini, ayıya dayı diyeceğini bilse de hük(ü)metmek olasılığına tav olduğundan, özgürlüğünden feragat eder. Özgürlüğü; güvene, güce ve huzura ipoteklendirir. Ulaşamadığı kişi ve alan yoktur iktidarın. Özgürlüğü kolektifliğin kazanına atar. Yalnızlık ve aforoz korkusunu, iktidar tehdit olarak kullanarak, kolektif disiplinle aynileştirir kafaları. Birbirine benzeyen kafalar mantar misali çoğalır. Gözler görmeyi arzuladığını, kulaklar duymak istediğini, bilinç zerk edilen imgelerle algılayıp olguları-olayları bir sisteme oturtur. Bunu yaparken kendisini yöneten ve özdeşleştiği kuvvetleri yüceltir. Bu aile, parti, cemaat, din, devlet olur. Kuvvetlerin adı değişir, özleri kalır.

İktidarın sosyal ağının en yaman ve köklü örgütü aile. Ailenin mührünü elinde bulunduran pederşahi baba. Kâh imamın ve papazın cübbesini kâh devletin tepesindeki büyük şefin giysilerini giyer. Aynalarda büyüyen, kendini zamanın ve mekânın ötesinde gören, devletten tasdikli nikâh belgesi ve toplumun ahlâk onayıyla kadının bedeni, aklı ve tercihleri üzerinde tasallut kuran baba, devlet gibi düzeni ve sükuneti sever. Özgürlük kelimesinden, Deccal’den korktuğu kadar korkar. Terbiye, otoritesinin kırbacıdır. Otoritesinin çitlerinin dışına çıkan çocuklara terbiyeyle diz kırdırtır. Özgür olmanın, özgür aşkın, özneleşmenin, cinsel yönelimin ilk iğdiş edicisidir. Ahlâk şemsiyesi altında şiddetin, tecavüzün, büyük günahların örtbasçısıdır. Aba altından sopa gösterme erbabı, devletin ayaklı bürosudur.

Medya, iktidarın düşünce pompalama merkezi. Tepesinde sermaye oligarkları. Büyük patronun belirlediği çerçeve ve kalıpta kalem oynatan ücretli kalemşörler. İktidar tandanslı kelimeler üretmede görevli ideolojik yaygınlık merkezi. İktidarın günümüzde amiral gemisi vazifesi gören en etkin örgütü. Hiza ve nizam üreten vurucu örgüt. İktidarın onsuz yapamayacağı ve gittikçe de önemini, etkisini artıran yeni veziriazamı.

Eğitim, iktidarın, gönüllü rıza, karakter, yaşam formu, toplumsal işbölümüne öğeler yetiştirdiği, iktidarı güncelleyen ve sürdüren, maddi-manevi hazırlığı yapan, belirleyen-belirlenen ilişkisinin hakim olduğu ideolojik, politik, kültürel kodlar üretme imalathanesi ve meslek edinme tedrisatı. Tepesinde devletin büyük şefi; şefin altında tedrisat nazırı ve şûra, basamağın bir altında müfettişler, müdürler ve öğretmenler. En altta iktidarın tedrisat tornasından geçecek milyonlarca öğrenci. İktidarın asli örgütlerinden birisi eğitim. Eğitim örgütü olmasaydı, bekasını sürdürmesi zordur.

Partiler; ister burjuva olsun ister devrimci, aynı özden besleniyorlar. Burjuva partiler, vatan millet tatavasıyla arz-ı endam edip, devleti kurtarıp, özünü ve niteliğini değiştirmeden yönetme düsturu edinirler. Devrimci partiler verili iktidarı yıkıp, yerine proletaryanın iktidarını kurmayı amaçlar. Proletarya iktidarından ne anladıklarını 20. yüzyıl tarihi bize gösterdi. Temsilî demokrasiyle proletarya adına partinin ekonomiye, siyasete, sosyal yaşama hükmetmesiydi. Tüm partilerde tepede üç beş kıdemli şefin arasında, karizması ve hakimiyetiyle ortaya çıkan, eğilmez-bükülmez büyük şeflere tabi kadrolar, tek paradigma etrafında farklılığı kapı dışarı bırakan kolektif irade ve akılla yürüyen üyeler, aktivistler, taraftarlar. Hepsinin ortak özelliği, kendileri dışında üç beş kişinin belirlediği iktidar programına kolektif irade göstermek. “Yüce parti”, iktidarı alıp, tesis etmenin kutsal amacına dönüşür. Amaç olur parti ve şefler de peygamber. İktidar haresi onların etrafında örülür. Onlarla başlar her şey, onlarla biter.

İktidar her yere sızar, bulduğu çatlakları fırsata dönüştürür. İşte, sanatta, sporda, aşkta, siyasette... Nereye yüzünü çevirsen, orada karşına dikilir. Hazır ve nazırdır. Tepeden bakar kendisine karşı gelene. Şöyle der; “ekmek yemek, itibar görmek, dışlanmamak; kendini kolay kolay yıkıp geçemezsin. Ben, sendeki egodan besleniyorum. Bana isyan edip karşı çıkarsan, vay haline. Lanetimin gazabına uğrarsın. Yalnızlık ve aforoz gölgen olur. Aç biilaç kalırsın. Küre-i arzda cehennem azabı yaşatırım sana.”

Tarihi bu evreye getiren bazı örgütlerden hemen kaçmak zor görünüyor. İnsanlık büyük ve kudretli değişimlere bu örgütlerle girdi. Örgüte, sendikaya, eğitime, partiye, derneklere... daha bir süre ihtiyaç duyulacak. Karşımızdaki yakıcı soru, bu araçları iktidarın cenderesinden ve iktidarın özünden nasıl koparıp, yeni formlar kazandıracağız? Bu soruya yanıt verecek kategorilerden birisi de, entelektüel düşünce derinliğine, entelektüellerimizin her türlü iktidar formunu karşısına alan prakisisinin kalitesine, yayılım gücüne bağlıdır.

Dikkat edilsin, aydın kavramını kullanmıyorum. İradi bir seçimdir bu. Ülkemizde aydın bereketi, bolluğu yaşanmakta. Entelektüellerimiz ise sınırlı. Kalemin kadrajına aydın kavramı girmişse, biraz lakırdısını yapmak fena olmaz:

Genel kabulün aksine, ülkemizde hatırı sayılır aydın kesimi bulunuyor. Aydın ile entelektüel arasına ayraç koymak gerektiğini düşünenlerdenim. İkisinin eş karakteristik özellikleri, birlikte beslendikleri ortak kaynakları, kesişme paydaşları bulunmakla birlikte aynı olgular mahiyetinde kabul görülmemelidir: Entelektüel kavramının kökeni Latince intelectus teriminden Fransızcaya intelect olarak geçmiştir. Soyut ve mantıklı düşünme yetisi anlamında kullanılan entelektüel terimi, Batı Avrupa’da klişe deyimle, Ortaçağ karanlığının karşısına evrensel değerlerle ve bilimle karşı çıkarak, gelişim seyrini göstermiştir. Gelişim, Batı merkezinde periferiye kaysa da, çok evvelinde Doğu da farklı toplumsal formasyonlarda kendine mündemiç terimlerle entelektüellerini yaratmıştır. Doğu da kellesini iktidara kaptıran, iktidarın karşısına dikilen, tarihe damgasını vuran düşünürler yarattı. Düşünseli Doğu’ya kaydığında Rusya’ya yerleşip, derinleşti. Bugün kullandığımız entelektüel kavramı Rusya’daki intelligentsia’dan geliyor.

Entelektüel kavramı bu diyarda, yakın zamana kadar pek kullanılmayan ve rağbet görmeyen bir terimdi. Bu kavramla eş düzlemde kullanılan aydın kavramı Osmanlıcadaki münevver kelimesinden Türkçeye geçirilmiştir. Aydın kavramına, uzun bir dönem düşünce dünyasına yön veren İttihat ve Terakki kadrolarının, Batı’ya yüz çevirip orada eğitim görmeleri, yörüngelerine Batı skalasını koyup Fransız-Jakobenist hareketin Aydınlanmacı felsefesini kendine feyz alıp, uyarlayarak kendi rejiminin yaratma düşüncesini oluşturmak emeliyle misyon edindikleri içeriği kazandırdılar. Teori şuydu; emperyalizm eliyle gelişen komprador burjuvazi, Düyun-u Umumiye ile Osmanlı Devleti’ne yerleşip, derinleştiler ve toprak ağalarıyla birleşerek yeni bir ekonomik yapı oluşturdular. Hasta adam Osmanlı ölüm döşeğine girmişti. Osmanlı’nın siyasi yapısıyla da yeni çağda tarih sahnesinde var olmayacağını bilen İttihatçı kadrolar, Osmanlı İmparatorluğu enkazını ortadan kaldırıp, devleti kurtararak devlet geleneğini sürdüreceklerdi. Yeni Cumhuriyet “muasır medeniyet”ler seviyesine ulaşmalı, Batı ideolojisi ve kültürü yukardan aşağıya empoze edilmeliydi. Ordunun eliyle kurulmuş devlet “aydınlanma”yı da eline almalıydı. Bu aydınlanma Fransız Jakobenist nitelikten uzak, biçimsel olarak onu taklit eden nitelikteydi. Felsefi prizması pozitivistti. Toplumun yukarıdan aşağıya toplumsal mühendislikle şekillendirilmesinde Kemalist tandanslı, ulusal karakterli aydınlar devreye girmeliydi.

Türkiye aydın kesiminde ulusalcılıkla harmanlanmış bu pozitivist akım baskındır. Devletin modernizasyonunda aydınlar ya direkt yol almışlar ya da 1932’de bizzat Mustafa Kemal’in emriyle çıkarılan Kadro Dergisi’nde görüldüğü üzere görevlendirilmişlerdir.

Kadro Dergisi etrafında aydın kesimin misyonu, Kemalist iktidarı idealize ederek kurumsallaşmasına katkıda bulunmak, ulusal rasyonaliteyi ön plana çıkararak devlet kapitalizmini desteklemek ve Türk-İslam sentezini topluma yedirmek olmuştur. Kadro’nun dışında duran “sosyalist” aydınlar da bazı nüans farklılıkları taşısalar da özde bakış açıları aynıydı. Türkiyeli aydınların kahhar çoğunluğunda ve sol kesiminde, Kemalist modernleşme, ulusalcılıkla harmanlanmış pozitivizm ve devletçilik misyonu etkindi. Sol cenahın teorik-politik paradigmaları da bundan maluldür. Ermeni Soykırımı ve Kürt Sorunu’nda aydın kesiminin ve sol (buna devrimciler de dahil) cenahın sessiz kalması ya da yalınkat homurtularla yetinmesinin temel saiki budur. Bugün hâlâ, bu kesimlerin büyük çoğunluğu bununla yüzleşme ve kopma basiretini asli bağlamda gösterememiştir.

Aydınlar, sol ya da sağda olsun, iktidara ve her türlü iktidar ilişkisine karşı duruş geliştirememiş, renkleri farklı farklı olsa da asli misyonları, konumlanışlarına göre farklılık gösterse de, özü pozitivist toplum mühendisliği doğrultusunda iktidarı, resmi ideolojisini, iktidar ilişkilerini esaslı bir sorgudan geçirmeden sistemin çemberinde kalarak toplumsal gelişmeye katkı sunmak olmuştur.

Aydın kesimi bizde pozitivist modernleşmeye katkı sunan, bu kulvarda yürüyen, kendini bir misyona adamış, direkt ya da dolaylı olarak bir siyasal yapıyla ilişki içinde olmuş ve dün siyaset sahnesinde görmediğimiz aydını, kısa bir dönem sonra çoğunlukla bir siyasal partinin çalışmalarında, belediye seçimlerinde ve parlamento sıralarında görmüşüzdür. Bunda şaşılacak pek bir şey yok. Aydın tam da budur. Konumlanışı ve niteliği farklı olsa da bir misyon doğrultusunda hareket eder. Misyonu organik ilişkilere girmesini koşulluyorsa, onu da yapar.

Aydın ve entelektüel arasında açık ayrım yapılmadığından, ekseriyetle kallavi payeler biçiyoruz. Ulaşılması güç değerler ve mertebeler atfediyoruz. Çağının rafine kafası... Her koşul altında hakikate bağlı kalan, hakikati savunmada ödün vermeyen ve gerekirse bu uğurda ağır bedeller ödeyen... İktidara asla biat etmeyen ve sözünü esirgemeyen... Eleştiren ve özgür düşünen... Aforozdan ve lanetlenmekten korkmayan... Haksızlık kendi camiasında da olsa yüksek sesle çıkıp haykıran... Bir siyasal partinin güdümüne girmeyen... Bu değerlerin hepsini kendinde cisimleştiren, her koşulda bunları savunmaktan ödün vermeyen kaç aydın bulunuyor? Büyük olasılıkla çok az. Böylesine ulaşılması güç, engebeli yollardan geçen, çetrefil ve sert yamaçlardan geçen tanımlama, aydını göğün tepesine koyar. Bu, aydının realitesine de uymuyor. Ulaşılması gereken ile tarihsel realiteyi ayırt etmek gerektiği kanısındayım.

Kendine tarihsel bir misyon edinen aydın, bir düşünce yönelimini öne çıkarır, tartışır, ona angaje olarak düşünceyi yaygınlaştırır. Yerleşik görünenin aksine aydın mutlaka sol-devrimci camianın içinde yerleşmez. Tarihsel bağlamını Batı merkezli sol kategori içinde geliştirse de, aydın bulunduğu düzlemden daha ileri düşüncelere, vizyona sahip olup, genel insani değerler skalası ile sınıfsal, siyasal, kültürel kodlarını birleştirerek geliştirici, ileriye taşıyıcı bir yerde durabilir: İslam terminolojisine bağlı birisi de aydın olabilir. İsimlerini tek tek burada zikretmeye girmeden, bu camia içinde de sayısız aydın bulunduğu söylenebilir. Mütedeyyin aydınların düşünce dünyamıza hatırı sayılır katkılarının olduğunu belirtmek gerekir. Batı merkezli tepeden inmeci düşünce ve kültür mühendisliğinden sıyrılmamızda katkıları olmuştur. Seküler, küçük burjuva, devrimci, liberal, feminist aydınlar da bulunmakta. Hepsi ayrı ayrı düşünce, kültür ve siyasi parametlere sahiptir ve muhakkak ki hepsinin formasyonu da eleştiriye muhtaçtır. Böyle olsa da bu, onların aydın olmadıklarını ispatlamaz.

Aydın olmak, tarihsel-toplumsal misyon edinmek, tedrisatın mürekkebine bulanmak, kütüphanelerdeki kitapları hatmetmek, liyakat sahibi olmak, popüler olmak, velut bir yazar olmakla da ilintili değildir tek başına. Bu kulvardan geçip, ayaklı ansiklopedi olup da rüştünü bu sahada ispat ettiği halde, iktidarın çanak yalayıcılığıyla patlıcan dalkavukluğu yapan, ferasetten yoksun ve vicdanı körelmiş nice allame-i cihan bulunuyor. Bunlarla, yaşamını bir hırka bir lokma anlayışı üzerine kuran insan-ı kâmil olgunluğuna sahip, yanındakinin derdiyle yanıp kavrulan birisiyle ve köy ariflerini mukayese bile etmemek gerekir.

Ne yazık ki bu ülkede aydınlarımız, hangi kesimden olursa olsun, iktidarcı-devletçi zihniyetin taşıyıcılarıdırlar. Düşüncelerini iktidarın kıskacından kurtaramamışlardır. İktidar düşüncesini farklı kesimlerde de olsalar değişik veçhelerde yeniden ve yeniden üretiyorlar. Ortalık güllük gülistanlık iken hümaniter yaşam anlayışıyla iktidarın siyasal ve sosyal özüne pek dokunmadan, kenarından köşesinden eleştiriler batan kaba saba yanlarını törpülemeye didinirler ama iktidar-devlet, baskısını artırıp, siyasal iklim griye kestiğinde, demir aletleriyle tamtamlarını nümayişe çıkardığında ve bu hegomonik kasırgaya karşı ciddi toplumsal tepki bulunmuyorsa, aydınların ekseriyetle kahhar çoğunluğu iktidarın kara cübbesinin altına sığınarak, devlet yüce türküsünü hep bir ağızdan söyleyebiliyorlar. Koyu iklim zülfiyare dokunup kaygıları harekete geçirdiğinde, dümeni iktidarın sularına kırar. İklim dört bir yandan bahara kestiğinde, kitlelerin homurtuları örgütlü güce, güç kitlesel kabarmalara evrildiğinde, aydın kaygılarını tavsar, cesaretlenip cüret abidesi kesilir. O zaman da misyonunu aşarak yeni misyonlar kazanır. Aydının tavrı konjonktürel de olabilir.

Ayrım sınırı da burada başlıyor. Aydın bir misyon edinirken, entelektüelin sabitlenmiş, şu ya da bu siyasal kategori düzleminde edindiği bir misyonu yoktur. Entelektüel, felsefenin-teorinin ve dünyanın evrensel sorunlarına dair kafa yoran, soyutlamalarda bulunan, soru sorup tartıştıran, tüm iktidar ve iktidar ilişkilerini sorgulayan ve en az bir kol boyu mesafeyi kapatmayan ve praksis gereği sözü toplumsal eylemde buluşturandır.

Tarihte entelektüel ağır bedeller ödemiştir. Öğretilmiş koşullanmayla entelektüel sırça köşklerde miskin miskin yatıp, arada sırada evrensel çelişkiler babında laklak yapmaz. Bu yaklaşım muktedirler tarafından üretilip topluma empoze edilmiştir. Entelektüel olmayan entelektüel tarafından da sergilenmiştir. Toplumun evrensel konulara yönelik soyutlamalar yapması bloke edilmek istenmiştir. Muktedirler halka, sizin yerinize düşünen, düşünce üretenler bulunmaktadır, siz bunlarla vaktinizi heba etmeyin, boş uğraşlardır bunlar, çalışıp üretin, işinize bakın demeye getirmektedir. Bugün de bu zihniyet baskındır. Handiyse tekmil evrensel tarihsel olgulara dair kitleler tartışmaya, soru sormaya başladığında; muktedir buyurgan baba pozuyla endamını gösterir, gözlerini üretimdeki erkeklere ve kadınlara kaydırır, üreten parmakların kitap sayfalarını çevirdiğini, yeni yeni sözcüklerin tınısını işitir ve düşünce tufanı esmek üzere olduğunu hissettiğinde, beylik bir tonla “bilmediğiniz konularda ahkâm kesmeyi bırakın. Siz işinize bakın, bu konuları da uzmanlarına bırakın” buyruğunu verir. Kimdir bu uzmanlar, iktidarın emrine amade ideologlar? Entelektüel bu buyruğun davetine iştirak etmeyen, muktedirin buyruğunu hükümsüz kılan ilk kişiler arasındadır. Entelektüel bilir, kelamın maddi temele, maddi temelin de kelama gereksinim duyduğunu. Bir kez kelam yığınların dünyasına girdiğinde, hakikati örten kalın perdelerin yırtılacağını ve sükunetin bozulacağını öngörür. Entelektüel hakikat arayışındadır ve bu arayışta kellesinin her an Hallacı Mansur’un kellesi gibi bir pırasa misali koparılacağını, Sokratesvari urganı hep boynunda hissederek, İsmail Beşikçi misali yıllarca zindan karanlığına kapatılacağını bile bile kelamını esirgemez.

Entelektüel iktidarın önünde secdeye gelmez. Tabusuz, tapınaksız, öndersiz, kıblesiz, özgür ruhlu bağımsız kişilerdir. Toplumsal ve siyasal gelişmelere bigâne olduğu savlanamaz. Bilakis her toplumsal ve siyasal gelişmeyle yakından ilgilidir ama bunlar üzerinde siyasal bir örgütlenmeye gitmez. Siyaset üretmek, hak tabanında siyasal örgütlenmeler yaratmak siyasetçilerin harcıdır. Entelektüel, toplumsal ve siyasal gelişmelere yönelik kelam ihsas eder, soru sorar ve tartışma yaratarak toplumu harekete geçirir, düşünüp soyutlama yapmasına, sorgulamasına süreç hazırlar. Bundandır ki entelektüelin organik bir siyasal kategorisi olmaz. Kitlelerin örgütlenmesinin yanındadır. Hangi toplumsal formasyonda, hangi iktidar devrinde olursa olsun entelektüelin safı, zulmün gadrine uğrayan, baskılanan, tahakküm altında bulunan, ötekileştirilen, asimile edilen, aforoza maruz kalanların yanıdır.

Tecrit, aforoz ve lanetlenmek; bu kavramlar entelektüelin peşini bırakmaz. Adından önce, bu kavramlar gittiği yere gider. İktidar ve iktidar ilişkileri, sivil bürokrasi ve ordu mensupları, bilgiye önem vermeyen, sevgiyi beninde başlatıp mülkiyet ipiyle örenler, ölümsüz doğruların çitleriyle statik yaşamlar örenler, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayanlar, entelektüeli soğuk bakışlarla, sirke suratlarla, gani ve kahırla karşılarlar. Entelektüelin eski köye yeni adet getireceğini bilirler. Huzursuz ve tedirginlerdir. Sükunetin ve düzenin bozulacağından korkarlar. Entelektüelin arkasından bakarken akıllarından “Bir yolunu yordamını bulup, şunu madara edip, rezil rüsva olmasını sağlamalıyım. Ne etsek ne yapsak da punduna getirip buradan kovsak” cümleleri geçer.

Tapınaksız, mülksüz, iktidarsız, yönetmeyi cüceleşmek belleyen, yönetilmeye ayak direyen, özgürlüğü başının tacı yapan, bilginin aklın ve ruhun özgürleşmesini sağlayan iksirli kelamlar olduğuna değer biçen, almayı değil vermeyi esas alan, yeryüzünde başı olanın sonu da olacağını bilen, ön kabulleri esnek ve değişken toplumlar entelektüeli çiçeklerle karşılar, imtiyaz da vermez, kendilerinden biri sayarlar. Entelektüelin varlığı burada sönümlenir, bu toplumlarda praksis düşünürün  anlamı kalmaz. Toplum bu mecradadır zaten. Entelektüeli farklı bir diyardan yeni bilgiler getirmiş bilgi toplayıcısı/taşıyıcısı addederler. Tatlı tatlı didişirler onunla.

Tecritten, lanetlenip aforoz edilmekten, dara çekilip yargılanmak ve kadere kapatılmaktan çekinmez entelektüel. Çekindiği anda entelektüel de olmaz zaten: En yakınınızdaki dostunuza yanlışını söylemek ile söylememek ikilemini yaratan dostluğunuzun bozulması, hukukunuzun bitmesi kaygısıdır. Yanlışı belirtirseniz dostluğunuz sonlanabilir. Belirtmezseniz, dostunuzun gerçeği öğrenme hakkını elinden alırsınız. Hakikati saklamış olursunuz. Entelektüel dostluğunu, itibarını, hatta canını kaybedeceğini öngörse de hakikati haykırmaktan sakınmaz. Entelektüele Yaşar Kemal’in zilli kurt muamelesi yaşatılır. Yaşar Kemal zilli kurdu şöyle anlatır: “Zilli kurt diye çok anlattığım, yazdığım bir gerçek vardır. Doğu Anadolu’da kurtlar bir beladır. Bir kurt, bir koyun veya keçi sürüsüne dalar, bütün sürüyü parçalar. Kurt dalmış sürüden artık hayır yoktur. Ve koyundan, keçiden başka geçimi olmayan Doğu Anadolu halkı, sürüsüne kurt girmişse çöker, biter, açlıkla karşı karşıya kalır. Bu durumda köylü, kurttan öcünü almak ister. Atlanırlar, köpeklerini, iplerini alırlar. Kurt avına çıkarlar. Kurtları diri yakalamaktır en büyük amaçları. Usulünü bilirler, kurtları diri yakalarlar. Kin bağladıkları, öç almak istedikleri kurda bir fiske bile vurmazlar. Kurdu hiç incitmezler. Yalnız, sağlam bir telle ya da kirişle kurdun boğazına bir zil takarlar ve kurdu salıverirler. Boğazı zilli kurt, bozkırlar boyunca, dağlar boyunca koşar durur ve birgün açlıktan ölür. Bu insan aklına gelen işkencelerin, zulümlerin en korkunçlarından biridir. Türkiye’de pek çok yazar bu bedeli zilli kurt olarak ödemiştir.”

Yalnız emperyal ve kapitalist devletlerle, devletlularla, iktidarın sosyal ağ örgüsüyle, muhafazakârlarla sınırlı değildir bu. Demokrasi-devrim cenahının da entelektüeli çok sevdiği söylenemez. Entelektüel, Edward Said’in vecizesiyle, sorun çözen değil kriz yaratandır. Metaforik ifadeyle, arı kovanına çomak sokmaktır entelektüelin sorumluluğu. Demokrasi-devrim güçlerinin ezici çoğunluğu iktidar özlü, gelenekçi ve monolotiktir. Yeni fikirlere ve eleştirilere karış kapalılardır. Yayınlarında resmi paradigmanın dışında ve onu eleştiren yazılara yer vermez, vermekten çekinirler. Yeni fikirler ve eleştiriler kendilerine yöneldiğinde, bunu saldırı addeder ve cepheden karşılık verirler. Bu karşılıklar çoğunlukla entelektüeli küçümseme, kitlelerin önünde itibarsızlaştırma ve yer yer de aba altından sopa gösterme tarzında vuku buluyor. Bu kurumların hepsinin isminin başında “demokrat” kelimesi yer alır. Demokrat olmanın ilk ölçütü ve temel prensibi, farklılıkları tanıyıp saygı duymak ve eleştiriyi olmazsa olmaz olarak kabul etmektir. Sınırsız ifade ve basın özgürlüğünün olmadığı her yer de sorgulanmaya ve eleştiriye muhtaçtır.

Entelektüelin başucu kelimeleri kuşku ve sorudur. Bu kelimelerle, olguların kritiğini yapar. Önümüzdeki bariyerleri ortadan kaldırmak için entelektüellerimizin daha çok görünür olması şarttır. İktidar ve iktidar ilişkileri entelektüelin alanını daraltır. Entelektüel bunun bilinciyle praksisini geliştirir.