“Bölücü Kürtler” Türkiye’yi Birleştiriyor

Türkiye siyasi tarihinde ilk defa Kürtlerin taleplerini açıkça dillendiren ve Kürt meselesinin demokratik yol ve yöntemlerle hal yoluna koyulması konusunda söz söyleyen bir siyasi parti 7 Haziran 1990’da kuruldu. Halkın Emek Partisi (HEP) bir tür etnik/Kürt milliyetçisi ya da bölge partisi olarak tasarlanmamıştı. Parti, sol popülist bir söylem içindeydi ve gerek program ve tüzüğü ile, gerekse partili olanların kimlikleri itibariyle heterojen bir yapıdaydı. Ancak partinin Kürt meselesine ilişkin açık tavır alması ve meselenin çözümünü ana gündemlerinden biri haline getirmesi kaçınılmaz olarak Kürtlerin parti etrafında diğer topluluklara göre daha fazla mobilize olması neticesini doğurdu. 1990 gibi geç bir tarihte dahi bir siyasi partinin, Kürlerin taleplerinden bahsetmesi ya da Kürt meselesinin çözümünü siyasal gündemine alması beraberinde “bölücü/etnik/milliyetçi ya da en hafif değimle bölge partisi” olma ithamını getiriyordu. Bu ithamlar içinden “bölücülük” ekseriyetle Misak-ı Milli hudutlarının bir kısım Kürtler tarafından değiştirilme emeli olarak zuhur etse de “bölücülüğün” sınıfı bölme, solu bölme gibi veçheleri de yok değildir. HEP’in müstakil bir örgütlenme olarak ortaya çıkması da aslında, SHP içindeki demokrasi yanlısı bazı isimlerin Kürt meselesine gösterdikleri ilgiden ötürü “bölücülük” suçlaması ile partiden atılmaları neticesinin bir ürünüydü.

20 Ekim 1991 tarihinde yapılması kararlaştırılan genel seçimlere HEP parti olarak katılamıyordu. Çünkü seçim tarihi ile HEP’in kurultay tarihi arasında henüz altı aylık bir zaman geçmemişti. Bu zamanın dolması için ise sadece iki hafta vardı. HEP’lilerin itirazlarına rağmen seçim iki hafta sonraya alınmadı. Bu durumun kendisi HEP’i seçim dışında tutabilmenin yasalara dayanılarak izlenen bir yöntemi idi. Bu şartlar altında HEP’in “kavgalı ayrılık” yaşadığı SHP ile seçim ittifakı yapması dışında bir seçenek görünmüyordu. Nitekim öyle de oldu ve HEP-SHP adaylarının 27’sinden 22’si meclise SHP milletvekili olarak girdiler ve SHP’nin meclisteki toplam milletvekili sayısının çeyreğini oluşturdular (SHP toplamda 88 vekil çıkarabilmişti bu seçimlerde). DYP-SHP koalisyonu ile kurulan hükümetin içinde HEP de vardı. Yani dolaylı yollardan olsa da kurulan ilk Kürt yanlısı parti olan HEP, katıldığı ilk seçimlerde hükümetin bir parçası olmuştu. Ancak meclis kürsüsünde edilen yeminin Türk ve Kürt halklarının kardeşliği için okunduğuna dair eklenen Kürtçe bir cümle ve Hatip Dicle’nin yaptığı “anayasal baskı” vurgusu dahi mecliste Leyla Zana ve Hatip Dicle’yi linç etme girişimi için yeterli oldu. 14 Temmuz 1993 tarihinde kapatılana kadar, HEP’in onlarca üye ve aktivisti arkasında devletin olduğu defaatle ispatlanan siyasal cinayetlere kurban gitti, parti binaları hedef alındı. HEP’in varisi olarak kurulan Demokrasi Partisi’nin (DEP) 2 Mart siyasi darbesi ile meclisten apar topar atılması ile Kürt yanlısı siyaset 2007 tarihine kadar “milletin temsil edildiği” Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin dışında bırakıldı. Özetle “bölücülük” suçlaması ile SHP içinden tasfiye edilen Kürt yanlısı demokratik siyaset yine SHP çatısı altında meclise girmiş ve fakat yine “bölücülük” suçlaması ile önce SHP’den sonra da meclisten atılmıştı.

2007 tarihine kadar, 1995, 1999 ve 2002 genel seçimlerine Kürt yanlısı partiler olan Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) ve Demokratik Halk Partisi (DEHAP) dahil olmuş olsa da %10’luk seçim barajı yüzünden mecliste temsil hakkı elde edemediler. Kürt yanlısı demokratik siyasetin meclise girememesi “bölücülük” yapmadığı anlamına gelmiyordu şüphesiz, meclis dışında da olsalar, etki alanları (belediyeler gibi) dâhilinde “bölücülük” suçlamasıyla muhatap olmaya devam ettiler.

2000’lerde Kürt Yanlısı Demokratik Siyaset ve “Türkiyelileşme”

2000’li yılların başından itibaren gerek Kürt siyasal hareketinin politik kavrayışının, çoğulculuk ve farklılıklar ekseninde demokrasinin radikalleştirilmesi bağlamında, ciddi bir dönüşüme uğraması ve gerekse devletin Kürt meselesini algılama noktasında bazı “revizyonlara” gitmesi, yeni dönemde siyasetin muhtevasını doğrudan etkiledi. Kürt yanlısı demokratik siyasetteki demokrasi ve çoğulculuk söylemi belirgin bir biçimde 2005’te Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) Türkiye siyasetine dahil olması ile başladı. DTP’nin 2007 genel seçimlerinde “Bin Umut Adayları” adı altında demokrasi yanlısı bir blokla bağımsız adaylar göstererek meclise 22 milletvekili göndermesi, 13 yıllık bir aradan sonra Kürt yanlısı demokratik siyaseti yeniden meclise taşıdı. DTP’nin kaderi HEP’in kaderi ile kapatılma noktasında kesişse de DTP’nin vasisi olan Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) kaderi DEP’inkiyle paralellik göstermedi. DTP, kabaca “bölücülük” yaptığı gerekçesi ile kapatılmıştı ve 1990’dan bu yana demokratik siyasete dâhil olma çabası içinde olup da aynı suçlama ile kapatılan beşinci Kürt yanlısı parti oldu. Yeni aktör olan BDP, 2011 genel seçimlerinde “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” adı altında demokrasi taraftarı çevrelerle yaptığı ittifak sonucunda 36 milletvekili meclise göndermeyi başardı (bu sayı Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi ile 35’e düştü). Kürt yanlısı demokratik siyasetin tarihinde adı geçen tüm partilerde de izini sürebileceğimiz üzere, BDP, siyasal kavrayış bakımından öncülleri ile çelişmemesine ilaveten, bahsedildiği gibi 2000’li yılların başından itibaren Kürt siyasal hareketi ve Kürt yanlısı demokratik siyasetin içine girdiği radikal demokratik dönüşümün daha da belirginleştiği bir dönemin yeni aktörü idi.

Kürt yanlısı demokratik siyasetin 2005’ten sonraki aktörlerinin ana gündemlerini oluşturan kavramlardan biri “Türkiyelileşme” kavramıdır. Adı geçen kavramın muhatabının neden yalnızca Kürt yanlısı siyasi partiler olduğu sorusunu şimdilik bir kenara bırakarak, Kürt yanlısı siyasi partilerin “Türkiyelileşmeyi” stratejik bir siyasal dönüşüm olan, çoğulculuğun ve farklılıkların kuruculuğuna yapılan vurgu bağlamında demokrasinin radikalleştirilmesi talebi ve maksadı ile siyasal gündemlerinin ana çekirdeğine koyduklarını vurgulamamız lazım.

“Türkiyelileşmek, Kürdistanileşmek… vs.”

“Türkiyelileşmek” mefhumunun, bahsedilen stratejik siyasal dönüşümün bir parçası olmasına ilaveten, Kürt yanlısı demokratik siyasetin 1990’lardan beri maruz kaldığı “tüm Türkiye’nin partisi olamama, etnik, milliyetçi bölge partisi olma” gibi sürekli kendini yenileyen ve hala tükenmemiş olan hegemonik bir söylem karşısında geliştirilen bir tür karşı-hegemonik söylem olarak da okunabilir. Ancak burada üzerinde durulması gereken iki husustan birincisi; bir partinin Türkiye partisi olduğu kıstası nedir ve bunu kimin belirlediğidir. İkincisi ise, Kürt yanlısı siyasi patiler dışında kalan partiler gerçekten “Türkiyeli” partiler midir?

Birinci hususa dair yürütülen tartışmada herhangi bir partinin siyasi programı, tüzüğü ya da söylem ve pratikleri çerçevesinde, bahse konu olan partinin “Türkiyeli” olup olmadığının tartışılmadığı malum. Zira şayet öyle olsa idi, eğer “Türkiyeli” bir parti olmayı ülke sathında mevcut olan tüm farklılıkları kapsama ve onlara dair söz söyleme olarak tanımlarsak, “Türkiyeli” parti olmaya aday en güçlü siyasal parti geleneği Kürt yanlısı siyasi partiler olurdu. Ancak meselenin bu diskur eşliğinde tartışılmadığını biliyoruz. Mesele, liberal temsili demokrasilerin, katılımı oy kullanma pratiği üzerinden tanımlayan siyasal kavrayışları bağlamında bir partinin aldığı oyların Türkiye örneği üzerinden düşünürsek daha çok hangi bölgelerden aldığı ile ilgilidir. Buradan hareketle, Kürt yanlısı partilere oy veren yurttaşların çoğunluğunun Kürt olması ve Kürtlerin ekseriyetle meskûn bulundukları Doğu ve Güneydoğu bölgelerinden Kürt yanlısı partilerin birinci ya da ikinci parti olması hasebiyle bu partilerin “Türkiyeli” olmadığı iddia edilir. Peki, bu iddia kime aittir? Şüphesiz ana akım siyasetin kurucu parti ve aktörlerine. Buradan hemen ikinci hususa geçelim, eğer bir partinin aldığı oyların hangi etnik, dini vs aidiyetlerden geldiği üzerinden o partiyi “Türkiyeli” ya da değil diye bir tasnife tabi tutacaksak, ana akım siyasetin içinde olan diğer partiler ne kadar “Türkiyeli” sorusunu da beraberinde sormamız gerek. Parti programları, tüzükleri, siyasal söylem ve pratikleri bağlamında an akım siyaset içinde olan hiçbir partinin “Türkiyeli” olduğunu söyleyemeyiz. Gelelim aldıkları oyların hangi seçmen topluluklarından geldiği ile ilgili tartışmaya, Örneğin Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), bu partinin 2011 genel seçimlerinde Diyarbakır’dan aldığı oy oranı %0.77, Hakkâri’de aldığı oy oranı %1.03’tür. Ya da Cumhuriyetin kurucu partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) bakalım; partinin 2011 genel seçimlerinde Diyarbakır’dan aldığı oy oranı %2.18, Hakkâri’den aldığı oy oranı %0.90’dır. Eğer yukarıda belirtilen ve kabul gören kıstaslar dâhilinde bir partinin “Türkiyeli” olup olmadığını belirleyeceksek önümüzde iki seçenek var. Birincisi MHP ve CHP’nin Türkiye partileri olmadığına kanaat getirmemiz lazım, ikincisi ise Diyarbakır ve Hakkâri’nin “Türkiyelilik” tartışmasının dışında bırakmamız lazım. İkinci seçeneği tercih ettiğimiz vakit, Kürt yanlısı siyasi partilere yöneltilen “Türkiyeli” olamama eleştirisi hükümsüz olacağından ötürü birinci seçeneği, yani kabul gören “Türkiyeli” olma tanımı kapsamında MHP ve CHP’nin “Türkiyeli” partiler olmadığına hüküm getirmek zorunda kalıyoruz.

Herhangi bir siyasi partinin “Türkiyeli” olmak gibi bir zorunluluğunun olmadığı, bir siyasi partinin bir grubun, topluluğun çıkarlarını temsil etmek amacı ile de kurulabileceğini kabul etmekle birlikle; eğer hududu milli olarak tanımlanan sınırlar içinde birlikte, eşit ve özgür yaşamayı hedefimize koymuşsak “Türkiyeli” olma meselesini başka bir zeminde tartışmamız gerekir. Bu bağlamda eğer “Türkiyeli” olacaksa partiler, bu tartışma sadece Kürt yanlısı partilerin batı vilayetlerinden, Türk yurttaşlardan daha fazla oy olması ile sınırlı tutulmamalı, eş zamanlı olarak MHP’nin ya da CHP’nin Kürt yurttaşlardan, AKP’nin Alevi ve Müslüman olmayan yurttaşlardan oy alabilmenin mümkünlüğü eşliğinde tartışılmalıdır. Burada “Türkiyeli” olmayı salt hangi herhangi bir bölgeden ya da topluluktan alınan oylar düzeyine indirgediğimin farkındayım. Ancak, bunun olabilmesinin koşulu olarak, siyasi partilerin Türkiye’deki farklılıkları ve çoğulculuğu kabul eden bir siyasal program ve söylem geliştirmeleri olduğu düşünüldüğünde, “Türkiyeli” olmayı oy kullanan yurttaşın aidiyetine indirgenmediği anlaşılabilir. Özetle “Türkiyelileşmek” beraberinde farklılıkları görüp kabul etmekle anlamlı olabilir, yani eş zamanlı olarak Kürtdistanileşmek, Alevileşmek, LGBTleşmek, Kadınlaşmak, Ermenileşmek… vs ile mümkündür.

Çeyrek Asır Sonra 7 Haziran ve HDP

Ekim 2012’de kurulan Halkların Demokratik Partisi (HDP), Kürt yanlısı demokratik siyasetin çeyrek yüzyıllık bir mücadele rüştüne yaslanarak, Türkiye’de baskı altında olan tüm farklılıkları, farklılıklarını koruyarak ortak bir mücadele havzasında kendi özgünlükleri ile birleştirme ve yeni radikal bir demokrasi tahayyülü sunma iddiasıyla siyaset alanına dahil oldu. Kürt yanlısı siyasi partilerin son halkası olan BDP’li (isim değiştirerek Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) adı altında sadece Kürdistan’da siyasi faaliyet yürütüyor) milletvekillerinin HDP’ye geçmesiyle, 2014’ten bu yana HDP aynı zamanda mecliste olan bir parti. HDP, çeyrek asırlık Kürt yanlısı siyasi parti geleneğinin, özellikle 2000’lerden sonra yeniden inşa edilen siyasal kavrayış dâhilinde hayata geçirmeye çalıştığı radikal demokrasi projesinin vücuda gelmiş halini temsil ediyor. HDP’nin ana gövdesinde ağırlıklı bir Kürt mobilizasyonunun olması ana akımı siyasetin ve hadi bazı sol, sosyal demokratik çevrelerin partiye “Kürt partisi” eleştirisini yanına geleneksel bir itham olan “bölücülük” (zira bölücülük ve Kürt kelimeleri Türkiye’de herhalde en fazla yan yana kullanılan kelimelerdir) ithamını iliştirmelerini beraberinde getiriyor. Oysa HDP’nin kapsadığı farklılıkların alanı biliniyor ve üzerine de oldukça fazla yazı yazıldığı için burada HDP’nin kimleri kapsayıp, kimleri kapsamadığı üzerinde tekrar durmayacağım. Bu son bölümde esas vurgulamak istediğim husus, “bölücülük” ve “Türkiyeli” olamama diskuru eşliğinde çeyrek yüzyıldır Türkiye siyasetinde var olma çabası gösteren bir siyasal geleneğin ortaya çıkardığı HDP’nin bugün Türkiye’yi birleştirecek anahtar konumunda olmasıdır. Nasıl sorusuna cevaben; evvela Türkiye’de 1946’dan beri herhangi bir partinin Türkiye’deki farklılıkları gözeten ve farklılıkların eşdeğerliğine vurgu yaparak bir arada eşit ve özgür yaşamalarını savunan bir siyasi parti ana akım siyaset içinde var olmadı. Dolayısıyla buradan hareketle, aslında bugüne kadar “Türkiyeli” bir partinin Türkiye siyasetinde var olmadığını iddia edebiliriz. Bu var olmayış durumunun son 13 yıldaki tebarüzü ise Ak Parti iktidarları döneminin toplumdaki farklılıkları çatışmaya evrilterek bir tür iktidar olma mücadelesi şeklinde zuhur ettiği herkesin malumu. 13 yıllık iktidar partisinin geldiği nokta itibariyle, aksak ve sözde de olsa, demokrasiyi vazifesinin ne olduğunu anlayamadığımız bir adama devretmek gibi güçlü bir gayesinin ve bu gaye karşısında farklı toplumsal kesimlerin mukavemetinin sertliği düşünüldüğünde Türkiye’de birlikte yaşamanın olanaklığına dair bir güçlü kaygı ortaya çıkmaktadır. Hegemonik bir kimlik, inanç vb. üzerinden inşa edilen ve yeniden edilecek olan siyasal bir tasavvurun birlikte ve eşit yaşamaya çok da olanak tanımadığı tecrübe ile sabittir.  O halde, birlikte, eşit ve özgür bir yaşam inşa etmenin formülünü, ne utangaç demokratikleşme hamleleri ile CHP’de ne de geleneksel tekçiliğin kalesi olan MHP’de bulmak mümkün.

Geriye bir tek seçenek kalıyor, “bölücü Kürtlerin” projesi olarak addedilen HDP. Yani kapsamı itibariyle, tüm farklılıkların müstakbel özneler olduğu BİZ’ler…