Dostoyevski: Yeraltı Adamı Üzerine Kısa Bir Deneme

Hiç kuşku yok ki, her insanın içinde bir öfke canavarı, acı çeken kurbanın haykırışlarından aşırı zevk duyan bir şehvet canavarı, zincirinden boşalmış bir canavar; hastalıkların, romatizmaların, hasta böbreklerin verdiği acılarla beslenen bir canavar yatar.

(Dostoyevski, Karamazov Kardeşler)

Dostoyevski romanlarında olay örgüsünün içinde aktığı mekân, kendi aralarında çatışmalı, gerilimlerle yüklü olan iki düzlemden oluşmaktadır. Bu çatışma halinde olan mekânlardan bir “yeraltı”; öteki ise yeraltına karşıt ve kimi durumlarda ona kaynaklık eden, boşluktan ziyade dolulukla yüklü olan “şölen” alanıdır. Mekânlar arası çatışma, iç içe geçme, birbirine dayanak oluşturma gibi durumlar anlatı boyunca kesintisizdir. Mekânsal yer değiştirmelerin belirleyici etkilerilerini ruhsal dünyalarında taşıyarak kurulan karakterler Dostoyevski’nin ilk romanından son romanına değin kimi özellikleri açısından neredeyse değişmeden kalmışlardır: Aidiyet duygusu parçalanıp gururu yaralanmış, öznellikleri silinip varlıkları birer fazlalık haline gelmiş, edimleri kötürümleşip yaratıcılıkları hadım edilmiş, ruhları paçavralaşmış karakterlerdir.

Toplumsal yaşama uyumda sorunlu, gündelik ilişkilerinde fazlasıyla yakışıksızlardır. Dışlarındaki dünyanın insanlarınca hırpalanmış, aşağılanmış, horgörülmüş, kimi zamansa tersine varlıkları dahi fark edilmemiştir. “Fark edilmeyişin”, gurur yarasının, incinmenin, yönsüzlük duygusu ve onun yarattığı baş dönmesinin etkisi altındadırlar. Ruhlarına dadanan bu yakıcı duygulardan sıyrılmak arzusundadırlar. Öyle ki, İnsancıklar’da olduğu gibi içlerindeki “derin sızıyı bastırmak” için “böcekleşmek” pahasına dahi olsa kaçıp sığınacak, ana rahmi denli güvenli ve sıcak sığınaklar aramaktadırlar kendilerine. Başkaları tarafından görülmek istemi ruhlarını kasıp kavurmaktadır; görülmek varlıklarının birer fazlalık olduğu hissine kısa devre yaptıracak yegâne durumlardan biridir. Bundan ötürü beşinci dereceden memur Makar Devuşkin İnsancıklar’da “topluma kendisinin de gerekli bir insan olduğunu”[*] kanıtlamak için acılar içinde çırpınıp durur; oysa kendisini bir “kağıt faresi” olarak tanımlar. Basit, sıradan işlerle uğraşan, “azarlamalar, iğneli sözler, hor bakışlar” ile “yüreği parçalanmış” bir kağıt faresidir. Ötekilerin eylemleriyle gururu incinip ezilen karakter, görece uyumlu ve sorunsuz olanların dünyasından hızla uzaklaşmak ister çünkü yine Makar Devuşkin’de olduğu gibi “insan bazen köşesine siniyor, dışarı adım atmaya korkuyor... elinden başka ne gelir zavallının, alaya alınmış, gururu bir paralık edilmiştir. Aile hayatı, günlük yaşayışı edebiyata konu edilmiştir. Herkes okumuştur onu, gülmüştür!” diye düşünmektedir.

Bu gururu bir paralık edilmiş karakterin “kendi köşesine çekilmesi” daha ilk romanda karşımıza çıkar. Gerisin geri yaralanarak sıvışılan bu köşe, türlü duyguların birbirinin içinden geçerek karmaşıklaştığı, karanlık ve puslu, havasız ve basık “zifiri karanlık, son derece pis” kiralık odalardır çoğu zaman. Basık, havasız ve rutubetli, mezardan farksız izbe odalarda yaraları kanadıkça kanar. Kanamalar sonuna kadar mağrur oluşlarıyla ilişkilidir. Ezilmiş ve Aşağılanmışlar’ın Vanya’sı Nataşa adlı karakterin uğradığı hayal kırıklıklarının ruhunda yarattığı çiziklerden bahseder. Nataşa incinmiş, çok acılar çekmiş bir kadındır. O da köşesine çekilmiştir. Hakarete uğramıştır. Zamanla çekildiği köşesine alışır. Vanya bu insanlar için “köşelerini öyle çok severler ki, zamanla yabanileşirler orada” diye belirtir. Bu zifiri karanlık mahzenlerde “gururunu her şeyin üstünde tutan” hırpalanıp horlanmış karakter, ruhunda açılan yırtıkları dikmeye çalışır. Dikiş tutmaz yaralarıyla kendi köşesine çekilmiş karakter, Delikanlı’da olduğu gibi onu şölenle ilişkilendirebilecek neredeyse “bütün bağları koparma” niyetindedir. Benzer bir tutum, Suç ve Ceza’daki Raskolnikov karekterinde şölensel “yaşamı büsbütün yadsıma” radikalliği ile “herkesten, her şeyden tam anlamıyla uzaklaşarak, bir kaplumbağa gibi kendi kabuğuna çekilme” aşamasına vardılır.

İşte bu içine girilen kabuk, bu sarıp sarmalayan zifiri karanlık; bu parçalanmış, kararsız ve hareketli, kimi zaman gerçek, kimi zamansa ruhsal bir düzlem olan mekân “yeraltı”dır. Bu ele avuca sığmaz mekânın çatışma halinde olduğu karşıt mekânla olan sınırları birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmamaktadır. Sınır olarak görülebilecek mıntıkalar fazlasıyla bulanık ve dağınıktır. Yeraltı metaforu Dostoyevski’de ilk romanından son romanına değin çoklu mekânsal kuruluş içinde şu ya da bu şekilde kendini belli eder; hissettirir. İçine çektiği insanı ruhsal olarak küflendiren, hastalıklı bir “canavar”, bir böcek, Karamazov Kardeşler’in İvan Karamazov karakterinde olduğu gibi bir “tahtakurusu” haline dönüştürür.

Yeraltına çekilmiş ya da çekilmek zorunda kalmış yaralı karakterlerin İnsancıklar, Ezilmiş ve Aşağılanmışlar, Beyaz Geceler gibi romanlardaki ilk örneklerinden sonra Dostoyevski bu karakterlerin neredeyse tüm özelliklerini bir kişide cisimleştirir. Oraya buraya savrulmuş parçaları biraraya getirir. Somut olarak görünür kılınmaya çalışılan bu karakterin ruhsal gerilimlerini, açmazlarını, hastalıklı ruhsal yapısını vb. kaleme alır. Büyük metafizik anlatıların içinde yer alacağı romanların ilki ortaya çıkar: Yeraltından Notlar.

Bu romanla birlikte ilk romanlardaki anlatının tek düzeliği zemin kaydırılarak tekillikten çoğulluğa yer değiştirir. Söylemsel kuruluş mekânsal kuruluşta olduğu gibi çok katmanlı bir hale gelerek sürekliliği, gel gitleri, kopuş ve geri dönüşleriyle giderek derinleşip zenginleşir. Bu durum Mihail M. Bahtin’in “Dostoyevski’nin romanlarının başlıca karakteristiği, bağımsız ve kaynaşmamış seslerin ve bilinçlerin çokluğu, tamamen meşru seslerin sahici bir çoksesliliğidir(1) dediği aşamaya değin durmaksızın sürüp gider. Yeraltı’na çekilen karakterin ruhsal dünyası tekil değil çoksesli bir muhteviyata bürünür. Bu çok sesliliğin en güzide örneklerinden biri Karamazov Kardeşler’de Ivan Fyodoroviç’in içindeki şeytanla konuştuğu, yüzleştiği bölümdür. Burada benlik ikiye yarılır; yarığın içinden doğru birbiriyle kırın kırana bir çatışmaya giren iki ses vardır artık. Dışlanan, ötelenmeye ve bastırılmaya çalışılan ses kapatıldığı kuytulardan çıkar. Bilinçdışının bilince vurması gibidir bastırılmış sesin yükselişi. Negatiflenen sesin varlığı mevcut sesin kendisini bir hayli rahatsız eder. Ivan, kendi içindeki bu ikinci sesi “benliğimin yalnızca bir yanısın... düşüncelerimin, duygularımın –ama yalnızca en iğrenç, budalaca olanlarının aldığı bir biçimsin” diyerek tanımlar.

İlk romanlarda belli belirsiz, sisler içinde silik, olay örgüsü içindeki mekânsal salınımlardan ötürü kavrayışın kimi zaman uzağına düşen bir mekân olarak yeraltı ve içine alıp yuttuğu insan, Yeraltı Adamı’nın çoksesliliği ilk olarak Yeraltından Notlar’da işlenmiştir.

İçinde yaşadığı dünya incitmiştir Yeraltı Adamı’nı. Şölen’de yer alamamış bir adamdır. Yeraltına ürkek bir “sıçancık” gibi sıvışıvan, mevcut toplumsal ilişkilerindeki tıkanmışlığın nedenlerini enine boyuna bulanık zihninde anlamaya çalışan fakat bir türlü beceremeyen bir adamdır. Yarı meczup, asabi ve korkak, duygularının esareti altındadır. Karmakarışık duygularında, kanı ve düşüncelerinde baskın olan öğe kararsızlıktır. Yeraltı Adamı, onu bu hale getiren toplumsal-ahlâki “değerlere” kafa tutup isyan eder. Bu değer yargılarına yıkıcı bir biçimde yükleniş kendi dolayımlarında hezimetle sonuçlanacaktır ve sanki Yeraltı Adamı bu hazin hezimeti önceden bilir gibidir. Değiştiremeyeceğini, etkide bulunamayacağını sonuna kadar bildiği halde değerler dünyasına bir yılan gibi kıvrılarak girmeye çabalar. Mevcut ahlâki değerleri soğuk gövdesinde sarıp sarmalamaya ve mümkünlüğü ölçüsünde de etkisiz kılmaya çalışır; fakat yeteri kadar kuvvetli olmadığından değerleri boğamaz. Dişlerini geçirip değerlerin etlerine içindeki küflü zehri akıtamaz. Korkaktır! Öyle ki, korkaklık ve basiretsizliğinden ötürü bir müddet sonra dışarı salamadığı kinini bu kez kendi içine salar. Kendisine dolanıp kendisini boğmaya yeltenir. Durmaksızın kendini hırpalayarak aşağılar!

Parçalı ve dağınık, ele avuca sığmaz yeraltında ahmakça düşler kurar, gerçeklik de incitmektedir onu. Düşlerine sığınır. Yırtıklar, sökükler içindeki zihninde düşler ve düşünceler kar taneleri gibi uçuşmaktadır; kar tanelerinden birini yakalıyıp ötekine eklemeye, oradan da anlamlı ve tutarlı olabilecek “bütünlüklere” ulaşmaya çabalar fakat bunu da beceremez. Nedensiz ve sonuçsuz gibidir. Gerçekliğin buz gibiliğine duygularının ılıklığı ile müdahalede bulunmaya çalışır fakat hazindir ki bu eylem de kendi içinde beyhudedir. Deneyimlerinden, incinmişliğinden, gurur yarasından, ahmakça kanılarından yarattığı öfke kıvılcımlarıyla gerçek yaşama saldırır; gerçek yaşamın otoriterliği altında giderek sabitlenmiş, donuk ve mat, keçeleşmiş yaşamı çekip çıkarmaya çalışır. “Yaşam yaşamdır, kare kök almak değil” diyerek açılıp saçılan, uçsuz bucaksız, kandan, acılardan, direnmelerden oluşturulan, içinde kendisinin de olmak istediği bir dünyayı istatiksel, analitik ve bilimsel olanın sınırlarından koparıp almak ister. Aklın otoriterliğine karşı iradeden gıdasını almış “istemi” öne çıkarır; ahlâkın çelik zincirlerinin halkalarını istemin ateşiyle eritmek istemekteidir. Trajiktir ki, söylediklerine, düşündüklerine, öne sürdüklerine, kendisi de inanmamaktadır; bu inançsızlıkla ruhundaki yarıklar giderek genişler, çekilen acılar katmerlenir ve öyle ki acı artık incitip yakan bir duygu olmaktan uzaklaşıp haz veren serin bir duygu haline gelir. Başkalarının aşağılamasından, hor görmesinden, incitmesindense Yeraltı Adamı kendisini kendisi aşağılayıp horlar, hakir görür, incitip hırpalar. Kendini aşağılamadan duyulan haz sürekliliği ölçüsünde giderek yoğunlaşır ve Yeraltı Adam’nın sızlayan yüreğinin görkemli bir avutucusu haline dönüşür.

Romanın ilk cümlesi şölene, şölendekilerin dinginliğine, onların sağlıklı bedensel ve ruhsal yapılarına tezat teşkil edecek kışkırtıcı bir cümleyle başlar: Ben hasta bir adamım... Şölen dünyasına müdahale etmeye yeltenmiş fakat etkili olamamış bundan ötürü de kendi içinde büyük bir “tıkanma” duygusu yaşamakta olan Yeraltı Adamı hasta bir adamdır. Hastalık, sağlığın karşıtı bir pozisyonun dışavurumu olabileceği gibi şölendekilerin ikiyüzlülükle yüklü sahte erdemlerinin “dürüstlük” olarak ifade edilen tutumuna karşıt olarak dile getirilen sevimli ve zararsız, uydurulmuş bir “yalan” da olabilir. Bu iki olasılıktan ikincisi, yanı cümlede sarf edilen hastalık halinin gerçekte olmadığı daha baskındır. Görülmek, duyulmak, ilgi çekmek için söylenen bir cümle gibidir. Çünkü yıllarca karanlık mahzeninde, insanların dünyasından uzakta fakat onları bir “delikten dinleyerek” geçirmiştir Yeraltı Adamı yıllarını.

Hasta bir adamım ben diye başlayan cümle ve hemen ardından bu cümleyle ilişkili olan öteki cümleler aslında Yeraltı Adamı’nın hasta olmadığını satır aralarındaki duyguların yardımıyla belli eder. Yeraltı Adamı hasta falan değildir; bu hastalığı düpedüz kendisi uydurmuştur. Bir böcek dahi olamadığından yakınan Yeraltı Adamı bir kurgu, bir fantezi, bir ilgi çekme aracı olarak hastalığını kendisi uydurmuş ve hatta adeta icat etmiştir.


Yeraltı Adamı, psikanalizin “hastalık hastası” olarak tanımladığı bir karakterdir. Bülent Somay bir makalesinde bu konuyla ilgili şöyle demektedir: “Hastalık hastası, kendi bedeninde duygusal (ve duyumsal) bir yatırım yapabilmek için, bedenini sürekli hasta, zelil, ilgiye ve şefkate muhtaç bir hâle getirme (ya da öyle tasarlama) ihtiyacı içindedir”.(2) Bu hastalık hastası olmanın tıptaki adı “hipokondriyak”tır. Bu hastalığa tutulmuş kişi kendinde esasında olmayan kimi hastalık halleri yaratır. Psikanalizin hipokondriyak teşhisine rağmen Yeraltı Adamı’nın hastalık uydurmasının nedenleri metnin bağlamı düşünüldüğünde şölende yer alanların, ötekilerin ilgisini çekmek isteminden ayrı düşünülemeyeceği kanısındayım. Bağlamdan kopulduğunda psikanalizin bireyin kendi kendine duyduğu yoğun ilgiden ötürü ortaya çıktığını iddia ettiği durum olarak hastalık hastalığından söz etmek gerekir ki, bu edebiyat metinlerinin psikanaliz okumaları yapılırken sıklıkla tekrarlanan hatalarındandır. Bir ifade, bir jest, bir mimik, bir duygu parçaçığı ele alınır ve bunun metinle olan ilişkisi kesilip biçilir, mevcut literatürün kavramlarına indirgenip olduğu yerde sabitlenir, taşlaştırılır ve nihayet kavramsal düşüncenin koridorlarından geçirilerek semptomlar vasıtasıyla parçalanıp delik deşik edilir. Salt psikanaliz üzerinden yapılan değerlendirmeler bağlamı çoğu zaman gözden kaçırdıkları için dar-psikanaliz okumalar olarak kalmaktadırlar.

Psikanalizin mevcut kavramları üzerinden Yeraltı Adamı’nın bu ilk cümlesini ele aldığımızda bireyin kendi kendisine duyduğu kesif ilgiden, kendisini merkeze almış olmasından ötürü bu bireyi “narsist” olarak tanımlamak –ki Bülent Somay da dahil pek çok yorumcu öyle tanımlamıştır- mümkündür. Narsistik kişilik özelliği olarak bireyin ilgi ve şefkate olan ihtiyacı Yeraltı Adamı’nda mevcuttur fakat Yeraltı Adam’ı sadece ilgi ve şefkate yönelimli bir birey değildir. Yeraltı Adamı, libidosundaki duygusal oluşumlarını dışarıya, şölene, onu inciten ötekilere –subaya mesela-, yöneltip boşaltamaz; kendi içine –kendi egosuna- boşaltıp ısrarla kendisinden iğrenir, kendisinden uzaklaşmak ister ve bu anlamda da narsistik özellikler gösterir. Fakat şu husus da söz konusudur ki narsisizmde “kendine kapanma doyum sağlamaz, benliğe zarar verir; benlik ile öteki arasındaki sınırın silinmesi yeni ve ‘başka’ olan hiçbir şeyin hiçbir zaman benliğe girmemesi anlamına gelir; benlik silinip süpürülmüştür...”(3) Yeraltı Adamı bu anlamdabir karakter bozukluğu olarak büsbütün bir narsist kişilik sergilememektedir. Benliği kendi edimlerince silinip süpürülmemiştir. Öteki ve benlik arasındaki sınırlar topyekün ortadan kalkmamış, kapanma pratiği mutlak boşluk biçiminde tezahür etmemiştir. İçe kapanmanın nedenleri arasında kendine duyulan yoğun ilginin varlığı kuşkusuz inkâr edilemez. Fakat bununla birlikte şu durumun da varlığı gözden kaçırılmamalıdır: Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı esasında gururu yaralanmış, ruhu incinmiş, aidiyet duygusu paramparça olmuş bir birey olarak aslında daha ilk romanından itibaren yaratılan, bütünlenmeye, parçacıkları biraraya getirilmeye çalışılan bir bireydir. Yeraltından Notlar’ın Yeraltı Adamı, bu yaratılma sürecinin uğrağındaki bir karaktere tekabül etmektedir yalnızca. Çünkü aşağılık bir örümcek gibi kendi köşeme çekildim ve zehirli ağlarımı ördüm diyen Raskolnikov da en az Yeraltından Notlar’daki kadar hâlâ Yeraltı Adamı’dır ve Raskolnikov şahsında süreç devam etmektedir. Fakat Yeraltından Notlar’da olduğu gibi değildir artık karakter; korkaklığı yerini cesarete devrederken kararsızlığı yerini karara bırakır. Kendini aşağılama -kendinden tiksinme devam etse de- yerini yavaş yavaş “ötekilerini” aşağılamaya doğru kaydırır. Libidonun duygusal yaratımları bireyin içine sarkmaktan görece azade olup sınırlarından taşarak “dışarıya”, dışarıdakine yönelir. Yeraltından Notların ilk cümlesinden hemen sonra gelen İçi hınçla dolu bir adamım ben ifadesindeki hıncın içe gönderilmesine ara verilip dışarıya taşmasına zemin hazırlanır. Raskolnikov’un gözünde bir bit, bir hamamböceği kadar değeri olmayan tefeci kadına, onun nezdinde tüm bir toplumsal-ahlâki alana yönelir. Hastalık hastalığı olarak hipokondriyak kısa süreliğine de olsa askıya alınır, narsistik kişilik unsurlarının kesin sınırları giderek bulanıklaşmaya başlar. Yeraltı Adamı bambaşka duyguların çevrelediği ruhsal durumlara doğru salınmaya, gidip gelmelere başlar. Bu gidip gelişler esasında yukarıda kısaca değindiğim birbirine karşıt olan iki çatışmalı mekân arasındaki yer değiştirmeler, salınımlar, iç içe geçmelerle ilişkili bir durum gibidir. Mekân öylesine önemli bir öğedir ki, bireyin eylemlerinin düşünce aşamasında eylem kararının alınmasında son derece etkilidir. Raskolnikov baltalarayak kafasını koparıp atacağı kurbanını ortadan kaldırma fikrini bir odadan ziyade küçücük bir dolap olarak niteleyip çekildiği köşesinde, tüm ayrıntılarıyla tasarlamıştır. “Son bir ayı aşkın zaman içinde orada, o köşede, o korkunç dolapta olgunlaşmamış mıydı bunlar?” sorusu bu durumun en açık göstergesidir. İçi hınçla dolu Yeraltı Adamı’nın donukluğu, eylemsizliği Raskolnikov’da yerini eyleme bırakır. Ortadan kaldırmayı arzuladığı kurban, içinde zamanla biriken hıncın taşıp yöneldiği yegâne nesne-kurban haline dönüşür. Eylemin meşruluğu Raskolnikov’un zihninde her geçen an netleşir. Kırıldığından, incindiğinden ve her şeyden önemlisi aşağılandığından kendinde, buna sebebiyet verenleri ortada kaldırmanın haklı argümanlarını bulur.

Nurdan Gürbilek, ezilmişin içindeki bu şiddet içdügüsünün kendisini meşrulaştırması meselesini “mağduriyet” kavramı üzerinden son derece derinlikli bir biçimde değerlendirir. Raskolnikov’un işlediği cinayet ve aslında ondan da önce bir bütün olarak itilip ötelenmiş olanların durumu için Gürbilek: “mağdurun bazen neden bir eziklik ve ıstırap (hatta bir intikam ve hınç) diline kilitlendiğini, bugün bastırılmış olanın yarın hangi içeriklerle geri dönebileceğini, bugün aşağılanmış olanın yarın nasıl kendinde başkalarını aşağılayacak enerjiyi bulduğunu, nihayet mazlumluğun bazen neden baskıcı iktidar taleplerinin temel harcına dönüştüğünü de anlamamızı sağlar”(4) diye yazmaktadır. Mağduriyetin beslediği eylemlerin iktidar ilişkilerine eklemlendiğinde mağduru/kurbanı bulunduğu düzlemden karşı düzleme –zalimliğe/cellatlığa- savurması tehlikesi karşısında Nietzsche’nin “bir canavarla boğuşurken canavarlaşmamak için uyanık olmalı” ifadesindeki uyanıklığın gösterilmesi gerekmektedir. Fakat Raskolnikov bu uyanıklığı gösteremeyip toplumsal-ahlâki değerleri elinde tutan korkunç canavarlarla boğuşurken bir süre sonra yaralanmış gururu, zedelenmiş benliğinden kopan “zincirinden boşalmış bir canavar; hastalıkların, romatizmaların, hasta böbreklerin verdiği acılarla beslenen bir canavar” haline gelir.

Hıncın eylemle birleşerek kendini olanca vahşiliğiyle somutlaştırıp dışarıya kanalize etmesi Raskolnikov’da uç noktalarına varırken Budala’nın karakteri Prens Mışkin’de bu kez ahmaklığa varacak kadar yoğun olan bir saflık ve iyimserlik şekline bürünerek büsbütün ortadan kalkar. Prens Mışkin sara hastasıdır, doğru dürüst konuşamamaktadır. Tedavi gördüğü İsviçre’den Petesburg’a yıllar sonra geri döner. Yeraltı bu kez İsviçre’de tedavi gördüğü küçük bir köydür. Fazlasıyla saf ve uysaldır. Hırpani görünümü, budalaca tavırlarıyla kendini bir “hiç” olarak gören Prens Mışkin İsviçre’de geçirdiği yıllardaki yeraltına çekilmişlikten yorgun düşmüştür. Tek bir amacı vardır artık: “iyi insanlar arasına girmek”. İçinde herkesin ve her şeyin yerini bulduğu şölen’e tüm incinmişliklere rağmen yeniden geri dönmek istemiştir Prens Mışkin. Fakat Kumarbaz’da ortaya atılan “yeraltı trajesi”ni yaşamaktadır. Söz konusu olan, başka bir dünyada, aidiyet duygusunu kaybetmeden, daha makul şartlarda yaşama umudunun dışavurumudur. Fakat buna rağmen bunun bir türlü gerçekleşmemesinin şu ya da bu şekilde bilinmesi, hissedilmesi anlamı da vardır yeraltı trajedisinde. Çokseslilik kendisini en çok da bu mekânlar arası geçiş durumundaki ikili duygular, düşünceler esnasında belli eder. Birey adımlarken yöneldiği doğrultunun aynı zamanda zıttı istikamettedir de. Mekânların herhangi birinden ileriye doğru ötelenirken geriye doğru çekilir. Ruhsal parçalanmaların kaynağı da işte bu arada kalma, tıkanma, belirli bir çizgide kalıcılaşıp süreklileşememe durumundan ileri gelmektedir.

Yeraltı, bir kez adamını içene çekip öğütmüştür. “İyi insanların dünyasından” kovulmuş, şölence kabul edilmemiş, itilip kakılmıştır Prens Mışkin. Hakir görülmüştür, korkunç derecede uyumsuz, sorunlu bir tiptir. Öyle ki insan dünyasıyla arasında olan sınırlar insan dünyasının sınırlarını fazlasıyla aşar ve Yeraltı Adamı olarak Prens Mışkin kendisini doğanın bir hatası olarak tasavvur etmeye başlar. Yeraltı Adamı Prens Mışkin, toplum-dışılığı doğa-dışılık boyutuna vardırarak yaratım sürecinin sınırlarını bir hayli zorlar ve ötelere, dünya dışana doğru genişletir.


Yeraltı Adamı’nın psikanalizi yapılmaya çalışılırken kanımca mevcut karakterin bir sürecin ürünü, inşa edilen bir birey olduğuna teğet geçilmemelidir. Ayrıca Yeraltı Adamı’nın 19. yüzyılın geç modernleşmiş bir toplumununda boy attığı gerçeği de göz önünde bulundurulmalıdır. Mekânsal çatışmalar ve karşıtlıklar gelenek ve onu giderek etkisizleştiren moderniteyle de yakından ilişkilidir. Arada kalmışlık hissini tetikleyen şey toplumsal yapının ta kendisidir. Kapitalistleşen ve buna paralel olarak da hızla çirkinleşen insanların ve kentlerin mevcudiyeti bir metafor olarak yeraltı kavramının kuruluşuna kaynaklık etmiştir. Ezilmiş ve Aşağılanmışlar’da bu kaynağın eşşiz bir betimlemesini sunar Dostoyevski. “Kasvetli Petesburg göğü altında, koskoca kentin ara sokaklarında; çılgın bir yaşayışın sürüp gittiği, bencilliklerin, çıkarların çarpıştığı, gizli cinayetlerin işlendiği, cehennemden farksız kenar mahalleleri”dir Yeraltı Adamı’nın varoluşuna kaktıda bulunan. Bu durum da tastamam toplumsal gerçeklikle ilişkili bir durumdur. Bu nedenle Yeraltı Adamı’nın kendi içinde tutarlı ve bütünlüklü bir analizi için birden fazla bileşkenin yan yana bulunması gerekmektedir. Eşzamanlı olarak böylesi bir tutum geliştirildiğinde Yeraltı Adamı ve onun makus yazgısı çok daha kapsamlı ve derinlikli bir biçimde anlaşılabilecektir.

Kaynakça:

  1. Mihail M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, Çev. Cem Soydemir, İstanbul, Metis Yayınları, 2004. s. 48.
  2. Bülent Somay, Psikanalizi Edebiyatla Anlamak, Pasaj 4-5 (Ağustos 2006-Kasım 2007): 14-21.
  3. Richard Sennet, Kamusal İnsanın Çöküşü, Çev. Serpil Durak-Abdullah Yılmaz, Aytıntı Yayınları, İstanbul, 2002. s. 416.
  4. Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili, Metis Yayınları, İstanbul, 2008. s. 13.

[*]Metinde geçen Dostoyevski’den yaptığım alıntılarda şu çevirilerden faydalandım: İnsancıklar, çev. Ergin Altay, İletişim, 2007; Ezilmiş ve Aşağılanmışlar, çev. Ergin Altay, İletişim, 2006; Karamazov Kardeşler, çev. Ergin Altay, İletişim, 2007; Kumarbaz, çev. Ergin Altay, İletişim, 2007; Delikanlı, çev.Ergin Altay, İletişim, 2006; Suç ve Ceza, çev. Ergin Altay, İletişim, 2007; Yeraltından Notlar, çev. Mehmet Özgül, İletişim, 2002; Budala, çev. Mehmet Özgül, Cem Yayınevi, 1988