2009 Emirgan'ından 1909 Adana'sına: Sis'e, Darson'a, Haçin'e Bakmak

‘Adana’yı öyle özledim, öyle özledim ki.../ Hatırlar mısın bilmem,/ Kol kola / Asfalt yolda/ gezmeğe çıkardık geceleri.../ Parkın yanında bir büyük konak vardı/ beyaz büyük havuzunun fıskiyesiyle/ gece gündüz akardı./ Asfaltın kenarında/ geniş yapraklı ağaçlarıyla ‘kübük’ evler/ ve uzaktan derinden derine/ düdükleri öterdi bekçilerin./ Sonra nasıl olurdu bilmem/ birdenbire hava gürler,/ yıldızlar sönüverirdi de,/ yağmur gelecek galiba derdin./ Küçücüktü evimiz:/ hurmalı mahallede/ kocaman konağın/ -konak haraptı-/ alt katındaki oda./ Gülbenkyan’ın çırçır fabrikasına bakardı./ Soldaki pencereye/ üzerinde tavus kuşu dolaşan/ ince bir tül asmıştın./...’

Orhan Kemal, Bursa Cezaevi, 1940’lar[1]

‘Geçmişle ancak, yaşananların sebepleri ortadan kalktığı zaman hesaplaşmış olacağız. Geçmişin esir edici çekiminin bugüne kadar kırılmamış olması sadece ve sadece bu sebeplerin hâlâ var olmaya devam etmelerinden kaynaklanmaktadır’.

Theodor Adorno[2]

GÜLBENKYAN'IN ÇIRÇIR FABRİKASINA NE OLDU?

6 ve 7 Kasım 2009 tarihlerinde, Emirgan’daki Sakıp Sabancı Müzesi’nde, ‘Adana 1909: Yüz Yıllık Bir Perspektiften Tarih, Bellek ve Kimlik’ başlığı altında atölye çalışmaları düzenlendi. Bu, 1909 Adana olaylarının 100. yıldönümü rüzgarı ile düzenlenen beşinci konferanstı.[3] Bu atölye çalışmasında sunum yapan araştırmacılar, 1909 Adana olaylarına yaklaşırken kullandıkları metod, kavramlar, kaynaklar açısından farklılaşıyorlardı. Kimi kendi çalışma alanından (yüzyıl başında etnisite mühendisliği, görsel bellek, emek tarihi, mübadele, Jön Türk Devrimi sonrası tarih vs.) yola çıkarak 1909 Adana’sında olan bitenlere bakıyordu. Kimi aslen Osmanlı Ermeni’lerini çalıştığı için 1909’da Ermeni nüfusun ‘başına gelenleri’ araştırmaya başlamıştı. Bu farklara sunumları ele alırken değinmeye çalışacağım.

Bir diğer önemli fark ise, konferans katılımcılarının bazılarının aile belleklerinin önemli bir parçası olduğunu ifade ettikleri İstanbul ve Türkiye’ye, ilk defa gelmiş olan Ermeni kökenli akademisyenler olmasıydı. Bizler ise, ‘zaten burada evsahibi(!)’ idik. Çoğu zaman bu tarz kozmopolit akademik konferanslarda geri plana atılan, ‘konferansın nerede yapıldığı’ bu sefer gayet önemliydi. Bundan da öte, konferansın bellek ölçekleri içiçe geçmişti: Araştırılan Adana, hatırlanan Adana (Sis, Haçin...), ‘tevatür’ İstanbul, Teotig’in doğduğu Samatya, müzenin terasından görünen Boğaz, evsahiplerinin yaşadığı İstanbul, Türkiye’ye ilk defa gelenlerin aklındaki ‘dedelerinin, nenelerin yaşadığı ve göçtüğü’ farklı memleketlerden parçalar, Bir ZamanlarYayıncılık’tan Osman Köker’in güzel sunumunda bizimle paylaştığı kartpostallardaki mekânlar...İki gün bizi ağırlayan Emirgan Sakıp Sabancı Müzesi Konferans Salonu bu kadar ‘katman katman bellek-mekânı’ nasıl taşıdı, şaştım! Bir de ‘aramızdaki pür İstanbullu akademisyen evsahiplerinin’ bellek-mekânlarının nispeten ne kadar monolitik kaldığını farkettim. Böylece bu konferans –değinilebilenler ve değinilemeyenlerle- hem bir tarih, hem de bir bellek konferansı olmuş oldu.

Uluslararası Hrant Dink Vakfı, Londra Gomidas Enstitüsü, Sabancı Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü tarafından organize edilen bu atölye çalışmasını iki gün boyunca dinledim. Çok şey öğrenip, bir o kadar da soru ile ceplerimi doldurarak, hem öğrendiklerimi, hem de sorularımı sizinle paylaşmak için bu yazıya oturdum. Ne Osmanlı Ermenileri, ne1908 Jön Türk Devrimi sonrası dönem, ne de tehcir hakkında hiç bir orijinal araştırmam olmadığını hemen baştan söyleyeyim. Fakat yazı içerisinde yeri geldikçe sizi -kendim takip edebildiğim kadarıyla- bu konularda emek verenlere yönlendirmeye çalışacağım. Zira sadece İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde çalışmam nedeniyle -‘İçinizde müzikten anlayanlar varsa, şu piyanoyu yukarıya taşısın!’ misali- bu uzun ve zahmetli organizasyonun en sonunda ve en ucundaki teknik bir kısmından bir nebze tutuvermiş buldum kendimi. Dört sene önce, Eylül 2005’de olağanüstü çabalar ve süreçlerle gerçekleşen, ‘İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları’ konferansına[4] da katılamamıştım. Sonra 19 Ocak ‘geldi’. Çalıştığımız alanlardan bağımsız olarak, yaptığımız her işe Hrant Dink’in yüzü, sözü, özü karıştı. Kanımca artık ‘ölü can saymadan’ Osmanlı Ermenileri’ni konuşmak, bu konuyu ikilemler yaratmadan kamuya maletmeye çalışmak -bunun yöntemleri, kurulan illiyet bağları, odak noktaları ne olursa olsun- akademik alanın Hrant Dink’e olan gönül borcunun bir parçasıdır. Konferansta, onun yokluğu ile parlayan varlığı her an hissediliyordu.

GEÇMİŞ SİYASETİ VE ADANA 1909

İki tam güne yayılan atölye çalışmalarında sunumları kabaca iki gruba ayırmak mümkündü. Birincisi olayların somut aktör, kurum ve dinamiklerine değinen sunumlar (ki bunlar nispeten azınlıktaydı), ikincisi ise 1909 Adana olaylarının farklı çevrelerde yansımalarının anlatıları (dönemin mebzul Ermenice süreli yayınlarında, Terziyan ve Teotig’in kitaplarında, Osmanlı Meclis-i Mebusan tartışmalarında, Alman Devlet ve Deutsche Bank arşivlerinde, Fransız entelektüel alanındaki parlamenter ve parlamento dışı tartışmalarda, bölgedeki Amerikalı misyonerlerin aile arşivleri ve kitaplarındaki anlatılarında, ABD devlet arşivlerinde ve döneme dair bugün de sirküle eden fotoğraflarda vb).

Bu gibi ‘geçmiş siyasetinin’[5] doğrudan parçası olmuş tarihsel dönem ve olayları ele alırken sık sık olduğu gibi, konunun maddi kısmından çok, yansıma ve hatırlama tarzlarına dair sunumlar ağırlıktaydı. Tâbiri caizse, 1909 Adana konusunda katılanlar öncelikle ‘belleklerindekini döktü’. Bu yazı çerçevesinde, ‘belleklerden dökülenleri’ de derleyip sunmaya çalışacağım. Eğer bunları sunarken Adorno’dan alıntıladığım pasaja sadık kalmak için algıda seçicilik yapıp, olayların hatırlama tarzlarından çok ‘hâlâ olmaya devam eden’ sebep ve dinamiklerine dair dinlediklerimi ve sorduklarımı öne çıkarırsam, bunun nedeni Türkiye’de son yıllarda tam anlamıyla ‘patlayan’ tarihperestliğin içten içe üzerimize esir alıcı bir çekim uyguladığını hissetmemdir. Yükselişte olan ‘geçmişin acı ve haksızlıklarıyla yüzleşme’ ivmesinin -çok olumlu bulmak ile beraber-, kardeşi ‘bugünün acı ve haksızlıklarına kulak kesilip, onları tarihsileştirme’ faaliyeti ile el ele yürümesi gerektiğine inanıyorum.[6]

Yazımı ‘Ermeni tehciri’ konusunda, geçmiş acıları güncelleştirme ve günümüzün acılarını tarihsileştirme çabalarının pür kapalı akademik bir uğraş olmaktan tedricen çıkarılabilmesi ve ‘cari/gündelik/Şimdi’nin kolektif belleğine’ ulaşabilecek kanallar açılabilmesi için bazı önerilerle bitireceğim.

BİTMEYEN 'İĞTİŞAŞLAR'[7], ‘VAR OLMAYA DEVAM EDEN’ SEBEPLER

‘31 Mart Vakası’nın ardından 1909 Nisan’ında Adana Vilayeti’nde patlak veren, 13 gün süren ve açıkça ‘Ermenilere karşı’ girişilen; şehir merkezinde, Ermeni mahallelerinde ve civar köylerde olmak üzere kırım, yağma ve yakma ile sonuçlanan olayların genel maddi arkaplanına, olayları adım adım hazırlayan dönüşüm ve aktörlere değinen sunumlar şunlardı:

Osman Köker, BirZamanlar Yayıncılık çerçevesinde titizlikle editörlüğünü üstlendiği ‘100 Yıl Önce Türkiye’de Ermeniler. Orlando Carlo Calumeno’nun Kolleksiyonundan Kartpostallarla’[8] çalışmasına dayanarak, 1909 Adana olayları sırasında Adana Vilayeti’nde yaşayan Ermeni nüfusun ve maddi kültürünün bir fotoğrafını çekti. Kaynak olarak mezkur kartpostal koleksiyonu dışında, Adana Ermeni’lerin nüfus ve meslek bilgileri için 1914 Osmanlı nüfus sayımı, Sis’teki Klikya Gatoğigosluğu verileri, Maghakia Ormanian’ın 1912 nüfus verileri ve 1894 ve 1914 Annuaire oriental’ini kullanan sunumundan en akılda kalan nokta, 1909 Adana Olayları başlığı altında ele alınanların hem sancak (Adana, Mersin, Sis/Kozan, Cebel-i Bereket, bağımsız sancak İçili/Silifke), kaza (Haçin/Saimbeyli, Darson/Tarsus, Yersuvat/Cehyan, Bulanık/Bahçe, Payas/Yakacık, Ayas/Yumurtalık, Feke vs.), nahiye (İncirlik, Misis, Şeyhmurad, Abdoğlu/Aptioğlu vs.), mahalle ve köy (Adana’nın kuzeyinde, artık isim belleğimizden silinmiş olan Gavurköy/Hıristiyanköy/Hayküğ, Kuyumciyan, Çokak vs.) bazında farklı farklı yaşandığı, hem de Adana’nın da dışına taştığı (Antakya ve Maraş) idi. Bu bana Adana 1909 gibi bir anda parlayıveren noktasal bir olayı çalışmak için bile, ‘bölgesel/mekânsal çalışmalar’ (regional/spatial studies) hassasiyetlerinin elzem olduğunu düşündürttü.

Burada öğrendik ki, Vilayet bazında 400bin’i aşkın ‘sayılabilen’ (göçmen işçiler, konar-göçerler hariç) nüfusa sahip Adana’nın, beşte bire yakını, çoğunluğu Gregoryen olmak üzere Ermeni idi. Civar köyler için önemli bir pazaryeri olan Haçin’in (bugün Saimbeyli) ise 20bin’lik nüfusunun neredeyse tamamı Ermeniydi. Kaza bazında bu açık nüfüs üstünlüğünün, 1909 Adana olaylarını kızıştırılırken kullanılmış olduğunu (‘Haçin’den Ermeniler güneye inip, Adana’yı hristiyanlaştıracaklar!’ gibi dedikoduları), bir diğer katılımcıdan, Ermeni Süreli Yayınları konusunda ciddi bir birikime sahip Zakarya Mildanoğlu’ndan[9] öğrendik.

Nüfusa ve istatistiklere gelmişken: hangi taraftan olursa olsun, ‘Ermeni Tehciri’ ele alınırken öncelikli olarak gündeme gelen sayılar meselesinin (kaç Ermeni vardı, müslümanlara oranı neydi, ne kadarı tehcire uğratıldı, ne kadarı öldü?) acı bir paradoks yarattığını, Fuat Dündar’ın sunumu bir kez daha bize hatırlattı. ‘Ermeni Meselesi’nin meselesi, her ne kadar öyle ifade bulsa da, iki tarafça öne sürülen bu tip sayıların birbirini tutmaması değil, bu sayıların ve ölçme süreçlerinin ta kendisiydi. Hiçbir fiilî etnik, dini, sınıfsal, cinsiyetçi vs. şiddet, daha önce sayma/ölçme alet edevatını geliştirmeden hayata geçirilemezdi. Sayma/ölçme sürecinde ortaya çıkan alet edevat olan harita, anket, istatistik ve sosyolojik araştırmalar, bu nedenle arkalarından gelen sosyal şiddetin ayrılmaz bir parçasını içerir ve öncelerler.

1913-1918 arasında uygulanan ‘etnisite mühendisliğinin’ –bir kısmını da arşivlerden ilk defa gün yüzüne çıkardığı- alet-edevatını doktora tezi çerçevesinde araştırmış olan Dündar, bu ana sorusalını sunumuna da yansıtmaya çalıştı.[10] Dündar, ‘Ermeni Sorunu’nun’ istatistiki olarak da yaratıldığını ifade ederek, bu süreci üç döneme ayırdı. Dündar’a göre, 1895 öncesinde ‘nüfus istatistiklerine’, daha sonra 1895-1897 arasında ‘şiddet istatistiklerine’ konu olan Osmanlı Ermenileri, 1914-18 arasında da ‘ölüm / cinayât’ istatistiklerine aynı mantık ile konu/tâbi olmuşlardı. Bir başka değişle ‘canlı kelle’ saymaktan ‘ölü kelle’ saymaya giden yolda ‘araç’ değişmemişti. Bu tasnife göre Adana Olayları hakkında verilen ve birbiriyle çelişen sayılar, şiddet ile ölü istatistikleri arasındaki geçiş döneminde yer alıyordu.

Dündar’ın, Bab-ı Ali’nin en başta basit bir asayiş meselesi olarak sunduğu olaylarda can kaybını, bu sunuma uygun olarak önce 1900 Müslüman, 1500 Ermeni diye yansıttığını, bunun dönemin yabancı kaynaklarında verilen 25-30bin, olayları soruşturan heyete mensup Tekirdağ Mebusu Hagop Babikian’ın verdiği 20bin ve bizzat olaylardan sonra Temmuz ayında bölgeye atanan yeni Vali Cemal Paşa’nın verdiği 17bin Ermeni, 1859 müslüman can kaybı sayılarından ne kadar ciddi bir ‘mevsimsel’ fark gösterdiğine işaret etmesi, ‘ölü canlar saymanın’ ne kadar da dönemin güç ilişkilerine bağlı olduğunu bir kez daha hatırlattı. Çoğu zaman Ermeni nüfus ve cankaybı rakamlarını küçültmek için devletin uyguladığı, bazı durumlarda ise Ermeni cemaatinin liderlerinin cemaati teyaküz haline geçirmek ve dışarıdan bağış toplamak için uyguladıkları ‘istatistikle oynama’ metodlarından bazılarına da değinildi: baz alınan hane başına düşen nüfus sayısını değiştirmek, göçer-konar ve mevsimlik işçileri kaydetmeyen Osmanlı nüfus sicillerini nihai baz almak / almamak, katliamlara dair veri kaynağı olarak yerel hükümetin bilgisine başvurduğu yerel cemaat önderlerinin (muhtar ve papazlar) de çoğunun katledildiğinin üstünü örtmek.

Konferans içinde görsel bellek ve kimlik ilişkisine bir kaç kere değinildi. Köker, bir diğer katılımcı Benedetta Guerzoni gibi Adana ve Adana olayları ertesini gösteren dönem kartpostallarının, hem dönemin popüler kültürünün ve hem de günümüz Ermeni kimliğinin oluşmasındaki önemine değindi. Daha çok ‘ekzotik ve otantik olanı göstermek’ mantığı ile üretilen kartpostalların üreticileri arasında Alman ve Fransız Posta’ları (sonuncusunun yerel temsilcisi de bir Ermeni fotoğrafçıydı) ve farklı misyoner ve yardım kurumları var. Adana olayları akabinde Avrupa’da yardım/bağış toplama amaçlı, yıkım ve yağmayı gösteren kartpostallar üretiliyor (bunların bazıların dağıtımı Osmanlı Devleti’nce yasaklanıyor). Ermeni kimliğinin kurulmasında önemli rol oynacak bu ‘siyasi şiddet ikonografisinin’, Avrupa’daki ‘oryantal curiositéler’ silsilesine eklemlenmiş olduğunu öğreniyoruz. Guerzoni’nin sunumu, 19.yüzyıl etnik çatışmalarının ve akabinde ulus devletlerin oluşumunda görsel belgelerin (fotoğraf, resim, gravür) bir janr yaratıp yaratmadığı sorusunu doğuruyor. Burada, görsel analiz yaparken, resmi, olay belgesi varsayan anlayışı tarihselleştiren, onu farklı bellek katmanları oluşturan, ‘cinsiyetlendirilmiş’ semboller örüntüsü olarak gören Irvin Cemil Schick’indaha çok Balkanlar bağlamındaki çalışmalarını hatırlıyoruz. Gene Sacit Kutlu’nun, Bulgar kolektif belleğinin oluşturulmasında Batak Katliamı’na dair farklı dönemlerde üretilmiş, hepsi de otantiklik iddiasında olan görsellerin rolünü araştırdığı çalışmasına değiniyoruz.[11]

Osman Köker sunumunda, Annuaire oriental’de kayıtlı ticari işletmeleri taradığını, burada Ermenice isme sahip olan işletmecilerin tüm işletmelerin aşağı yukarı yarısına tekabül ettiğine değinmişti. Özellikle vilayet ve sancak merkezlerindeki yoğunlaşan ve görünür olan, yeni ticari (ticari tarım olarak pamuk, narenciye, tahıl ve madencilik) ve sanayi (çırçır, iplik, dokuma, boyamacılık, dericilik, gümüşçülük, halıcılık) işletmelerinin önemli bir kısmının Ermeni’lere ait olması, Adana katliamı, vilayette biriken sermaye ve sosyal gerginlikler arasındaki bağlara dair sorular uyandırıyor. 1909 Adana olaylarında provoke edilebilecek sosyal zeminini hazırlayan sürecin, aynı zamanda Yeni Çukurova’nın oluştuğu ‘ticarileşme/parasallaşma’ süreci olduğunu, bunun edebiyata en güzel taşıyanların da ‘Adana’lı Kemal’ler’[12] olduğunu düşünüyoruz. Bu süreç, etnik olarak bir ‘kırım’ ve kırılma içerse de, iktisadi olarak ‘oluşan zenginlikler el değiştirdiği / türkleştirildiği oranda, bir süreklilik, bir birikim sürekliliği de arzediyor:

‘..fabrikayı yıllarca önce Emvali Metruke’den, gene bu parti mebusu, hatırlı birinin yardımıyla ucuza satın almış, yıllar yılı da geliştirip büyütmüştü’ Orhan Kemal, Kanlı Topraklar[13]

Bir gün öğle üstü Süleyman dokuz silahlı kişisiyle Mustafa Ağa’nın kapısını çaldı, buyur ettiler. ‘Buradan çıkacaksın. Panosyanın mirası bana düştü. Panosyanın oğlu olduğumdan değil...Çünküleyin Panosyanı ben iteledim. Ol sebepten Panosyanın bütün malı mülkü, konağı, tarlası, çiftliği, dükkanları hep bana kaldı...’ Yaşar Kemal, Demirciler Çarşısı Cinayeti[14]

Bildiğimiz kadarıyla konferansın organizatörlerinden olan Meltem Toksöz, Yeni Çukurova’nın oluşmasını ‘Göçebe Hayattan Ticari Tarıma Çukurova, 1800-1908’[15] adlı doktora tezinde kapsamlıca araştırmıştı. Kendisinin mücbir nedenlerden dolayı bizi sunum, yorum ve sorularından mahrum bırakmak zorunda kalmasının, ‘Çukurova’nın uzun 19. yüzyılında’ yeni oluşan sektör, aktör, zenginlik ve hareketliliklerin konferansta nispeten az yer almasında önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Keşke 2008 Kasım ayında ‘Adana ve Çevresi Toplumsal ve Ekonomik Tarihi’ konferansı çerçevesinde yapılan sunumları, bu platformda da dinlemek ve birbirine konuşturmak mümkün olsaydı.[16]

‘Yeni Çukurova’ büyük başlığının muhtelif altbaşlıklarına 1909 Adana bağlamında mahir bir şekilde değinen sunumlar ise şunlardı:

Sinan Dinçer, göçmen/mevsimlik işçilerin hem ticari tarımda, hem kentte, hem de spesifik olarak Adana katliamında oynadığı rollere değindi. Çapacılık, muhtelif pamukla ilgili işlemler, çırçır vs. gibi yeni yaratılan işlerdeki yüksek yevmiyelerin çekicililiği bir yandan, konar-göçerlerin 1860’lardan beri devlet politikasına dönüşen iskanıyla oluşmuş itme bir yandan, her cemaatten (kürt, türkmen, ermeni/bantoukhd) mevsimlik işçi Adana Vilayeti’ne akın ediyordu. Erzurum, Harput/Kharpert, Diyarbakır, Van, Musul, Eğin/Agn, Bitlis/Paghesh, Muş’dan gelen bu işçilerin sayısı yüksek sezonda vilayet bazında 60bini bulabiliyordu. Adana ‘iğtişâşı çapa mevsimi olan ve civara mevsimlik işçinin aktığı Nisan ayına denk gelmişti. Aynı bugün olduğu gibi amele pazarları, hanlar ve bekâr odalarını mesken tutan ve kendi cemaatlerinden ‘elcibaşılar’ tarafından idare edilen (borçlandırılan, iş, yatak bulunan, toprak ağalarına pazarlanan vs.) mevsimlik işçiler ‘iğtişâşa’ aktif olarak katılmış, müslüman işçiler hem ermeni işçilere, hem de büyük çiftliklere saldırmışlardı. Bu şiddetin örgütlenmesinde, işi etnik grup aidiyetini kullanarak örgütleyen elcibaşıların rolü önemli olmuş olmalıdır. Bu göçmen işçi hareketliliğinin zeminindeki iskân politikaları (1865’de Ahmet Cevdet Paşa’nın Fırka-ı İslahiyesi)[17], mevzuat değişiklikleri (göç/mürûr önündeki yasakların kaldırılması), kıt işgücünün yaratılması /artırılması (mesela 19.yüzyılda pamuk ekmek için Mısır’dan getirilen zenci köleler, Suriye’den getirilen fellahlar), bataklıklar kurutularak oluşturulan büyük çiftliklerde mülkiyet yapısı, işçilerin bu yeni çiftlikler ve kent hayatına eklemlenmesi ve en nihayetinde o dönem yağmalar sonucunda devredilmek zorunda bırakılan mülkler vesilesiyle reel bir ‘zenginleşme / sınıf atlama’ yaşayıp yaşamadıkları araştırılması gereken konular olarak öne çıktı.Vahé Tachjian’dan öğrendiğimiz kadarıyla Adana Ermeni’lerin çoğunluğu Türkçe konuşuyordu ve Ermeni entelektüelleri tarafından ‘milli davaya kazanılması çok zor eğitimsiz bir kitle olarak’ küçük görünülüyorlardı (bunda sınıfsal refleksler de rol oynuyor olsa gerek). Dönemin kıt kaynakları dikkate alındığında, bir bantoukhd ile bir kürt rençberin ne giyim / kuşam ne de yaşam koşulları açısından çok da farklılaşmayacağını tahmin ediyoruz. Acaba onları ‘birbirinden farklı olarak algılayıp, saldırmaya hazır hale getiren’ farklılık kodları ve kodlanmış farklılıklar nelerdi? Tachjian’ın sorduğu gibi ‘Ermeni elitlerinin Adana karşısındaki tutumları ile bölgenin 1908 yılında ikinci Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra gerçekleştirilen Ermeni karşıtı katliamların ilk hedefi olması arasında bir ikilem yok mudur?’.[18]

Mal, mülk, fabrika, çiftlik, atölye, bahçe vs. gibi daha sonra sermaye birikimine kaynak olacak alanlardan bahsetmek, aynı zamanda Ermeni Emval-i Metruke’sinden[19] bahsetmek anlamına geliyor. Bu konuya değinen iki sunum vardı. Birincisi, yayıncı ve yazar Sait Çetinoğlu’nun ‘Adana’da Katledilen Adalet’ adlı sunumuydu. Çetinoğlu olaylarda İttihat ve Terakki elitlerinin sorumluluğunu ve siyasi alan dışına da taşan çıkarlarını öne çıkardı. Çetinoğlu, Bâb-ı Âli’nin Klikya’daki katliamları Jön Türklere karşı hareketin ‘taşra ayağı’ gibi gösterdiğini, böylelikle meşrulaştırdığını, katliamın yerel sorumlularının da cezalandırılmak yerine siyasi ve iktisadi olarak ödüllendirildiğine değindi. 1909’daki bu uygulamanın, 1915 tehcirine giden yolu açmakta önemine değindi. Ödüllendirilenler arasında yerel hükümetteki pozisyonları itibariyla Ermeni Emval-i Metruke’sini düzenlerken, bundan şahsen nemâlanan isimler olduğundan, bunların yereldeki resmi ve gayri resmi ortaklıklarının daha sonra Adana’daki sermaye birikimi açısından kurucu bir unsur oluşturduğundan bahsedildi. Adana’da ticari tarım ve 1930’lardan itibaren pamuk ekonomisine bağlı endüstrileşmenin (çırçır, iplik, yağ, sabun, mensucat, boyama, elyaf, tekstil) Türkiye İktisat Tarihi açısından önemi düşünüldüğünde, önümüzde ‘Ermenilerin tehciri ve mallarına el koyulması’ konusunu ‘İttihatçı zihniyetin tezahürü olarak’ analiz etmek dışında başka bir araştırma kapısı daha açılıyor. Zira, bereketli bir tarih altdalı olan business history / işletme-şirketleşme tarihi, henüz Türkiye’de sistematik olarak uygulanmıyor, bu ad altında yapılanlar ‘kuşe kağıda basılı kurumsal oto-tarihler’ olarak kalıyor. Osmanlı düzenininden Cumhuriyet’e geçerken, yerelde yönetici kadrolarının oluşumu ve sonrasının ekonomi, girişimci ve siyaset ilişkilerinin içiçe geçmişliği (‘simyası’) yeterince işlenmiyor. Fakat, Adana Sanayi Tarihini kaleme alanlardan Kudret Emiroğlu, 1920’lerde Adana’daki, çoğu Kayseri ve Karaisa kökenli Müslümanların Milli Emlak Genel Müdürlüğü ile organik ilişkilerine ve terk edilen mülklerin devrinde bu kurumun yaptığı açık artırmaların önemine değiniyor. Devredilen fabrikaların eski ve yeni sahiplerini listeliyor.[20] Günümüzde hâlâ belirleyici olan sermaye gruplarının/holdinglerinin çoğunun ilk yatırım yerlerinin Adana olduğunu öğrenip, şaşırıyoruz. (Hem mal/mülk, hem de devlet anlamında) mülkün temeli ile adalet ilişkisini yeniden düşünüyoruz.

Konu hakkındaki bir başka hem konu hem de kaynak açısından özgün sunum da, Aslı Çomu’dan geliyor. Çomu, master tezi için yaptığı araştırmaya dayanarak Adana’da terk edilmiş Ermeni Mülklerinin 1920’lerde nasıl Yunanistan’dan gelen mübadil ve muhacirlere dağıtıldığını anlatıyor[21]. Döneme dair Adana’daki Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü İmar ve İskan Müdürlüğü Belgelerini yerinde inceleyip, bu kaynakları tarihyazımına kazandıran Çomu’nun sunumundan iki önemli şey öğreniyoruz: Öncelikle, kentsel mülkler, hem büyük (binlerce dönümü aşan) / küçük çiftlikler, hem bağ / bahçeler, hem de dükkanlar, neye göre olduğunu bilmediğimiz kriterlere göre, Adana’ya yerleştirilen yaklaşık 5000 müdabile tevzi edilmiş. Çomu, hangi mal ve mülklerin Osmanlı Ermenilerine ait olduğunu bulmak için, isimler üzerinden gitmiş. Daha sonra da, hâlâ yerelde / il bazında keşfedilecek, bodrumlarda araştırmalara konu edilmeyi bekleyen belgeler olduğu. Dağıtıma konu olan kentsel ve kırsal mülklerin hepsinin kadastro işleminden geçip geçmediği, bizatihi bu dağıtımın bir nevi ‘fiili kadastro’ işlevi görmüş olma ihtimali üzerinde tartışıyoruz.

Ermeni Emval-i Metrukesi yanında, Ermeni toplumunun uzun ve acılı 19.yüzyılına damgasını vurmuş ‘etfal-i metruke’ yani yetimler konusunu Nazan Maksudyan[22] Adana bağlamında ele alıyor. Maksudyan sunumunda, Adana katliamları akabinde Vali Cemal Bey’in kurdurttuğu 500 çocuğun yaşadığı ‘Dar-ül Eytam’a odaklanıyor. Adana’da 1909’da Haçin, Dörtyol ve Adana’da olmak üzere üç ‘Osmanlı Yetimhanesi’ var. O sene –katliamlar sonrası olağanüstü durumdan olsa gerek- misyonerler ve devlet arasındaki ‘eğitim’ konusundaki rekabet zayıflıyor. Bu Dar-ül Eytam, iç organizasyon olarak misyoner yetimhaneleri örnek alıyor, yetimhanenin başına bir Ermeni müdür getiriliyor, fakat burada 1908 anayasal eşit vatandaşlığı ve seküler okul sistemi ‘test ediliyor’. Bu Ermeni dini ve seküler cemaat önderleri tarafından ‘türkleştirme ve iki nesli aynı anda –birini fiziki, diğerini kültürel olarak- ortadan kaldırma’ tehditi olarak algılanıyor. Zabel Yasseyian ve Hagop Babikian bu tehdit algısını kitap ve raporlarında işliyorlar, Ermeni Patrikhanesi Dahiliye Nezaretine 1912’de bu konuda bir şikayet mektubu yolluyor.

BELGELER BERRAK, BELLEKLERDE ‘İĞTİŞAŞ’ VAR!

Konferans sırasında Hülya Adak, 1909 Adana olayları üzerine kurulmuş veya bunlara doğrudan değinen türkçede verilmiş anı[23] veya edebi eserlerin neredeyse yokluğundan bahsetti. Hrant Dink’in sık sık ifade ettiği gibi, ‘bu taraftaki’ kolektif amnezya, ‘diğer tarafta’ bellek patlaması ile karşılanıyor. Sait Çetinoğlu’nun aktardığı, Adana katliamına yakılmış olan bir ağıtı, Seden Gürel adlı bir pop şarkıcısının ‘Sebebim Aşkım’ şarkısına dönüştürebilmesinin arkasında ‘bu tarafta’ acıyla kurulamayan bu ilişki olmalı. Acaba bu bellekleri karıştırmak, Ara Sarafian’in çok güzel bir şekilde altını çizdiği gibi ‘kaynakları birbirine konuşur hale getirmek’ mümkün mü?

Sanırım bu tarz bir öncelikle Ara Sarafian, 1909 Adana olaylarının olgusal yanına dair kapsamlı bilgisine rağmen, bu konudaki Ermeni belleğine damgasını vurmuş üç eserden biri olan, fakat şimdiye kadar Ermenice dışında bir dilde yayınlanmadığı için bizler için ulaşılamaz olan Hagop Terziyan’ın Klikya Faciası adlı tek bir kitaba yoğunlaşmayı tercih etti. 1912’de İstanbul’da yayınlanan ve yazarı 1915’de tehcir yollarında can veren bu kitabın, canını kurtarabilmiş pek çok tanıkla ilk elden mülakatı, olayların adım adım gelişmesinin canlı bir betimlemesini içerdiğini öğrendik. Terziyan’ın kitabında olayların tırmandırılması ile ilgili, islama karşı tehditin öne sürülmesi, ‘saldırılanların insan değil, gâvur olduğunun’ işlenmesi, olayların durulduğu zaman Nisan ayında sayıları artan müslüman mevsimlik işçilerin kaldığı hanlar gibi açık adreslere provokatif saldırılar gerçekleşmesi, olayların tam da Paskalya sonrasına ve haftalık pazarın kurulduğu güne denk gelmesi gibi olgular anlatıldığını öğrenince, aklıma ister istemez Maraş Katliamında adım adım yaşananlar geldi. Konferans akabinde Agos’a verdiği mülakatta Ara Sarafian’ın da Maraş ile Adana Katliamlarının karşılaştırdığını okudum, ürktüm.[24]

Terziyan’ın kitabının, konferansın ‘Osmanlı ölçeğinde’ üretilen kaynakları kullanan iki katılımcıya da, ‘yerel katkı’ sunabileceğini öğreniyoruz. Bunun ilki, aslen Osmanlı Arşivi’ndeki İftihar madalyası listesi üzerinden iz sürerek ‘Adana’da Ermenileri kurtaran Müslümanlar’ konusunu ele alan Abdulhamit Kırmızı’nın, diğeri ise Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında yapılan tartışmaların kayıtları üzerinden Adana olaylarının hükümetteki yorumunu çalışan Ileana Moroni’nin sunumu. Moroni, olayların tartışıldığı Ermeni milletinden de mebusların katıldığı oturumlarda, 1909 Adana olaylarının, 31 Vak’asının bir devamı, yani ‘irtica’nın yerelde hortlaması’ yorumunun ağır bastığını aktarıyor. Bu ‘irtica’ yorumunda, üç unsur içiçe geçiyor: Osmanlı bütünlüğünü tehdit eden hainlerini mutlakiyetçi rejime dönmek, yani rücu etmek için halkı manipüle etmesi. Manipülasyon, bölücülük ve ‘eski rejime’ dönüş arzusu motiflerinin, bugün de ‘gericilik’ tanımının kurucu unsurları olmaya devam ettiğini görüyoruz. Merkezin söyleminin parçası olan ‘irtica’nın, yereldeki dinamiklere de, merkezi İttihat-Terakki rejimi – taşra İttihat-Terakki farklılaşmasına da dokunamadığına dikkatimiz çekiliyor.

Rita Kuyumjian, Adana olayları hakkında İstanbul’da yayınlanmış bir başka gezi/anı kitabı, yazarı ve onun istisnai hayat hikayesine değiniyor. 1910’da basılan ‘Klikya’da Bir Ay’ kitabının yazarı Arshagouhi Teotig Hanım, Samatya’da doğmuş, İngiltere ve Versaille/Fransa’da eğitim almış bir aydın. Istanbul’da Ermeni kız okulunda öğretmenlik yaparken, aynı zamanda eşi ile Osmanlı’da 20. yüzyıl başı kitle eğitim kitaplarının en önemli ve süreklilerinden olan ‘Herkesin Yıllığı’nı, 1907-1929 arasında 19 cilt olmak üzere (İstanbul ve Halep’de) yayınlıyor. Teotig, Adana olaylarından sonra Klikya’da geçirdiği bir ayı kaleme aldığı anı kitabında, Ermeni Cemaatinin yardım örgütlerine, yetimhanelerine ve hayırsever faaliyetlere değinmiş.

Konferansın benim için en önemli katkılarından biri, yalnızca buzdağının ucunu görebilmiş olsam bile, Ermenice kaynakların Osmanlı Dönemine dair tarihyazımının her alanı için (yerel tarih, siyasi tarih, iktisat tarihi, kent tarihi vs.) ne kadar zengin bilgiler içerdiğini ve Osmanlı tarihçileri arasında ‘Ermenice bilmezliğin’ ne denli önemli bir kayıp olduğunu hatırlamamdı.Yalnızca Ermenice alfabeyi öğrenerek bile, bu alfabe ile türkçe yayınlanmış pek çok süreli yayın (mesela Ermeni Katolik Kilisesi’nin resmi yayın organı olan Mecmua-ı Ahbar 1884-1906 arasında ermenice harflerle türkçe yayınlanmış) ve kitaba ulaşabiliriz. Bu, üniversite seviyesinde tarih eğitiminde desteklenmesi tarihyazımına gayet pragmatik katkılar sağlayacak, aynı zamanda da çok somut bir ‘diyalog adımı’ değil mi? Bana bunları düşündürten, mimar ve titiz bir amatör tarihçi olan Zakarya Mildanoğlu’nun sunumuydu.

Mildanoğlu bize, 1832-1980 arasında Anadolu’nun neredeyse her vilayetinde ermenice peryodik yayınlandığını gösteren, Ermenistan Bilimler Akademisi kataloğundaki verilere dayanan etkileyici bir harita gösterdi. Mesela Adana olaylarının olduğu sene, İstanbul’da 55, İzmit’de 2, Harput’ta 3, Diyarbakır’da 2 Ermenice peryodik yayınlanıyormuş. Mildanoğlu, daha sonra üç İstanbul merkezli Ermenice peryodikden (Püzantiyon, Mecmua-i Ahbar ve Gavroş)Adana olaylarının izini sürdü. Bu yayınlarda sıcağı sıcağına, Adana’ya yerleşen Ermeni göçmen işçilerden, yangınların verdiği hasardan, yetim ve dullardan bahsedildiğini, Araştırma Komisyonu üyesi Babikian ile bir ropörtaja ve telgrafla/postayla bölgeden yollanan okuyucu mektuplarına yer verildiğini öğreniyoruz. Zakarya Bey, Gavroş adlı mizah yayınından pasajlar okumaya başladığında salondakiler acı acı gülmeye başlıyor. Müslüman ahalide Ermeni tehdidi korkusu salmak için, Adana Ermenilerinin ‘bölücü komplolar’ hazırladığı ve nasıl da sinsi güçlü olduklarına dair haberleri tiye alan Gavroş, Temmuz 1909’dan sonra Divan-ı Harp’ten aldığı bir ‘uyarı’ akabinde ‘otosansüre’ uğruyor ve Adana olaylarından bahsetmemeye başlıyor. İşin ilginci Gavroş’un başyazarının bu ‘uyarıyı’ köşesinde okuyucuya gene mizahi bir dille çarpıcı bir şekilde aktarabilmesi. Bu dil hemen bana aynı anda hem usta ve uslanmaz mizahçı Yervant Odyan’ı ve Aras Yayınları tarafından türkçeye kazandırılan Yoldaş Pançuni’sini hem de Hrant Dink’in ‘azınlık meselerine dair sorulan niyeti şaibeli bön sorulara verdiği’ verdiği mizahi cevapları hatırlatıyor. Yaşanan ve taşınan bunca aşırı acı ile, kolektif yersiz-yurtsuzlaşma ile, kin tutmadan, ekşimeden başa çıkmak için mizah ve ironi ‘ayrıcalıklı imkanlar sunan’ janrlar mı oluşturuyorlar acaba, diye kendime sormadan geçemiyorum.

Yerel kaynaklardan yabancı dilde üretilmiş kaynaklara geçtiğimizde konferansta bu konuda beş sunum olduğunu görüyoruz. Dilek Güven Alman Dışişleri Arşivi’lerinde, Barbara Merguerian, ABD Devlet Arşivlerinde, Oral Çalışlar ve Lou Ann Matossian Tarsus Amerikan Koleji’nde çalışan öğretmenlerin anı belgelerinde, Vincent Duclert ise Fransa’daki dönemin entelektüel alanında 1909 Adana’nın izlerini aramış.

Dilek Güven’in dönem konsolosluk raporlarından aktardığına göre, Alman Hükümeti olayları aslen ‘Anayasanın getirdiği eşit vatandaşlık hükümlerinden korkan müslüman İttihatçı karşıtlarının’ yaptığı tezini kabul etmekle beraber, yöreye has katliam şartlarına da ayrıntılıca değinmişler: silah tüccarlarının propogandalarının artan silahlanmaya olan etkisi, tutuklanan Ermenilerin, tutuklanan Müslümanlara oranlara daha ‘üst sınıf’ olması, Ermeniler içinde yayılan federatif fikirler vb. Raporlar, katliamda redif ordularının rolü olduğunu da iddia ediyor. Bölgede Deutsche Bank’ın yatırımı olan Alman Levanten Pamuk Şirketi üzerinden önemli iktisadi nüfuzu da olan Almanya, ‘kendilerine borçluyken öldürülen Ermeniler’ ve tahrib edilen tarım makinelerinin hesaplarını yapıyorlar. Çok aktif olan Mersin İngiliz Konsolosunun yöredeki faaliyetleri de ciddi bir şekilde raporlandığına göre, bölgede büyük güçler arasında rekabet devam etmekte. Bu konuda Dışişleri Arşivleri dışında, Deutsche Bank’ın şirket arşivlerinin de araştırmaya açık olduğu ifade ediliyor.

Kendisi yüzyıl dönümünde Dreyfus meselesi üzerinden Fransız entelektüel tarihini çalışan Vincent Duclert,[25] 1895 olayları akabinde Fransa entelektüel alanından Osmanlı Ermenilerine verilen desteğin, 1909 geldiğinde yerine bir sessizlik bırakarak çekildiğini anlatıyor. 1895’de Fransa’nın Ermenilere karşı sorumluluğuna dair ateşli konuşmalar yapan J. Jaures, A. France ve J. Clémenceau, Adana olaylarının haberleri geldikten sonra ya açık ya da örtük bir şekilde 1908 Devrimi’ne güvenmek gerektiğini savunmuşlar. Duclert bu Jön Türk hayranlığının Taşnak partisinde de bulunduğunu, Adana olaylarının bile İttihat-Terakki’nin meşruiyetini sarsmadığını ifade ediyor.

Oral Çalışlar, 1909 Nisan’ını Tarsus’da yaşayan Tarsus Amerikan Koleji öğretmenlerinden Helen Davenport Gibbons’un anı kitabı ‘Tarsus’un Kırmızı Kilimleri’[26] kitabından yola çıkarak, Lou Ann Matossian ise, Tarsus Amerikan Koleji’nde (St. Paul’s Institute) müdür olan Mr. Christie’nin şu anda Minnesota Historical Society’da bulunan aile arşivinden[27] yola çıkarak, yaşanan 13 güne dair anlatıları derlediler. Bunlardan en akılda kalanlar, olaylar sırasında iki misyonerin de hayatlarını kaybettiği, Mersin’deki İngiliz Konsolos Yardımcısı Doughty-Wylie’nin olayların önünün alınması için hükümet konağı nezdinde girişimlerde bulunduğu Rumeli’den olayları yatıştırmak için gelen askerlerin, olayların genişlemesinde kışkırtıcı rolü olduğu gibi haberlerin Kolej’e nasıl ulaştığı ve nasıl bir çaresizliğe yol açtığı idi. Olaylar sırasında 4000 kadar insan Kolej’in avlusuna sığınarak katliamdan kaçmaya çalışmışlardı. Bu tarz bir katliamın yaklaştığının Kolej öğretmenleri tarafından sezilip sezilmediğini öğrenmek önemli olabilirdi.

ABD konsolosluk raporlarından Adana 1909 izlerini bize sunan Barbara Merguerian ise, o dönemde hâlâ Osmanlı – ABD ilişkilerinin Jön Türk Devrimin yarattığı yaklaşma ve sıcaklık içinde olduğunu ve Adana’dan gelen katliam haberlerinin bu ilişkilerde bir değişikliğe yol açmadığını anlattı. Adana’daki ABD Konsolosluğu, Tarsus ve Antep’deki misyoner okulları üzerinden bölgeden sürekli haber alan ABD’nin, Osmanlı ticaretinden aldığı payı büyütme amacının önceliğinden hiç vazgeçmediğini, ‘dolar diplomasisinin’ Ermenilerin lehine müdahele önerilerinin her zaman önüne geçtiğini ifade etti.

Felsefeci Marc Nichanian’ın, ‘Adana sonrasında tanıklık ve yas’ konuşması, bizi konferansın içeriğinden alıp, bu konuları konuşmanın, anlatmanın ve hatırlatmanın dilini düşünmeye sevketti. Tehcir’e giden sürecin, ‘tanık olmayı’ bir ‘edebi janr’a dönüştürdüğünden bahsetti. Bizi tekrar Teotig, Yesseyian, Terziyan, Artenian ile karşılaştırdı. Yas, dil ve tanıklık arasındaki ilişkileri, burada tekrarlayamayacağım bir dil ustalığı ile irdeledi.

Nichanian’ı dinlemek bana hemen M.K.’yı hatırlattı.[28] Dokuz yaşında ‘tehcire uğrayan’ Adanalı Ermeni Manuel Kırkyaşaryan’ın, yolda annesi ve babasını yitirip, tek başına senelerce Resulayn-Cizre arasındaki Kürt ve Süryani köylerinde geçirdiği ‘yanaşma hayatını’, kaça göçe tek başına bir çocuk olarak Kıbrıs’ta akrabalarını buluncaya kadar yaşadıklarını anlattığı sesi kafamda yankılandı. Gerçekten sesi, çünkü Manuel Usta tanıklıklarının yazmamış, 80 yaşında türkçe ‘kasede okumuştu’. Çocuklarının yanında yaşadığı Avustralya’da Adana türkçesiyle tutturduğunu hikayesel yas dilini, ses tonunu unutmak mümkün değil. Manuel Usta, yaşadığı büyük acıları ifade ederken, dağlar, kurtlar, yemeniler, meyvalar, başaklar, mimikler, kürtçe türküleri örerek bir hikaye inşa ediyor, acısını belki de ancak hikayeleştirerek anlatâbiliyordu. Manuel Usta’nın Tehcir’den önceki Adana katliamını büyüklerinden dinlememiş, o huzursuz ortamı hissetmemiş olmasına imkan yok. Ama tehcir acısının yoğunluğu karşısında, belli ki tehcir kara bulutlarından önce olan herşeyi güzelmiş, güneşliymiş gibi hatırlamak istiyor:

‘Gelelim kendimizin batmutyununa (hikayesine). İsmim Em Key. Em ve Key. Adana’da ailecek bütün Ermeniler, bütün Türkler ve Türkiya’da doğanlar kardaş gibi yaşıyor ıdık. Çünkü hürriyet, adalet, musavat ve millet olmuştu. Nihayet, gün geldi, biz de bu sevkiyete iştirak ettik. Hikayatımız başlıyor.’ (s. 19).

Bu konferansın konusu, Manuel Usta gibi pek çoklarının ‘hikayâtı’ idi. Acı çekmiş başkalarının acılarının nasıl ve neden anlatılacağı kadar, kime anlatılacağının da önemli olduğunu düşünüyorum. Günümüzde siyasi, iktisâdi ve ideolojik iktidarı yaşatan, örtük ve açık milliyetçi/ırkçı bir iklim semirmeye gayet müsait. ‘Ermeni’ dendiği zaman, bu topraklarda okumuşunun, okumamışının aklına ilk gelen kelimeleri burada yazmaya hicap duyarım. İşte tam da bu yüzden, ‘bellek işi’ diyebileceğimiz bu tarz akademik konferans, çalışma ve yayınların, nokta atışlarla daha geniş bir kitleye ulaşması için, yani yaptıklarımızın aktarımı için ayrıca mesai harcamamız gerektiğini düşünüyorum. Bu toplantıya e-mail vesilesi ile kayıt yaptıran herkes katılabiliyordu. Bu açıdan 2005 konferansı ile karşılaştırıldığında bu konuda bir ilerleme var. Ama hâlâ katılım akademik çerçeve ile sınırlı. Artık yavaş yavaş ‘Ermeni konusunda’ yapılan toplantıları toplumun belli kesimleri için tabu olmaktan nasıl çıkarırız, hangi başka güncel sorunsallarla yanyana koymamız daha iyi olur, toplumun hangi kesimlerine ve nasıl doğrudan ulaşabilirizi tasarlamaya başlamamız gerektiğini düşünüyorum.

En başta Türkiye’deki tarih öğretmenlerini bu sürece nasıl katacağımızı tartışamamız gerekiyor. Türkiye’de tarih öğretmenlerine yönelik ciddi ve kapsamlı bir süreli yayınımız yok. Fakat akademik tarih üretimi ile tarih öğretmenlerinin derslerdeki tarih üretiminin arasında yeni nesiller üzerinde bıraktığı etki açısından karşılaştırılamaz bir fark var.

Türkiyeli Ermenilerin bu tarz toplantılara daha kitlesel ve aktif katılmaları için çaba göstererek, davetler çıkararak, kendi memleketlerinde hissettiklerini tahmin ettiğim bu ‘küskünlük ve korkuyu’ bir nebze üzerlerinden atmalarını sağlayabilir miyiz acaba?

Bu tarz konular eğer bu toplantıdaki gibi ‘bölgesel’ çalışılırsa, söz konusu bölgenin (Harput, Adana, Van vs.) yerel örgütlerinden ve bunların büyük şehirlerdeki hemşehri derneklerinden katılımı amaçlamak, onlarla kendi ‘memleketlerine’ bir de kaybedilenler üzerinden bakmak niye hayal olsun?

Bütün bunları yapmak için, biz akademisyenlerin de kendi uzmanlık alanlarında çalıştıkları konular kadar, onların değişik toplum grupları önünde (doğrudan ve medya dışında) özlerinin aktarımına, yani ‘kitlesel pedagojisine’ mesai ayırması gerektiğini düşünüyorum. ‘Ermeni Sorunu’nun bir sorun olarak kalmaması için, akademik araştırmalar ve diyalog kadar, ‘kitle iletişimi’ ve onun dilinin de önemli olduğuna inanıyorum. Sanırım Hrant Dink’in hepimizi etkileyen özelliklerden biri buydu ve hâlâ o dil zemininde bir araya gelmeye çalışıyoruz. Bugün ne dersek diyelim, Yağmurcuk Kuşu’nda anasının İsmail Ağa’ya verdiği öğütten daha güzelini söyleyemiyoruz:

Bir de senden dileğim, oğlum, o kasabaya gidersen, o Ermenilerden kalma evleri, tarlaları kabul etme. Sahibi kaçmış yuvada, öte kuş barınamaz . Yuva bozanın yuvası olmaz...Zulüm tarlasında zulüm biter.’ Yaşar Kemal, Yağmurcuk Kuşu[29]

Peki, daha okuyalım mı?
‘Adana vukuatı’
.....Menhus eller, kirli nasiyeler
....evli bir Ermeni kadının hanesine
.................
.....Zevci gelir, bu mel’unların üçünü kurşunla katleder
bu fırsattan istifade Ermeni evlerine hücum...........
hükümetin miskinliği.................
......İslamlar Ermenilere, Ermeniler İslamlara
.....evler ateşe verilir.
..............................
şehri yağma eden mürteciler.............
Adana kıtalı köylere
Tarsus sokakları cesetle doludur.
Daha okuyalım mı?

Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları[30]

Bu yazı Toplumsal Tarih dergisinin Aralık 2009 (192.) sayısında yayınlanmıştır. Cüzi değişikliklerle burada tekrar yayınlanmaktadır.


[1] Kemal Sülker, Bilinmeyen Mektuplarıyla Nazım Hikmet – Orhan Kemal Dostluğu, Amaç Yayıncılık, 1988, 67-68. Bu pasajı, Behçet Çelik’in Adana ve Orhan Kemal, makalesinden aldım (s.58). (Adana’ya Kar Yağmış. Adana üzerine yazılar, derleyen: Behçet Çelik, İletişim Yayınları: Memleket Kitapları, 2006).

[2] Theodor Adorno, ‘The Meaning of Working through the Past’, Critical Models içinde, NY, 1998, s. 89; bu pasajı da doğrudan değil, Melissa Bilal’in Türkiyeli Ermenileri Hatırlamak makalesinin başından alıntıladım (Bir Zamanlar Ermeniler Vardı, İletişim Yayınları, derleyen Ömer Laçiner vd., 2008, s. 238).

[3] Diğerleri Beyrut, Erivan ve Ankara’da (26-27 Haziran’da Türk Tarih Kurumu tarafından) düzenlenmişti. Dördüncüsü doğrudan Nisan 1909 olayları ile ilgili olmamasına rağmen, konuyla ilişkili önemli pek çok dinamiğe değinmişti: 21 Kasım 2008’de, Uluslararası Hrant Dink Vakfı, Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü ve Toplumsal ve Ekonomik Tarih Vakfı tarafından Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen Adana ve Çevresi’nin Toplumsal ve Ekonomik Tarihi konferansında verilen tebliğlerinin bazıları, titiz bir çalışma sayesinde 2009 Kasım konferansından bir kaç gün öncesinde elimizdeydi; Toplumsal Tarih, s. 191, Kasım 2009, Yarıgöçerlerden Ermenilere.Adana ve çevresi toplumsal ve ekonomik tarihi konferansı dosyası, s. 56-84.

[4] Bu konferansta sunulan tebliğlerin dokuzu, Tarih ve Toplum. Yeni Yaklaşımlar dergisinin, Bahar 2007 sayısında yayınlandı. Burada, kendisi uzun zamandır Çukurova Havzası’nın uzun 19. yüzyılı hakkında çalışan Meltem Toksöz’un ‘Adana Ermenileri ve 1909 ‘iğtişâşı’’ makalesi, konferans konusunun olgusal yanını ve bağlamını çok güzel özetlemektedir. Bu arada, 2005 konferansının metinlerinin tamamının önümüzdeki bir iki ay içerisinde Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından yayınlanacağını öğrendik.

[5]Geçmiş Siyaseti’ kavramını Hannah Arendt’in ‘Kudüs’te Eichmann’ kitabı ve bu kitabın özellikle Musevi cemaatinde açtığı ateşli tartışmalar bağlamında irdeleyen bir çalışma için, Tuija Parvikko, Arendt, Eichmann and the Politics of the Past, Finnish Political Science Association: Helsinki: 2008. Çok önemli olduğunu düşündüğüm bu tarih felsefesi ve metodu tartışmasını, bir başka yazı çerçevesinde ve bir başka vesile ile etraflıca ele almak üzere şimdilik açıp, kapıyorum.

[6] Bu, Bertold Brecht’in tiyatro teorisinde ‘Vergegenwärtigung der Geschichte und Historisierung der Gegenwart’ kavram ikilisi ile karşıladığı bütünsel bakıştır. Brecht tiyatrosunda, kendi bugününde ‘kendini doğallaştırmayı becermiş’ pratikleri oluşmuşluğu, yani değiştirilebilirliği içinde görünür kılmak/yabancılaştırmak için, geçmişte olanlarla bugünü çarpıştırmaya ve bunu yaparken de anlatı formu olarak epiği kullanmaya çalışır. Bu konuya derli toplu ingilizce bir giriş için, Frederic Jameson, Brecht and Method, Verso: London, 1998, s. 165ff.

[7] Köken olarak ‘karıştırmak, bir şeyin saflığını bozmak’ anlamına gelen ‘tağşiş’, Osmanlı hükümetinin 1909 Nisan’ında Adana’da Ermenilerin başına gelenlere değindiğinde kullandığı kavramdır. Selim Deringil’in konferansta belirttiği gibi, bazen ‘Tağşiş-i ezhan’ (ahalinin kafasını karıştırmak, ‘provokasyon’) tamlaması içinde de kullanılmıştır. Yerel hükümet temsilcileri ‘vaka’, Ermeni kaynaklarının çoğu ‘facia’, misyoner ve yabancı dilde basılmış kaynaklar ‘katliam’ kavramını kullanmaktadırlar (Meltem Toksöz, Adana Ermenileri ve 1909 ‘iğtişâşı’, Tarih ve Toplum. Yeni Yaklaşımlar, Bahar 2007, s. 147).

[8] Özellikle 242-266. sayfalar arasındaki Adana Vilayeti kısmındaki kartpostalları muhakkak inceleyiniz, BirZamanlar Yayıncılık, İstanbul: 2005.

[9] Zakarya Mildanoğlu, Agos’daki ‘Aztarar’a Yolculuk’ köşesinde, bu devasa birikimi adım adım bizlerle paylaşmaktadır: Adana ve Halep Vilayeti Ermeni periyodikleri, başlıklı yazıların beşincisi 20 Kasım 2009 tarihli Agos’ta yayınlanmıştır.

[10] Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi. İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği,(1913-1918), İletişim: İstanbul, 2008. Bu kitaplaştırılmış tezi, ortaya çıkardığı yeni arşiv malzemeleri ve verilen emek itibariyle takdir etmekle beraber, hem kendinden önceki literatürle diyaloğa girme ve teorik bağlamlandırma eksiklikleri, hem de kitabın örtük olarak Osmanlı bürokrasisinin etnisite mühendisliğinin uygulamalarında matematik bir kesinlik olduğu varsayımına dayanması açısından eleştiren kapsamlı bir yazı için; Ayhan Aktar / Abdulhamit Kırmızı,’Bon pour l’Orient’: Fuat Dündar’ın kitabını deşifre ederken..., Tarih ve Toplum. Yeni Yaklaşımlar, Bahar 2009, 157-186.

[11] Irvin Cemil Schick, Batının Cinsel Kıyısı. Başkalıkçı Söylemde Cinsellik ve Mekansallık, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002; Sacit Kutlu, Bulgar kolektif bellek inşasında bir hatırlama ve unutma yeri: Toplumsal Tarih, no: 18, 2009.

[12] Yaşar Kemal’in Ekim 2009’da Çukurova Üniversitesi’nde kendisine fahri doktora ünvanı tevzi edilirken verdiği açılış dersi, yazarın özcülüğe düşmeden kendi Çukurovalılığını, şekillendiği ve bu sırada şekillenen, dönüşümlerle örülen coğrafya içinde nasıl anlattığına dair güzel bir örnektir; ‘Çukurova, Doğa ve Roman’, 8.Ekim. 2009, Radikal Gazetesi.

[13] S. 19, alıntı dolaylı; Murat Belge’nin Edebiyatta Ermeni Sorunu, Birikim Dergisi, Şubat 2006, sayı 202, s. 35. Orhan Kemal’in, Atatürk’e muhalif parti kurup, sürgüne gönderilmiş babası Abdulkadir Kemali Bey’in, Fransızca ve Ermenice öğrendiği için zamanında babasının onu ‘gâvur’ olmakla suçladığını, hatta tüfekle kovaladığını anılarından okuyoruz: Orhan Kemal’in babası Abdulkadir Kemali’nin Anıları, hazırlayan: Işık Öğütçü, Epsilon Yayınları: 2005.

[14] S. 357, gene alıntı aynı yerden ve dolaylı, Belge, 2006, s. 34.

[15] Meltem Toksöz, The Çukurova: From Nomadic Life to Commercial Agriculture, 1800-1908, yayınlanmamış doktora tezi, Binghamton , SUNY Binghamton Üniversitesi, 2001. Ayrıca özet halinde 1840’larda Mısırlı İbrahim Paşa reformları, göçer-konar aşiretlerin iskanı (1865-1890), işgücünün oluşturulması , bataklıkların kurutulması, 1861 Amerikan İç Savaşı akabindeki pamuk patlaması ve dünya ekonomisine eklemlenmesi süreçlerinin Adana Vilayet Merkezi’ne etkileri için bkz: Meltem Toksöz / Emre Yalçın, ‘Modern Adana’nın Doğuşu ve Günümüzdeki İzleri’, derleyenler Ç. Kafesçioğlu / L. Thys-Şenocak, Essays in Honour of Aptullah Kuran, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999, 435-453.

[16] İki konferansta da sunum yapan iki akademisyen var: Meltem Toksöz ve Ara Sarafian. Hilmar Kaiser’in ‘Alman Levanten Pamuk Şirketi’nin Çukurova’daki faaliyetleri ve yerel girişimciler’ ve Halis Akder’in ‘Çukurova’da tarım işçiliği’ sunumları bu konferansa da eklemlense ne güzel olurdu! Neyse ki bir tesellimiz var: Yukarıda da ifade ettiğim gibi, Toplumsal Tarih Dergisi Kasım 2009 sayısında, Vahé Tachjian’ın konu ile ilgili çok yönlü ve müthiş ufuk açıcı ‘Adana Ermenileri: Milliyetçi İdeolojilerle Ters Düşen Farklı Bir Kimlik’, Toksöz’ün, ‘Bölgesel Ekonominin Oluşumu: Göçebe Hayattan Ticari Tarıma Çukurova’ ve Zafer Toprak’ın ’20. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Çukurova’da Emek ve Sermaye’ tebliğlerini yazılaştırıp, bu konferansa yetiştirdi. 2008 Kasım Adana konferansı’nın kısa bir özeti için, Eren Özalay, ‘Adana ve Çevresi Toplumsal ve Ekonomik Tarihi Konferansı’, Agos, 28 Kasım 2008, s. 6.

[17] Suavi Aydın, Çukurova Tarihinde Yörükler ve Türkmenler, Adana’ya Kar Yağmış. Adana Üzerine Yazılar içinde, derleyen: Behçet Çelik. İletişim/Memleket Kitapları: İstanbul:2006, 113-140.

[18] Vahé Tachjian, Adana Ermenileri: Milliyetçi İdeolojilerle Ters Düşen Farklı Bir Kimlik’, Toplumsal Tarih, no 191, Kasım 2009, s. 65.

[19] Agos’un 2 Ekim 2009 sayısında, araştırmalarının merkezine sistematik olarak bu konuyu alan Boğaziçi Üniversitesi’nden Mehmet Polatel ile kapsamlı bir ropörtaj vardır, Aris Nalcı, Ermeni Emval-i Metrukesinin arşivlerdeki izleri, s. 10-11. Sait Çetinoğlu’nun bu konudaki güncel bir makalesi için: Ermeni Emval-i Metrukeleri Üzerine, Birikim Dergisi online versiyonu: www.birikimdergisi.org.tr , 8.Haziran.2009.

[20] Kudret Emiroğlu’nun, Bülent Varlık ve Ömer Türkoğlu ile birlikte, Adana Sanayi Odası için hazırlamakta olduğu araştırmanın kısa bir özeti için; Kudret Emiroğlu, Adana’da Sanayi ve Sanayiciler Hakkında, Adana’ya Kar Yağmış. Adana ÜzerineYazılar içinde, derleyen: Behçet Çelik. İletişim/Memleket Kitapları: İstanbul: 267-303.

[21] Aslı Çomu, The impact of the exchange of populations on the social and economic life of the C ity of Adana, yayınlanmamış master tezi, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, 2005.

[22] Nazan Maksudyan, Hearing the Voiceless-Seeing the Invisible: Orphans and Destitude Children as Actors of Social, Economic and Political History in the Late Ottoman Empire, yayınlanmamış doktora tezi, Sabancı Üniversitesi Tarih Bölümü, 2008.

[23] Olaylar sırasında Cebel-i Bereket mutasarrıfı olan Mehmet Asaf ve olaylardan sonra yerine atanan Cemal Paşa’nın anıları, her ne kadar özsavunu dili ile yazıldığı ifade edilse de, konferans sırasında sık sık söz konusu edildi: Mehmet Asaf, 1909 Adana Ermeni Olayları ve anılarım, TTK Yayınları: Ankara: 1986; Cemal Paşa, Hatıralar. İttihat-Terakki ve Birinci Dünya Harbi, Selek Yayınları: İstanbul, 1959.

[24] Funda Tosun, Hrant Kasparyan ve Sahag Güryan: Bu sefer de kıyamet kopmadı, Agos Gazetesi, 13 Kasım 2009, s. 20.

[25] Jean Jaures’in 1895 Ermeni kıyımları arkasından yaptığı konuşma ve yazdıklarını derleyen Vincent Duclert, Jaures’in bu süreçte geliştirdiği ‘neden Ermenilerin Fransa tarafından kurtarılması/savunulması’ gerektiğine dair argümanların daha sonra Dreyfus davasında mobilize edildiğinden bahseder: Jean Jaures, Il faut sauver les Arméniens, Editions Mille et Une Nuits, 2006.

[26] Helen Davenport Gibons, The Red Rugs of Tarsus, New York, The Century Co., 1917.

[27] Bu arşiv internetten de ulaşıma açıkmış: www.mnhs.org/library/findaids/p1282.xml

[28] Bu kitabı yaymanın ‘Ermeni Sorununu’ konuşurken seçilecek dil ve uslup konusunda bize çok yardımcı olacağına inanıyorum. ‘M.K. Adlı Çocuğun Tehcir Anıları. 1915 ve Sonrası, kitap ve CD, yayına hazırlayan ve sunan: Baskın Oran, İletişim: İstanbul, 2005.

[29] S. 95, dolaylı alıntı; Belge, 2006, s. 34.

[30] S. 306, Adam Yayınları: İstanbul, 1998.