Karşı İşgal Deneyimi: Neo-Liberalizm ve Kamusal

Bir grup Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi olarak 6 Aralık 2011 tarihinde üniversitemizin güney kampusunda açılan Starbucks şubesini işgal ettik. Bu olay televizyon programlarından gazete manşetlerine, çeşitli internet haber sitelerinden forumlara kadar bir çok yerde haber oldu, tartışıldı. Bu yazının yazıldığı zaman itibariyle 50. günü geride bırakan işgali, “içeriden” bir öğrenci olarak, işgalin katılımcısı olarak anlamaya ve tartışmaya çalışacağım.*

Temelde bu yazıda söylenmesi gereken şeylerden biri, yazının benim tarafımdan yazılıyor olmasının ötesinde, bu kişisel yazarlık ediminin aynı zamanda işgalin politik tutumuyla paralellik göstermesidir. Başka bir deyişle, yazdıklarım genel olarak benim görüşlerimi ifade etmekte ve işgali yalnızca kendi duyumsadığım ve ifade ettiğim kadarıyla temsil etmektedir. Bu temsil meselesi işgalin temel politikalarından biri olduğundan dolayı bunu en başta belirtmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu meseleyi aşağıda daha ayrıntılı inceleyecek olmakla birlikte işgalin genelini kapsayan eylemleri “biz” zamiriyle ifade edeceğim.

Boğaziçi Üniversitesi'nin Güney kampusu basit bir katalog imajının ötesinde, üniversitenin tarihsel ve kültürel yaşantısını ifade etmesi açısından önemlidir. Robert College'dan devralınmış tarihi akademik binalar, öğrenci faaliyetleri binası, rektörülük, Üstün Ergüder Meydanı (Güney Meydan) ve içinde öğrenci kulüpleri, çalışma salonu ve erkek yurdunun bulunduğu bina ile üniversitenin sosyal yaşamının en önemli mekanları bu kampusta bulunmaktadır. Güney kampus Boğaziçi Üniversitesi'nin yalnızca imajını değil, daha önemlisi hafızasını ve kültürünü ifade etmektedir.

Kendi kişisel Boğaziçi tarihim açısından düşündüğümde, ben üniversiteye geldiğimde bu “imaj” ve kültür aynı zamanda içinde öğrencilerin “gerçek” ilişkiler kurabildiği bir öğrenci kantinini de barındırıyordu. İsmi ve hafızada bıraktığı anlamıyla Orta Kantin, bir çok öğrencinin hem “ucuz” hem de “nitelikli”[1] yemek yiyebildiği bir yerdi. Fakat bu kantin, ben üniversiteye geldikten kısa bir süre sonra kapandı (kapatıldı) ve bir süre boş kaldıktan sonra yerine yine “Orta Kantin” ismiyle eski kantinden çok farklı bir yer açıldı.[2] Bu, aslında güney kampusta elbette belirli bir süredir var olan fakat benim kendi tecrübemin açıklamaya yetmeyeceği bir dönüşümün ifadesiydi.

Bu dönüşüm elbette yalnızca öğrenci kantinleriyle sınırlı değildi. YÖK'ün kurulması sonrasında öğrencilerin sosyal yaşamı ve paylaşımı için hayati bir öneme sahip olan öğrenci kulüplerinin son yıllarda Güney kampustan “çıkarılma” çabası, Kuzey kampuse yeni ders binalarının ve yurtların yapılmasıyla derslerin ve öğrenci hayatının “kuzeye” kaydırılmak istenmesi, öğrencilerin sosyal etkinlik mekanı olan yerlerin farklı şirket etkinliklerine “kiralanması”, “yaşam boyu eğitim merkezi” dolayımıyla farklı şirketlerle işbirliği yapılması ve burada çok daha fazlasını sayabileceğimiz olgular, üniversitenin yönetim zihniyetinin (governmentality) neo-liberal politikalar bağlamında yeniden şekillendiğini göstermektedir.

NEO-LİBERAL EĞİTİM ZİHNİYETİ

Neo-liberal eğitim politikalarının Türkiye'de uygulanma biçimleri, bir çok boyutta incelenebilir. Burada özetlemek gerekirse, özellikle orta öğretimden başlayarak şekillendirilen, çeşitli “eleme” sınavlarından sonra şu ana kadar en çok ÖSS olarak ifade edilmiş sınavla doruğa ulaşan ve bu sınav sonrasında yükseköğrenimi yeniden dizayn eden bir zihniyetin “24 Ocak Kararları” olarak bilinen ve toplumun bütün ilişkiselliğini yeniden tasarlayan neo-liberal politikalara göre şekillendiğini söylemek gerekir. Neo-liberal politikaların eğitime biçtiği rol, eğitim hayatını adaletsiz bir yarışa dönüştürmek, eğitimi satın alınabilir bir metaya çevirmek, yani ticarileştirmektir. Eğitimin ticarileşmesi olgusu “nitelikli” eğitim denilen ilişkiyi “daha iyi para kazandıran bir işi nasıl bulabilirim” sorusu çerçevesinde yeniden kurmuş, genel olarak “öğrenciyi” de bu soru etrafında özneleştirmiştir.[3]

Neo-liberal öznellik her insanın kendisini “insan-sermaye” (Human capital, Gary S. Becker) olarak kurmasını ifade eder. Neo-liberal insan, kendine sürekli yatırım yapan,[4] yani çeşitli fonksiyonlarını sürekli geliştiren, çağın gerektirdiği iş koşullarına kendini sürekli hazır hale getiren; yani, kendini sürekli bir girdi olarak tasarlayan insandır. Özellikle teknolojinin hızla gelişmesi ve post-fordist üretim ilişkilerinin hegemon hale gelmesiyle birlikte neo-liberal düzenin işçilik tanımı da belirli ölçüde değişmiş ve bu işçilik tanımının sürekli genişleme isteyen anlamı farklı iş süreçlerine uygun yeni bir insan modelini gerekli kılmıştır. İnsan sermaye ya da neo-liberal öznellik, kendisini geliştirebildiği ölçüde neo-liberal işçilik düzenine ayak uydurabilmekte, gelişimi tamamlayamadığı ölçüde ise “düşme” tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır. [5]

Burada bahsettiğim işçilik modelinin daha çok “beyaz-yakalı” veya “orta-sınıf” diye ifade edilen kesimden insanları kapsadığı söylenebilir. Fakat burada önemli olan, kapitalist ilişkilerin günümüz dünyasında hegemon olan tarzına dair bir göndermedir. Post-fordist üretim ilişkileri ile hegemon olmaya başlayan “entelektüel işçilik” özellikle “hizmet sektörü” ve “büro işi”ni kendi sınırları etrafında yeniden şekillendirerek görece ayrıcalıklı bir sınıf pozisyonu yaratmakta, bu sınıf pozisyonu da hem ideolojik hem de kültürel olarak ayrıcalıklı hale gelmektedir. Bu makale çerçevesinde bu sınıf pozisyonuna “orta sınıf” demenin doğru olduğunu düşünüyorum.[6]

Neo-liberal eğitim sistemi özellikle bu sınıf pozisyonunu edinebilmek için önemli bir tasarımdır. Eğitimin niteliği ve içeriği, iş rejimlerinin değişen karakterine göre tasarlanmakta, bu bağlamda anlam kazanmaktadır. Başka bir deyişle, eğitim sistemi neo-liberal iş rejiminin gerektirdiği öznellik biçimini üretmek için bir süreç haline dönüşmüştür. Bu açıdan artık bağlamsız bir eğitim niteliğinden bahsedilemez. Hatta söylemek gerekir ki eğitimin niteliği meselesi tamamen bu yeni işçi öznelliği çerçevesinde anlam kazanmaktadır. Derslerin içeriğinden işleniş tarzına, öğrencilik hayatının yapılanmasından “geleceğin işçilerinin” imajına kadar her şey bu öznellik biçiminin kuruluşu içinde şekillenmektedir.

Öyleyse, neo-liberal politikaların baskın geldiği ve yeni bir öznellik biçimi ürettiği dünyamızda, eğitim, ancak daha “kalifiye” bir işin kapısını araladığı ölçüde anlam kazanır. Yukarıda yürüttüğüm bu “nitelik” tartıması bugün daha çok “prestij” kavramı çerçevesinde şekillenmektedir. Prestijli bir lise bitirmek, prestijli bir üniversite kazanmak için en temel yollardan biridir. “Prestij” yalnızca bir imaj olarak da düşünülemez; çünkü, prestije sahip olan üniversiteler, sağladıkları sosyal imkanlar ve yarattıkları kültürle bütün bu işçilik rejimine kaynak sağlayan kurumlar olmak durumunda kalmışlardır.

İnsan-sermaye formülü, bir yandan her bireyin kendi yeteneklerini neo-liberal iş rejimi çerçevesinde geliştirmesi gerektiğini söylerken, bir yandan da her bireyi kendi öznel pozisyonuna bırakmakta, “kendine yaptığı girdiyi” ancak kendi imkanları çerçevesinde yapmasını istemektedir. Yani, eskiden “yurttaşlık” olarak kurulan öznellik şimdi birey-sermaye olarak ifadelenmekte, bu da her tekil yurttaşı müşteri pozisyonunda kurmaktadır. Artık sosyal devletin geçmişte “sağladığı” (ya da sağlamak zorunda kaldığı) her hizmet satın alınması gereken bir ayrıcalığa dönüşmektedir.[7] Tabi eğitim de bu süreçte satın alınabilir bir hizmet olarak yeniden örgütlenmiş ve hala da örgütlenme çalışmaları sürmektedir (YÖK'ün kaldırılma çalışması, sürekli değişen sınav sistemleri, dershane paradigmasının yerleşiklik kazanması...). Eğitimin bu satın alınabilir özelliği, belirli üniversitelerin -özellikle prestijli üniversitelerin- kapılarının git gide daha çok öğrenciye kapanmasına neden olmaktadır.

Boğaziçi Üniversitesi'nin Türkiye'deki “prestijli” üniversitelerden biri olduğu, hatta “devlet” üniversiteleri içinde ilk sırada olduğu söylenebilir. Üniversitemiz ÖSS puan sıralamalarında hukuk ve tıp dışında bütün alanlarda en üst sırada bulunmakta, verdiği İngilizce eğitim ile “büyük” firmaların eleman alımlarında önemli bir avantaj sağlamaktadır. Bu avantajı oluşturan temel faktör, üniversite “hizmeti” alabilme koşulunun giderek daha adaletsiz bir şekilde üretilmesidir o zaman.

Görülebileceği üzere eğitimin niteliğine dair yaptığım atıfların büyük çoğunluğu “insan kaynakları” bölümlerinin eleman alım ilanlarının jargonunu andırıyor. Fakat resmetmeye çalıştığım tablonun genel olarak üniversitelerin durumunu, özelde de Boğaziçi Üniversitesi gibi prestijli üniversitelerin durumunu ifade ettiğini söylemek mümkün. Boğaziçi Üniversitesi yönetim zihniyeti, bütün bu olguların getirdiği politik açılımlara göre şekillenmekte ve üniversite-öğrenci, üniversite-toplum ilişkilerini bu bağlamda kurmaktadır. Neo-liberal yönetim zihniyetiyle ifade bulan bu üniversite modeline “neo-liberal üniversite” demenin uygun olduğunu düşünüyorum. O halde, Boğaziçi Üniversitesi'nin kendini kurduğu bu yönetim zihniyeti, öğrenciyi hizmet verdiği müşteriye çevirmekte, toplumla da sermayenin dolayımladığı yollarla ilişkilenen bir mekanizma olarak görünürlük kazanmaktadır.

Bu koşullarda, yukarıda bahsettiğim kendi deneyimimle ilişkili olarak, orta kantin ve genel olarak güney kampusun dönüşümü meselesi de üniversitenin yönetim zihniyeti ile paralel okunabilir. Neo-liberal Üniversite, kendini şirket gibi yöneten üniversitedir; bu nedenle de müşteri memnuniyeti her daim önemlidir. Hatta şunu da açıkça ifade etmek gerekir ki “Boğaziçi Üniversitesi geleneği” adı altında yıllardır bu üniversitenin yönetim zihniyetine içkin olan “çok kültürlülük” ve “farklılıklara saygı” meselesi, işgal eyleminin yönetim tarafından “ifadelendirildiği” bir düzlem haline dahi gelebilmiştir. Sonuçta prestijli bir okulun genellikle orta sınıf müşterileri olarak öğrencilerin okullarındaki bir mekanı istememeleri, “Boğaziçi geleneğinin” yaslandığı zemine paralellik sağlamakta, müşteri memnuniyeti esasına göre değerlendirilip bu kavramsallaştırma çerçevesinden okunmaya çalışılmaktadır. Aşağıda ayrıntıları ile inceleyeceğim “Rektörle toplantı” meselesinde göreceğimiz üzere, rektör Kadri Özçaldıran'ın bizzat dahil olduğu ve yaklaşık 5 saat süren toplantıda açıkça ifade bulan “yönetim zihniyeti” şu şekilde ifade edilmiştir: “Yaptığınız eylem boğaziçi geleneği içinde makul karşılanmakta, lakin işgal yanlış bir ifade tarzıdır...”

Öğrencilerin bu orta sınıf olma genelliğinden gelen ve müşteri memnuniyetini esas alan bu yönetim zihniyeti, aslında müşterisinin mekanını kuran ve bu nedenle de müşterisini bir kültür içinde şekillendiren bir yapıyı da ifade ediyor. Starbucks şubesinin açıldığı mekanın daha öncesinde Çarşı Kantin olduğu ve bu mekanda öğrencilerin büyük bir kısmının faydalanabildiği büfe tarzı işletmelerin bulunduğu düşünülürse, kampusun sık kullanılan bu mekanının yeniden dizayn edilmesi ve içindeki işletmelerin de yeniden düzenlenmesi, belirli bir tercihin ve yönelimin bu dizayn konusunda etkili olduğu görülebilir. Daha önce bahsettiğim Orta Kantin'in yeniden tasarlanması süreci belirli bir mutenalaşma politikasına eşlik ediyordu. Bu politika, öncelikle profili değişen öğrenciye “hitap edebilme” kapasitesine göre belirlenirken, aynı zamanda “hitap edilen” kitlenin nasıl bir profilde olunmasını istiyor, ve bir açıdan da onu tasarlıyordu. Artık Boğaziçi Üniversitesi'nde, örneğin İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampusunde “Hergele” adıyla anılan, belirli bir kültürü ve hafızayı içinde barındıran kamusal bir kantin modeli olmamalıydı. Yeni orta kantin, gerek tasarımı ve dizaynıyla, gerekse de tüketilen ürünlerin fiyatı ve kalitesiyle de yeni öğrenci profiline hitap eden ve aynı zamanda bu öğrenci profilinin gelecekte ne olacağını ve nasıl bir kültür ile yoğrulması gerektiğini de tasarlayan bir modelin eskisiyle yer değiştirmesini ifade ediyor. Müşteri memnuniyetinin içine geleceğin beyaz-yakalı işçi profilinin kurulması, bunun da orta sınıf kültürü ve estetiğiyle yoğrulmasıdır esas olan.

Starbucks bu açıdan aslında çok sembolik bir şirket. Yüksek oranda sömürüye dayanan kahve üretimini örgütleme tarzı (bknz: Black Gold filmi), hafızasız ve tarihsiz mekanlar (Marc Auge) yaratması, kurduğu mekanın içini müşteri ilişkileri çerçevesinde belirleme faktörleriyle, aslında tam bir ulusötesi şirkettir. Üniversitemizin son derece politik bir karar olarak Starbucks'a imkan vermesi, bu bahsettiğim özelliklerin yan yana gelmesiyle önemli bir politik alanın açılmasını beraberinde getirmiştir.

İŞGALİN ÖNCESİ

Şu anda Karşı-İşgal diye ifade ettiğimiz Starbucks işgal hareketinin öncesindeki sürece bakmanın, işgalin nedenini anlamak açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Yukarıda bahsetmeye çalıştığım Boğaziçi Üniversitesi'nin neo-liberal zihniyeti elbette ki Starbucks'ın açılması ile ortaya çıkmadı. Bu süreçten önce de bazı öğrenciler üniversitenin bu mutenalaşma ve şirketleşme sürecine müdahil olmaya, bu süreci tartışmaya veya engellemeye çalıştılar. Bu çabanın en yakın iki örneği olarak Orta Kantin'in kapanmasından sonra örgütlenen Çayhane ve 2010 yılında 6 Kasım YÖK'ün kuruluş yıldönümü vesilesiyle gelişen üniversite etkinliğiydi. Bu iki deneyimin ve çeşitli kulüplerde yan yana gelme pratiklerinin ortaya çıkardığı “birlikte politika yapma” kültürü (ya da farklı farklı kültürleri) Starbucks işgali öncesinde okulun “politik atmosferini” şekillendiren çeşitli öğeler olarak düşünülebilir. Ayrıca, üniversitede Starbucks dışında farklı kapitalist şirketlerin de var olduğu (Garanti Bankası, Dunkin' Donuts, Robert's Cofee gibi) ve önemli bir süredir çalıştığı da eklenmelidir.

Starbucks'ın açılacağını, açılıştan çok kısa bir süre önce öğrendik. Bu durum sadece bizler için değil okulun diğer bileşenleri olan öğretim üyeleri ve emekçiler için de böyleydi. Açılma haberi öncesinde bir grup arkadaş olarak bu duruma karşı bir şeyler yapılması gerektiği, hatta gerekirse “işgal bile edebiliriz” gibi cümlelerle politik refleksin acil olduğuna dair bazı sohbetler yaptık. Bu sohbetler aynı zamanda bir önceki seneden devraldığımız YÖK'ün kuruluşuna dair pratiğe de tarih açısında yakın bir dönemi ifade ediyordu. Bazı hocalarımızdan duyduğumuz kadarıyla Starbucks'ın açılmasına hocalar arasında da itiraz vardı ve bu şirketin üniversiteye girmesi “artık yeter” noktasına gelindiğinin işaretiydi. Yukarıda Orta Kantin ve özellikle Güney kampustaki dönüşüm üzerine bahsettiğim hafıza ve aynı zamanda okulun giderek mutenalaşan yapısının özellikle “beslenme” ya da “öğrenci sosyalliği” mekanlarında gelişiyor olması da ayrıca belirtmem gereken bir durumdur. Dönem başından beri yemekhanenin ciddi oranda “niteliksiz” ve “pahalı” yemek çıkarıyor olması, aynı zamanda kantinlerin giderek “cafe”lere dönüşmesi ve arta kalan kantinlerin de “orta sınıf kültürü ve sosyalliğini” dayatıyor olması[8], yukarıda Starbucks üzerinden bahsettiğim nedenlere eklenmesi gerekir.

Starbucks'ın açılması aslında üzerimizde bir “şok etkisi” yaratmıştı. Aslında içinde yaşadığımız coğrafyanın hemen hemen her yerinde var olan neo-liberal dönüşümlerden farklı bir şey değildi bu. Fakat herhalde şunu açıkça söylemek gerekir ki bir kamusal ya da kamusal görüntüsü içinde olan mekanın ticarileşmesi ya da şirketleşmesi sürecini “doğrudan” yaşamak, ve aynı zamanda bu sürecin kendi tarihimiz ve belleğimizde yarattığı etkiyi birebir deneyimlemek, ona karşı geliştireceğimiz politik pratiği de o oranda etkilemekte. Çarşı kantin (en azından Dunkin' Donuts'ın açılışını deneyimlememiş, Orta Kantin'in hafızasını bilmeyen “yeni” öğrenciler için) genellikle kullanılan ve nispeten “ulaşılabilir” bir mekan olma özelliği taşıyordu. Bu açıdan da burayı ilk elden kullanan öğrencilerin yukarıda anlatmaya çalıştığım neo-liberal politik süreçle ilişkilenmese dahi bu meseleye karşı “tavır” göstermesi doğaldır.

Bahsettiğim “şok etkisi” üzerine 2 Kasım 2011 tarihinde Starbucks'ın içinde gerçekleştireceğimiz bir toplantı çağrısı yaptık. Bu toplantı easasında üniversitenin genel durumunu değerlendirmek, üniversitede var olan dönüşümü ve var olan sorunları birlikte konuşmak ve bütün bu sürece karşı birlikte nasıl politika yapabileceğimizi konuşmak üzerine geçti. Sonuçta Starbukcs bizim olan bir mekanı üniversite yönetimi ile işbirliği yaparak bizden almıştı ve bu durum bir çok konuyu artık bu konunun muhattabı olan bir mekanda konuşmayı gerektiriyordu. 2 Kasım günü Starbucks'ı fiili olarak işgal ettik ve yaklaşık 2 saat süren bir toplantı yaptık. Toplantının en net sonucu, bu toplantıların devam etmesi gerektiği ve hatta bu mekanda daha fazla şey yapmamız gerektiği olmuştu. (Örneğin film izlemek, atölye yapmak: mekanı dilediğimiz gibi kullanmak ve şekillendirmek.)

2 Kasım'ın ertesi toplantıda aynı zamanda bazı sosyoloji derslerinde de izlediğimiz Black Gold (2006) belgeselinin gösterimini düzenlemek istedik. Fakat burada Starbucks'ın başka şubelerinden getirdiği güvenlik görevlilerinin tacizine uğradık. Black Gold belgeseli aslında kendi meselemiz için çok simgeseldi; çünkü film Starbucks'ın da içinde bulunduğu bir çok ulusötesi kahve zincirinin Afrika'daki üreticileri nasıl bir sömürü zincirinin içine soktuğunu anlatıyordu. O açıdan bu filme “tahammül göstermemeleri” doğaldı.

Film gösteriminden sonraki toplantılar aslında işgale giden yolun örgütlendiği adımlar oldu. Film gösteriminde özellikle güvenliğin tavrı bizi kızdırmıştı ve aynı zamanda bizim toplantı yaptığımız zamanlarda gelen “özgürlüğü kahve bardağının dibinde arayanlar”[9] ile karşılaşmalarımız bizim farklı bir eylem biçimi aramamıza sebep oldu. Bunun dışında eklemek gerekir ki ilk toplantıda yukarıda bahsettiğim belirli öğrencilerin yan yana gelmesi üzerinden başlayan hareketlilik, devamında gelen toplantılarda belli bir ilgiyi de yanına çekerek sayımızın kalabalıklaşmasını sağlamıştı. Bu da bizim özgüvenimizi arttırmada önemli bir etki oldu demek yanlış olmayacaktır.[10]

6 Aralık 2011 günü Starbucks'ı işgal etmeden önce, kampuste görünürlüğü sağlamak ve süreci daha geniş bir alanda konuşabilmek için çeşitli etkinlikler düzenledik. Bu süreci “işgale hazırlık süreci” olarak ifade ettik ve Kuzey kampusun ortasında çorba yapıp paylaştık, yine Starbucks'ın içinde film gösterimi yaptık. Temas edebildiğimiz, konuşabildiğimiz ve derdimizi paylaşabildiğimiz arkadaşlarımızla, 6 Aralık günü, Kuzey kampustan başlayan ve Rektörlük binasının önünde bildirimizi okumamız ile devam eden yürüyüş sonrasında Starbucks Boğaziçi şubesini “fiilen”[11] işgal ettik.

KARŞI-İŞGAL

İşgale giden süreçte yaptığımız toplantıları genelde Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin politika yapma pratiği çerçevesinde tasarladık. Bu tasarım “açık toplantı” diye ifadelenen ve isteyen herkesin toplantıya katılarak sözünü söyleyebildiği bir biçim şeklinde gelişti. Bu form aslında “alternatif” bir öğrenci meclisinin de bir nüvesi olarak düşünülebilir.

İşgal başladığı anda Starbucks'a sığmayan bir kalabalığın toplandığını ve öğrencilerin arzularının ve taleplerinin bu mekana sığmayacak kadar büyük olduğu metaforik olsa da söylenebilir. Yaklaşık 5 hafta boyunca “toplantı aldığımız” Starbucks'a sığmıyorduk ve içerisi uzun süre havasız kalmıştı. Aslında yine fiilen Starbucks'ın çalışmasını durdurmuştuk ve bu durum fiiliyatta resmi bir işlemin yapılmasını zorunlu kılmıyordu. Bizim için ilk günün temel belirleyeni gece 24'te, yani Starbucks'ın kapanacağı saatte gelişecek durum ve bizim bu duruma vereceğimiz tepkide beliriyordu. İşgal ettiğimiz andan başlayan süreçten gece 24'e kadarki süreçte, bu mekanı işgal ettiğimize dair bir video hazırlayarak internet ortamında dolaşıma soktuk ve beklemeye devam ettik.

Zamansal ufkumuzun 6 Aralık'ın 7 Aralık'a bağladığı an'a odaklanması aslında Rektör'ün bize güvenlik görevlileri vasıtasıyla yolladığı bir haber üzerine şekillenmişti. Gece 24'te tutanak tutulması için güvenlik görevlileri gelecekti ve Rektör o saatte çıkmamızı istiyordu. Bu tutanak meselesi aslında doğrudan bir “soruşturma tehdidiydi” ve Kadri Özçaldıran'ın rektörlüğü döneminde açıkça bir iktidar stratejisi haline gelen bu tehdit karşısında “yüzlerimizi kapamaya” ve hiçbirimizin ismini vermemeye karar verdik. Gece 24'de Starbucks ışıklarını söndürdüğünde ve “gitme saatini”nin geldiğini bildirdiğinde çekildiğimiz “eğlenceli fotoğraf”ın öyküsü böyle gelişti.[12]

Gece 24 ve sonrasında aslında fiilen bir şey yaşanmamış olması, bir açıdan bizim kazandığımız bir şeydi ve Starbucks karşı-önlem olarak çalışma saatlerini 24 saate çıkardı. Burada elbette “Boğaziçi geleneği”nin bir özelliğini ifade etmemiz elzemdir: Boğaziçi Üniversitesi genel olarak polisin üniversite kampusuna girmediği/giremediği bir yer olarak ifade bulmuştur. Bunun en temel yanlarından biri öğretim görevlilerinin bu konuda neredeyse konsensusa varan fikir birliğidir.[13] Tabii ki bu durum her daim “güvenilebilir” veya Boğaziçi Üniversitesi bütün ülkenin politik atmosferinden azade değildir.

İlk geceyi takiben gelişen süreçte yönetim ile ilişkimizin önce rektör yardımcısı Tereza Varnalı'nın Starbucks önüne gelerek bizlerle görüşmesi, daha sonrasında ise yerini derin bir sessizliğe/yok saymaya bıraktığını söyleyebilirim. Aslında bu görüşme sonrası ortaya çıkan süreç, işgalin bir “karşı-işgal” pratiğine evrilmesine, başka bir deyişle bir “hayat ve mekan pratiğine”[14] dönüşmesine yol açtı.

Biz, aslında temel olarak “kamusal” olan bir mekanın ticarileşmesi ve şirketleşmesi noktasında, o mekanın kamusal anlamını ifade eden bir eylem yapmış olduk. Bir açıdan bu, bizim mekanımızın bizden alınarak “özel mülkiyet”e çevrilmesini, bizim olanın işgal edilmesini ifade ediyordu. Böylece biz, işgale karşı-işgal gerçekleştirmiş olduk. Tabii bu nokta, yaşadığımız coğrafyada bulunan bütün kamusal alanların mülkiyetinin özellikle “kullanım hakkı” bağlamında ve neoliberal polikalara paralel olarak el değiştirmesi; kamusal olanın özel mülkiyetleşmesi sürecine paralel bir süreci ifade etmektedir. Üniversite, neoliberal eğitim politikaları çerçevesinde, özellikle bütçe sıkıntısı çektiğinden dolayı kendini bir “şirket” gibi kurgulamak zorunda bırakılmaktadır. Bu şirketleşmenin önemli bir örneği, üniversite bileşenlerinin kullandığı bir mekanı kar amacı güden bir şirkete kiralaması, yani üniversite bileşenlerinin kullanımından çıkararak müşterilerin kullanımına açmasıdır. Starbucks'ın açılmasının neoliberal politikalar çerçevesinde mekan bazındaki anlamının bu olduğunu düşünüyorum. Burası pekala öğrencilerin ve üniversitenin diğer bileşenlerinin “özgürce” kullanabildiği bir sosyal merkez ya da kar amacı gütmeyen bir öğrenci tüketim kooperatifi olabilirdi. O halde bizim yaptığımız eylem en başta bu mekanın mülkiyet ilişkilerinden özgürleşmesi ve gerçek kamusal anlamının “karşı-işgal” ile ortaya çıkarılmasıdır.

İşgal sürecinin uzaması, bir süre sonra bu mekanda yaşamı örgütleme sorunuyla baş başa bıraktı bizi. İlk haftadan sonra 7/24 kullandığımız bir alan haline gelen önce Starbucks, ve sonrasında bütün çarşı kantin, yemek yaptığımız, uyuduğumuz, ders çalıştığımız, eğlendiğimiz, dinlendiğimiz bir yer haline geldi. Bu süreç aslında bir mekanın kullanım hakkını fiili olarak talep ederken aynı zamanda o mekanda alternatif bir şekilde ve kendi arzularımız doğrultusunda nasıl bir hayat üretebileceğimizin deneyimine dönüşmüş oldu. Hayati gereksinimler olarak barınma ve beslenme sorununun kolektif bir şekilde çözümü, karşı-işgal pratiğini bir hayat ve mekan pratiği olarak deneyimlememize yol açtı.

Hayat ve mekan pratiği, bir açıdan aslında neoliberal öznelliğin insan-sermaye formülasyonuna dayanan ve bireycileşmeyi ve tüketmeyi öznelliğin temel faktörü haline getiren paradigmaya karşı gelişen temel politikalardan biridir. Neoliberal öznellik bize herhangi bir toplumsal sorunun dahi bireysel çözüm yolları ile aşılabileceğini, bu açıdan her öznenin kendi seçimlerinden ve tercihlerinden sorumlu olduğunu, her öznel yatırımın da kişisel sermayeyi geliştireceği ve “daha nitelikli” bir hayat için temel faktör olacağını söylemektedir. Aslında orta sınıf olgusunun temel dayanaklarından biri olan bu öznellik, nitelikli yaşama bireysel yollardan ulaşılabileceğini söylerken (ya da dayatırken), orta sınıfa ya da orta sınıf olma adayı olan insanlara “sınıf atlama” vaadi vermekte ve nitelikli yaşamın kendi sistemi içindeki anlamını belirlerken aynı zamanda onun sınırlarını da çizmekte. Halbuki bizim tam da kolektif bir şekilde ürettiğimiz ve paylaştığımız pratik, yani hayati ihtiyaçların kolektif yollarla çözülmesi pratiği, kolektif ve örgütlü ilişkileirn belirli sorunları çözmede hem daha “avantajlı” hem de daha güzel ilişkilerle dolu olduğunu gösterdi. Çünkü bu ilişkiler içinde neoliberal öznelliğe ait olan rekabet ve tüketim duyguları yerine alternatif bir yaşam deneyimi olarak dayanışmacı ve paylaşımcı bir pratik yatıyordu. Sonuçta hayat ve mekan pratiği, çok küçük bir ölçekte ve sınırlı bir bağlamda (yani yalnızca bir mekanın içinde belirli sorunları ortaklaşa ve kolektif bir şekilde çözmek olarak) başka türlü yaşamanın bir deneyimi olarak tezahür ediyordu.

[Bi parantez açmak gereki ki, karşı-işgalin bütün özneleri, bu bahsettiğim süreci bu şekilde anlamlandırmak zorunda değil. Aksine, belirli bir orta-sınıf ütopyasının “icra edilebilir” mekanı olarak görüldüğü zamanlar dahi oldu/oluyor işgalin. Bu açıdan hem kolektif yaşam üretme pratiğine, hem sorunları birlikte çözme çabasına; hem farklılıklar ile bir arada yaşayabilme arzusuna, hem de işgalin farklı katmanlardaki politika tarzına zarar veren bir sonuç ortaya çıkıyor. Karşı-işgal, bir çok öğrenciyi farklı duygulanımlar ve anlamlandırmalar ile kendisine çekti, politikleştirdi. Sırf “birlikte bir şey yapıyor olma” halinin kendisi bile belirli bir politikliği içinde barındırıyordu (ve hatta yukarıda çizmeye çalıştığım neoliberal öznelliğe karşıt olan bu pratik, doğrudan politik bir anlam ifade ediyordu.) Fakat, bu anlamın zaman zaman karşı-işgali domine ettiği, karşı-işgalin tek politik anlamının gündelik hayatın politikliğine indirgendiği, ve bu durumun farklı işgal öznelerini uzaklaştırdığını da gözlemek mümkün. İşgalin en önemli kazanımlarından biri olan gündelik hayatı birlikte örgütlemenin bir süre sonra ayrıştırıcı bir politik pratik haline gelmesinin paradoksal olduğunu düşünüyorum.]

“Başka türlü yaşama” pratiği, yukarıda bahsettiğim alternatif toplantı yapma pratiklerinde de önemli bir anlam buluyordu. Özellikle karşı-işgalin ilk 15 günü boyunca “işgale katıl sözünü söyle” sloganıyla yaptığımız afişlerde, bütün üniversite bileşenlerini katılımcı bir şekilde ve doğrudan demokrasi yöntemiyle icra ettiğimiz toplantılara davet ettik. Bu toplantılar, hiyerarşik ve otoriter yapılardan bağımsız olarak, konsensus çerçevesinde gelişen, “ortak olanın” ortak bir şekilde kararlaştırıldığı alternatif meclis şeklinde icra ediliyor. Özellikle burjuva temsili demokrasisinin ve neoliberalizmin temsil kurumlarının karşısında geliştridiğimiz bu pratiğin de bizi temsil edilmeye zorlayan ve bizim adımıza kararlar alan “demokrasi” pratiğine karşı kolektif ve katılımcı bir pratik geliştirdiğimizi belirtmek önemlidir. Bizim karar alırken ve kendi geleceğimizi belirlerken icra ettiğimiz demokrasi pratiği, tam da alternatif modelin prototipi olarak, yani öznesi olan herkesin paylaştığı mekana dair politika üretebildiği bir yer olarak düşünülebilir. Yazının başında belirttiği yalnızca kendimi temsil ediyor olma halim de bu noktada anlam kazanıyor. Birlikte yaptığımız eylemler ve eyleyişler dışında, şu ana kadar yazdığım ve bundan sonra yazacağım bütün yaklaşımlar karşı-işgali benim duyumsadığım şekilde temsil etmekte, bu açıdan da benim anlamlandırmam şeklinde okunmalıdır.

Katılımcı ve doğrudan demokrasi pratiği, Starbucks'ın açılmasına karşı olan öğretim görevlilerinin üniversitede “ne olup bittiğine dair” şeffaf bir mekanizmanın işlemesi talepleriyle birebir örtüşüyordu. Sonuçta onlarn da Starbucks'ın açılmasına dair bir bilgileri yoktu ve bu tarz bir kararın alınmasına dair herhangi bir belirleyicilikleri de olmamıştı. Bu noktada hem hocalardan bağımsız olarak ve hem de hocalarla ve üniversitede çalışan emekçilerle birlikte tartışmaya çalıştığımız “öğrenci meclisi” ve “okul meclisi” meselelerinin önemli olduğunu söyleyebilirim. Özellikle YÖK'ün kurulmasından sonra üniversitede öğrencilerin söz-yetki-karar mekanizmalarından dışlandığı ve öğrencilere kendilerini ifade etmeleri için sunulan ÖTK'nın (Öğrenci Temsilciği Kurulu) işlevsiz olması, bizim kendi “kaderimiz” hakkında söz sahibi olmamız konusunda bir alternatif örgütlenme pratiği geliştirmemiz gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Bu örgütlenme, meşruiyetini ve gücünü kendi örgütlülüğünden alan ve bu açıdan da üniversitenin bütün alanlarına ayak basan bir pratik olarak öğrencilerin kendilerini ifade edebildiği ve üniversitenin nasıl bir yer olması konusunda “belirleyici” olabildiği bir politikanın oluşma zemini olarak formüle edilebilir. Neoliberal politikalar, özellikle yerel yönetimlerin güçlenmesini ve bu yönetimlere katılımı teşvik etmesi bakımından “sanki” bizim bu bahsettiğimiz katılım politikasına paralellik taşımaktadır. Fakat bu “katılımcılık” politikası, belirli temsiliyet mekanizmalarına “dahil olma” ve neoliberal politikalar tarafından belirlenmiş kurallar ve yasalar çerçevesinde kendini ifade etme meselesinden başka bir şey değil. Aslında ÖTK'nın işlevsizliği, onun neoliberalizm açısından işlevsiz olması değil, bu kuruma öğrencilerin pek de rağbet göstermemesinden kaynaklanıyor. Çünkü ÖTK, üniversite üzerinde belirleyiciliği[15] olmayan bir kurum olarak, yalnızca öğrenci sorunlarını belirli ölçüde ifade edebildiği ve bu açıdan aslında “katılımcı” bir neoliberal kurumdur.

REKTÖRLE GÖRÜŞME

Üniversitenin sorunlarına müdahil olma arzumuz, ve bu arzu doğrultusunda gerçekleştirdiğimiz karşı-işgalin ilk iki haftası, karşı-işgal mekanının çeşitli atölyeler ve derslerin yapılabildiği, bu mekanın ne olması gerektiğine dair çeşitli alternatiflerin geliştirildiği, üniversite gündemi dışında çeşitli politik meselelere dair söz üretebildiğimiz (özellikle Boğaziçi Üniversitesi arkadaşımız Şeyma Özcan'ın tutuklanmasına dair, Ankara'da gerçekleşen Hopa davasına müdahil olarak vb.) bir sosyal-politik merkez formuna dönüştü. Bu süreçte, Starbucks şubesinin hemen karşısında açılması planlanan Wonderland işletmesinin mekanını da işgal ettik ve orayı “mutfağımız” olarak kullanmaya başladık. Ayrıyeten, yine Çarşı kantin içinde bulunan ve henüz kiralanmamış iki boş mekanı da işgal ederek ve çarşı kantinin koridorunu ve meydanını sürekli kullanarak işgali bütün çarşı kantine yaymış olduk.

Çarşı kantini dönüştürdüğümüz bu sosyal-politik merkez, bir süre sonra aslında “aşık olduğumuz” ve çok sevdiğimiz bir sosyal-kültürel mekan haline geldi. Bir yandan henüz bir yönetim kurumu olarak rektörlükle “resmi” bir dialoğumuz olmamıştı ve biz de kendimizi “kamuoyu”na ifade eden bir “talepler” listesi ya da metni ortaya çıkarmamıştık. Bu genel ruh hali, rektörün bizden temsilci istemesi ve bizim bunu kabul etmeyişimiz ile devam eden ve rektörün yemekhane ve Starbucks ihalelerine dair hocalarımıza gönderdiği mailler ile “bize dair” tutumunu az da olsa öğrendiğimiz bir belirsizliğe evrildi. Bu belirsizliği tersine çevirmek için bu süreçte üç önemli pratik geliştirdik. Bunlardan ilki, yemekhane içinde ve turnikelerin önünde, yaklaşık 250 kişilik hazırladığımız yemeği ücretsiz dağıtmak oldu. Bu pratikte aslında yemekhane fiyatlarının pahalılığı ve niteliğinin düşük olmasına dikkat çekmeye ve Starbucks'ta geliştirdiğimiz politikayı Kuzey kampuse yaymaya çalıştık. İkinci olarak, kendimizi ve Starbucks işgalini bitirme koşullarını ifade eden bir liste ortaya çıkardık. Üçüncüsü ise, rektörün, özellikle bizi destekleyen hocaları aşağılayan konuşmalar yaptığı Üniversite Genel Kurulu önünde yaptığımız eylemdi. Bütün bunların sonucunda, ve hala Starbucks'ı fiilen işgal etmemiz sebebiyle kazandığımız şey, rektörün bizimle görüşme talebi oldu. Bu talebi bu sefer güvenlik görevlileri değil, okulumuzun yaklaşık 40 yıldır öğretim üyesi olan bir hocamızın yapması ilgi çekiciydi.

29 Aralık günü, rektörün mekanımıza gelmek istememesinden ve bizim temsilci göndermemizden kaynaklı olarak, “nötr” bir alan olan spor salonunda yaklaşık 5 saat süren bir toplantı yaptık. Rektör Kadri Özçaldıran, bizim bütün toplantı usullerimizi kabul etmiş, yaklaşık 5 saat boyunca katılımcı bir şekilde bizlerin sorularını yanıtlamış, hatta daha sonra bu toplantı Radikal Gazetesi'nde “İleri Demokrasi” başlığı ile kapak olmuştur.[16]

Aslında bu “ileri demokrasi” başlığı ile tarihe geçen toplantının içeriği, bu başlığın gizlediği politik “açılımlar”ı takip ederek de anlaşılabilir. AKP iktidarının sloganı olan bu söylem, bir açıdan neoliberal yönetim zihniyetini gizli bırakmakta ve bir yandan da işgalin bütün politik taleplerini toplantı düzleminde eritmektedir. Bir üniversite rektörünün yaklaşık 150 öğrencinin katıldığı bir toplantıda öğrencilerle “eşit” düzlemde yer alıyormuş gibi görünmesi ve katılımcı bir toplantı pratiği sergilemesi biçimsel olarak “demokratik” gibi görünse de, burada önemi olan şeyin karar verme ve belirleyicilik noktasında rektörün nasıl bir pozisyonda olduğuyla ilgisi açıktır.

Kadri Özçaldıran'ın toplantı performansı genel olarak neoliberal yönetim zihniyetinin bir deşifresi olarak okunabilir.[17] Toplantı boyunca rektörümüzün bize söylediği şey bizim taleplerimizi[18] karşılama şansının olmadığı, bunun bir çok açıdan mevzuat sorunu olduğu, istediğimiz takdirde bir şirket kurup yemekhane ihalesine girebileceğimizi, kooperatif fikrini geliştirdikten sonra bize bir yer kiralamak konusunda “kolaylık” yapacağı gibi yönetim zihniyetini etraflıca anlattığı ve bu açıdan da bütün sorunlarımızı genel üniversite politikasına bağladığı bir söylem oldu. Aslında bu durum açıkça neoliberal üniversitenin nasıl yapılandığını ve bir üniversite rektörünün bu konuda hangi belirleyiciliklere sahip olduğunu da gösteriyordu. Bu durum karşısında biz, rektörden taleplerimizi Üniversite Yönetim Kurulu'nda dile getirmesini, bu konunun tartışılmasını ve sonucun bize yazılı olarak geri dönmesini istedik. Bunun dışında Starbucks ve Wonderland ihalelerinin de üniversite öğrencileri ile paylaşılmasını ve bundan sonra üniversiteye dair yapılacak çalışmaların üniversite kamuoyu ile paylaşılması gerektiğini belirttik. Özçaldıran, taleplerimizi “olumlu” karşılamış gibi gözüküyrodu. Fakat daha sonra, Üniversite Yönetim Kurulu'nun yazılı açıklaması, üniversite yönetim zihniyetinin nasıl şekillendiğini bir defa daha ortaya koymuş oldu.[19]

(SUSKUN) BÜYÜK ÇOĞUNLUK

Boğaziçi Üniversitesi yaklaşık 12 bin öğrencisi olan bir üniversite. Bu açıdan, bizim eylemimizin üniversite çapında çok kısıtlı bir öğrenci grubunu kapsadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Başta ekşi sözlük olmak üzere, “büyük çoğunluğun” kanaatlerini öğrenebildiğimiz yerlerde, işgale belirli bir sempatinin ve antipatinin olduğunu söylemem gerekiyor.

Antipatinin temel nedenlerine bakmanın, hem işgalin geleceği açısından, hem de daha geniş bağlamda bir tartışmaya değinmesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Karşı-işgalin, bir azınlık eylemi olduğu açık, fakat bir minör politika pratiği olmadığı noktaları da ayırd etmek önemli. Çünkü, karşı-işgalin ortaya koyduğu bir çok talep, belirli açıdan kamusal alanın niteliğine dair bir tartışmayı ortaya koyuyor.[20] Yani burada talep edilen şey, toplumsal bir varoluş anlamı olarak minör bir mücadeleden ziyade yine toplumsal alan içinde fakat toplumsalın bütünü için geçerli bir politika pratiğidir. Bu açıdan da kendi dışında kalan “büyük çoğunluk” ile iletişim kurmak ve hatta bu büyük çoğunluğu “kendi safına” çekmek zorundadır.

Kısaca ve daha doğrudan bir ifadeyle, karşı-işgal üniversitenin kendi dışında kalan kesiminde örgütlenmek zorundadır. Bu zorunluluk, iki temel bağlamda tartışılabilir. İlki, arzulanan mekanın kamusal niteliğine dairdir. Eğer üniversite öğrencilerine ve hatta farklı farklı öznelere “açık” bir mekan talep ediliyorsa, bu mekanı kullanacak herkesin buranın bir öznesi olması zaruridir. İkincisi ise, karşı-işgalin nihayete ermesi ya da “kazanabilmesi” için toplumsal güç haline gelmesi, ve bu toplumsal gücü bütün öznelerine dağıtarak her tekilliği kendi içinde güçlendirmesi gerekliliğidir. Bunun için, halihazırda oluşan toplumsal gücü büyütmek, en azından kendi dışında kalan toplumsallığı kendi yanına çekmek zorundadır.

Karşı-işgale var olan antipatinin sosyolojisini yapmak ilginç bir çalışma olabilir. Fakat bu çalışma bize işgalin kendisine duyulan antipatiden daha büyük bir tablo sunacaktır. Bunun nedeni, karşı-işgalin kendi dışında kamusal bir talep geliştirmesi ve aslında “neoliberal öznenin” dahi menfaatini talep etmesinden kaynaklanıyor. Yani, bir açıdan çoğunluk politikası yürütürken nasıl oluyor da karşı-işgal (ya da daha büyük resimde başka toplumsal talepli eylemler) azınlık politikası haline dönüyor. Bu sorunun ortaya çıkardığı paradoks, büyük karanlığın sahibi “çoğunluk” iktidarına karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiği meselesini de açımlıyor kanımca. Elbette bu yazı bu soruya cevap aramak için yazılmıyor; fakat karşı-işgalin verili durumunun bu soruyla karşı karşıya kaldığını ifade etmenin önemli olduğunu söyleyebilirim.

Karşı-işgal, görünürde, şu farklı temalar üzerinden antipati kazandı: İçeride Kürtlerin varlığı ve çarşı kantindeki bir takım yazılamalar; içeride LGBTT bireylerin varlığı ve bir takım yazılamalar; içeride Müslüman öğrencilerin varlığı ve onların da bir gün kamusal bir talepte bulunma korkusu; işgali gerçekleştiren öğrencilerin eski politik tarihleri ve yaptıkları; karşı-işgalde ortaya çıkan yaşam pratiğinin yalnızca belirli kültürel sermayeye sahip orta sınıf bireylere hitap ediyor olması; işgal sonrası sürecin “soft” kalması ve işgalin gündelik hayata indirgenmesi; işgalcilerin yalnızca Starbucks'a muhalefet ediyor olması vb... Bu saydığım liste çoğalabilir ve bunların bazıları gerçekten değerli eleştirilerdir. Bizim de karşı-işgal sürecinde tartışageldiğimiz noktalardan biri “açıklık” meselesiyle ilgili. Kamusal bir mekan nasıl “herkese açık” bir mekan haline gelebilir?

Yukarıda saydığım antipatilerden bir kısmı Türkiye'nin “büyük” meseleleriyle doğrudan ilişkili: Milliyetçilik, Homofobi, Kemalizm, Faşizm... Toplumsal örgütlenmeye dayalı ve güç ilişkilerinin işin içine girdiği bir meselede, bu büyük sorunların nasıl aşılacağı ve nasıl bir örgütlenme perspektifi sağlanacağı kanımca hala “büyük bir soru.” Antipatilerin büyük çoğunluğu bu büyük soruya bağlanıyor: yani bir açıdan “ideolojik” ve anlamsız, bir açıdan da ciddi ve sabırlı bir örgütlenme çalışmasını gerektiriyor. Var olan durum, varoluşa dayalı kimliklerin ötesinde bir politika pratiğini zorunlu kılarken, sistemin ideolojik tertibatı bizim imajımızı kimlikler bağlamında yeniden üretiyor. Bir “öğrenci siyaseti” farklı kimliklere dayalı imaj içinde boğularak marjinalleştiriliyor. Bu da karşı-işgal politikasını minör politika olarak kurmaya zorunlu kılıyor. Sanırım bu durum, bir çok “çoğunluk” politikası yapan öznelerin başına gelen bir durum ve aşılması ya da mücadele edilmesi noktasında bir çözüm bulunabilmiş değil. Büyük çoğunluğun nasıl örgütleneceği, karşı-işgalin yeniden ürettiği temel bir paradoks olarak durmaktadır.

Son olarak eklemek gerekir ki antipatinin iki farklı ve temel nedeni daha vardır: İlki, zaten gelecekte CEO olmayı hayal eden ve karşı-işgalin politik anlamına taban tabana zıt bir yerde konumlanan öğrenci zihniyeti. Bu zihniyet, neoliberal üniversite zihniyetiyle paralel şekilde kurulduğundan dolayı, bu öğrencilerin antipatisini “doğal” karşılamamız gerekiyor. Elbette ki bu durum onları da “örgütleme”nin[21] nasıl olacağını sormamıza engel değil. Diğer neden ise çağın büyük problemlerinden biri olan sinizmdir. Özellikle bizimki gibi “prestijli” ve orta sınıf bir üniversitede, “TİNA rejimi”nin[22] (There is no Alternative – Alternatif Yok) hüküm sürdüğünü söylemek, Gelecek Yok (No Future) sloganının postmodern bir sinizmle birlitke düşünmeyi zorunlu kılmaktadır. Politik doğruculuk deneyimi, akıl duyumsamayı, mutlaklık da özgürleşmeyi baskı altına alırken, yapılan her eylem küçümsenir, ehlileştirilir veya akademikleştirilir. Bunun sonucu olarak da herhangi bir politik pratiğin içine dahil olmayan fakat son derece politik bir lügatı dilinde barındıran, her-şeyi-bilen-akademik bir öznenin sinizmiyle karşı karşıya kalırız. Elbette bu durum da yalnızca üniversitede değil, aynı zamanda toplumda var olan büyük çoğunluğun temel karakteristik özelliklerindendir ve karşı-işgalin bu sürece nasıl müdahale edebileceği de soru işaretleriyle doludur.

GENEL DEĞERLENDİRME

Starbucks karşı-işgali, aşağıda üç madde halinde toparlamaya çalışacağım meseleleri gündeme getirdi ve neoliberal üniversite ile önemli bir toplumsal çelişki yaratmış oldu.

Neoliberal Mekan vs Sosyal Mekan:

Tarihsiz, kültürsüz ve belleksiz kurulan neoliberal mekanlar, o mekanı kullanan insanları birer müşteriye çevirmekte, bu açıdan da mekanın yönetim zihniyetini “şirket yönetimi” olarak konumlandırmaktadır. Özellikle çok uluslu şirketlerin günümüz kapitalizminde kapladığı alan ve kazandığı belirleyicilik düşünüldüğünde, şirket zihniyetinin giderek bütün mikro-mekanlara da yayıldığını ve yaşamın her alanını sardığını söyleyebiliriz. Üniversitemizde açılan Starbucks şubesi de diğer “yemek/market/kahve zincirleri” gibi tarihsiz ve belleksiz bir mekan olarak işlemektedir. Bu mekanda paylaşım ve dayanışma ancak müşterilik ve tüketim ilişkileri çerçevesinde dolayımlanmakta, bu açıdan da kolektif ve ortak olana dair kodlamalar sermayenin kendi kodlama mekanizmaları tarafından tahakküm altına alınmaktadır. Starbucks karşı-işgali, hayat ve mekan pratiği olarak bir mekanın nasıl sosyal ve politik bir alan haline gelebileceğini, bu açıdan da özellikle öğrencilerin kendi varoluşlarını icra ettiği ve farklı sorunlarına kolektif çözüm aradığı bir mekanın ne kadar hayati olduğunu gösterebilmenin adımını atmıştır. Karşı-işgal deneyimi, neoliberal bireycileşme ve yalnızlaşma öznelliği bağlamında kurulan mekanlara karşı öğrencilerin bir birlerine temas edebilecekleri, yan yana gelebilecekleri ve belki de en önemlisi “üretebilecekleri” bir mekanın ne kadar önemli olduğunu göstermiştir.

Özel Mülkiyet vs Kullanım Hakkı

Starbucks şubesi, neoliberal eğitim politikalarının üniversitenin varlığına dayattığı şirketleşme politikaları çerçevesinde açılmıştır. Yani Boğaziçi Üniversitesi yönetim zihniyeti, başka bir çok pratikte de görülebileceği haliyle, üniversiteyi bir şirket gibi yapılandırmakta ve bu yapılanma içinde başka şirketlerle işbirliği yapmaktadır. Teorik olarak “kamusal” bir mekan olan üniversitenin yine kamusal bir mikro-mekanı, bir şirkete kiralanmak suretiyle devredilmiş, belirli bir süreliğine (ya da belirsiz bir süreliğine) özel mülkiyetin alanı haline gelmiştir. Fakat asıl önemlisi, bu mekanın kullanım hakkının kimin elinde olduğuyla ilgilidir. Mekanın mülkiyeti teorik olarak hala kamunundur. Zaten bizim eylemimizin büyük oranda meşruiyeti ve gücü de buradan kaynaklanmaktadır. Fakat hayatın pratiği içinde, mekanın kullanım hakkının bir şirkete devredildiğini, yani, kamusal bir mekanın bir şirkete kiralandığını görüyoruz. Bu noktada, mülkiyet ilişkilerine dair iki temel yaklaşım ortaya çıkmaktadır. İlki, üniversitenin kendini bir şirket gibi yönetmesi ve kendi mekanının kamusal bir mekan olarak değil de bir özel mülkiyet olarak kurgulamasıdır. O halde şunu söyleyebiliriz ki, özellikle neoliberal politikalarla birlikte devlet ve sermaye ayrımının git gide ortadan kalkması ve devletin bir şirket olarak kendini örgütlemesi, devletin “kamuyu” temsil ettiği yanılsamasının çok net bir şekilde ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Neoliberal politikalar çerçevesinde devlet kendisini özel mülkiyetini yöneten bir şirket olarak kurmaktadır.

Karşı-işgal tam da bu devlete dair kamusallık yanılsamasını ve devletin sermaye ile nasıl iç içe geçtiğini gözler önüne sermekte, devletin resmi temsilcisi olan rektörün bir şirket yöneticisi gibi konuşabilceğini açığa çıkarmaktadır. İşgal pratiğinide bunu yapabiliyor olmamızın temel motivasyonunun kamusallık tartışması bağlamında kullanım hakkı meselesi olduğunu düşünüyorum. Bir kamusal alanın kullanım hakkı, o alanın müşterilerine değil kullanıcılarına aittir. Bu hak, yalnızca o alanı kullanan insanlarla da sınırlı değildir. Mekanın kamusallık oranı çerçevesinde, dileyen herkesin o mekanı kullanma hakkı vardır ve bu sürece dahil olan herkes, yani o mekanı kullanmaya başlayan herkes o mekan üzerinde belirleyici olabilir. Bu aynı zamanda o mekanın mülkiyet ilişkilerinden özgürleşmesi anlamına da gelmektedir. Bu açıdan da gerçek kamusallık hem hiç kimseye ait olmayan ve hem de herkese ait olan mekanda anlam kazanmaktadır.[23]

Neo-liberal Öznellik vs Kolektif Eylem

Üniversiteye Starbucks şubesinin açılması, aslında bütün üniversite bileşenlerine dayatılan neoliberal öznellik paradigmasının da bir parçasıdır. Çünkü bu mekanın bütün kapitalist ilişkiler içindeki temsili, kapitalist orta sınıf ideolojisinin ve yaşam tarzının bütün kamusal yaşama dayatılması ve farklı sınıfsal kimliklerin neoliberal öznellik etrafında şekillenmesidir.

Neoliberal öznellik, bireysel kurtuluşu hedef alan, tüketim ilkelerine özen gösteren bir yaşam tarzını dayatmaktadır. Dahası, neoliberal öznelliğin tek icra edilme koşuludur bu: bireyselleşme. Özellikle orta sınıf kökenli ya da orta sınıfa “geçme” potansiyeli çok yüksek olan öğrencilerin bulunduğu bir üniversite için bu kültürün inşa edilmesi ve geliştirilmesi hem politik hem de ideolojik bir tercihi ifade etmektedir.

Bunun karşısında bizim geliştirmeye çalıştığımız ve mikro ölçülerde deneyimlediğimiz kültür, katılımcı ve doğrudan demokrasiye dayanan, konsensusla ortaklaşarak karar aldığımız, dayanışmacı ve paylaşımcı, kolektif ürettiğimiz ve kolektif davranışı geliştiren, tekil insiyatiflere alan açan ve ortaklık duygusunu pekiştiren bir deneyime işaret etmektedir. Bu açıdan da neoliberal öznellik biçimiyle doğrudan karşıtlık oluşturmakta, başka türlü bir hayatı deneyimlemenin imkanlarını sunmaktadır.

MEVCUT DURUM VE POTANSİYELLER

Karşı-işgal bu yazının yazıldığı tarihte 50. gününü geride bıraktı. Politik alanın giderek daralması ve üniversite yönetiminin taleplere olumsuz cevap vermesi, final döneminin kapanması ve üniversitenin yaklaşık bir aylık ara döneme girmesi işgalin geleceği açısından kritik tartışmalar başlatmış oldu.

Rektörün aslında toplantıyı okulun son günlerine denk getirmesi bir taktik olarak yorumlanabilir. Hocalarımıza yazdığı maillerde eyleme yaklaşımını “tahammül gösteren” biçiminde ifade eden rektör, bizimle görüşmesini de bu makul çerçeve bağlamında değerlendirdi. Buna bağlı olarak da üniversite yönetimi taleplerimizi karşılıksız bıraktı.

Fiili ve sembolik olarak “Starbucks işgali” diye ifade edeceğim eylemin aslında resmiyette açılması planlanan Wonderland şubesini ve Çarşı kantinde kiralanmamış diğer iki dükkanı işgal ettiğini söylememiz gerekir. Karşı-işgal devam ettiği sürece bu mekanlar biz öğrencilerin kullanımında kalacak ve işgalin en “somut kazanımları” da büyük ihtimalle bu olacak. Bu açıdan rektörlüğün, işgalin bir an önce bitirilmesini istediğini söylememiz gerekir. Özellikle yeni rektörlük seçimlerinin yaklaşması ve Kadri Özçaldıran'ın polisi üniversiteye “davet” etmekten çekinmesi, işgalin devamı açısından bir avantaja dönüştürülebilir.

Üniversitenin ara döneme girmesi, okul öğrencilerinin tatile çıkması, işgalin politik alanının ciddi oranda daralacağı anlamına geliyor. Şu ana kadar çeşitli medya organlarında ciddi anlamda görünürlük kazanmış işgalimizi kendi üniversitemizin öğrencilerine net bir şekilde anlatamadığımızı eklemem gerek. Bu durum işgalin meşruiyeti ve gücü açısından önemli bir handikap oluşturuyor ve rektörlüğün bunu bir taktik olarak kullanabileceğinin de altını çizmeliyiz. Büyük ihtimalle rektörlük ve Starbucks işletmesi işgalin kendi kendine bitmesini ve çıkıp gitmemizi istemekte, bu açıdan da bizim moral ve güç kaybetmemizi beklemektedir. Rektörlüğün bizim taleplerimize herhangi bir cevap vermemesi ve durumu “beklemeye” alması da bunun bir göstergesi olabilir.

Karşı-işgal kendi içinden iki temel alternatif proje geliştirmiş durumda. Bunlardan ilki, yukarıda da bahsettiğim üzere üniversitenin bütün bileşenlerini içine alabilecek, onların kendi adlarına konuşabilecekleri ve üniversitenin belirlenmesinde rol oynayabilecekleri bir “üniversite meclisi” fikri. Bu fikir şu an soyut bir proje olarak görünse de, özellikle bizim icra ettiğimiz “işgal meclisi” pratiğinin bu proje için bir nüve olduğu söylenebilir. Aynı zamanda, zaman zaman hocalarımız ve üniversite emekçileriyle birlikte yaptığımız toplantılar, bir üniversite meclisinin de mümkün olduğuna dair bir nüvedir. Öncelikle bizim şu an için kendi adımıza konuştuğumuz bir “öğrenci meclisi” fikrini daha somutlaştırmak ve görünür kılmak gibi bir potansiyelimiz var. Bu fikir ya da proje, neoliberal yönetim zihniyetine ve mekanizmalarına alternatif bir şekilde örgütlenen, katılımcı ve doğrudan demokrasiyi işletebildiğimiz bir mekanizmayı toplumsal bir alternatif olarak ortaya çıkarma potansiyelini taşımaktadır.

İşgal içinden çıkan ikinci fikirse “öğrenci kooperatifi” şeklinde ifade ettiğimiz bir sosyal-kantin projesi. Bu kooperatifin temel amacı, “örgütlü üretici” ile doğrudan ilişki kurarak sağlıklı ve nitelikli besini dolayımsız ve kar amacı gütmeden üniversiteye taşımak ve bu ürünlerin sosyal bir kantin çerçevesi içinde bütün öğrencilerin erişebileceği bir mekanda tüketilmesini sağlamak. Başka bir deyişle, öğrenci kooperatifi fikri üniversitenin kamusal anlamının açığa çıkarıldığı, kar amacı gütmeyen ve yalnızca bir tüketim merkezi haline dönüşmeyen bir mekan projesidir. Bir yandan üniversite öğrencilerine ve diğer bileşenlerine nitelikli, sağlıklı ve ucuz beslenme olanağı tanırken, bir yandan da GDO'suz, sağlıklı ve nitelikli üretim yapan örgütlü çiftçiyi bu üretim konusunda teşvik edecektir. Bu durum aynı zamanda hem neoliberal politikalar sonucu ortaya çıkan tarım tekellerinin karşısında mücadele etmeyi destekleyecek, hem de üniversitenin neoliberal dönüşümüne karşı onun kamusal anlamını yeniden inşa edecektir.

Bu iki projenin önümüzdeki süreçte nasıl somutlaşacağını işgalin özneleri olan öğrenciler belirleyecek. Bunun dışında, Çarşı kantin mekanının dönüşümüne karşı gelişen talepler de, yine bizlerin bu dönüşümün karşısındaki ısrarımızı ve gücümüzü nasıl örgütleyeceğimize bağlı. Daha işgalin ilk gününden itibaren kamuoyunda ve özellikle başka üniversitelerde ortaya çıkan rezonanslar,[24] öğrenci hareketinin önümüzdeki dönemde “farklı” eylem tarzlarını ve mücadele biçimlerini de gündeme getirecektir. Öğrenci hareketinin toplumsal bir hareket olarak ortaya çıkması ve güçlenmesi ise en iyimser sonuç olarak önümüzde durmaktadır.

SONUÇ

6 Aralık 2011 tarihinde önce Starbucks Boğaziçi şubesinde, sonrasında da Çarşı kantinin geneline yaydığımız karşı-işgal, bir çok tartışma ile birlikte devam ediyor. Karşı-işgalin ortaya attığı ve neoliberal eğitim sistemi ve üniversite tasarımı ile uzlaşma şansı olmayan taleplerin bir toplumsal çelişkiye dönüşme potansiyeli saklı kalarak, öğrenci hareketi bağlamında çeşitli rezonansların devam edeceği söylenebilir.

Neoliberal politikaların devlet ve sermaye arasındaki farkı ortadan kaldırarak devleti de bir şirkete dönüştürme süreci, üniversitenin kendi varlığında yeni bir dizaynı zorunlu kılıyor. Bu koşullar altında gelişen fiili direnişlerin kamusal olana yönelmesi, kullanım hakkını “geri almayı” talep etmesi, ve belirli anlarda da bunu başarabilmesi, hem alternatif kamusallık deneyimlerinin gelişmesi, hem de direnişin mümkünatına dair önemli açılımlar sağlıyor. Özellikle içinde yaşadığımız coğrafyada son dönemde gelişen Tekel işçilerinin direnişi, bu kamusallık deneyimi açısından önemli bir örnektir. Bu örneğe ek olarak, özellikle Avrupa'da ve Amerika'da gelişen, güncel “occupy” (işgal) hareketleri de örnek verilebilir.

Bu direniş harekleri neoliberal TİNA rejimine karşı verilebilecek en önemli örneklerdir. Bizim işgalimizin ve diğer işgal hareketlerinin belki de en temel sorunu, neoliberal kurumlara karşı “ortak olanın kurumları”nın nasıl inşa edileceğine dair toplumsal alternatifleri yaratamamış olmaları. Fakat bu durumun, neoliberal politikaların daha yoğun bir şekilde devam etmesi ile birlikte ortaya çıkacak yeni direnişlerde çözülme potansiyeli gelişiyor. “Direniş de sermaye kadar küresel”[25] olduğu için emeğin yaratıcılık kapasitesinin önüne çıkan bütün sorunlara alternatif geliştirme potansiyeli de o derece güçlüdür. Belki de bugün tek güvenebileceğimiz şey olan gücümüz, emeğimizin bu yaratıcılık potansiyelinden ve toplumsal meşruiyetinden kaynaklanmaktadır.

(*) Eleştiri ve katkılarından dolayı Cenk Özbay'a teşekkür ederim,


[1] “Nitelikli” yemek meselesi aslında belirsiz bir ifadedir. İşgal süresince ortaya çıkan tartışmalarda, nitelikli yemek genel olarak “ucuz” ve “sağlıklı” sıfatlarıyla birlikte düşünüldü. Burada “ucuz” sıfatı da göreceli bir niteliğe işaret etmekle birlikte, aslında kamusal hizmet anlayışı ile neoliberal hizmet zihniyeti arasındaki çelişkiyi açımlama kapasitesine sahiptir. Kamusal bir mekanın hizmet anlayışı kar amacı gütmediğinden dolayı (bu mekan o halde ticari de olabilir) orada satılan ürünler ya da “hizmet” doğal olarak belirli bir kar payından azade olacak, giderlerin ve ücretli işin karşılığının ödenmesinin dışında ve kendini yeniden üretebilme koşullarının payı çıkarıldıktan sonra, kar amaçlı bir şirketin verdiği hizmete göre daha ucuz olacaktır. Sağlıklı beslenme meselesi de yine “görece” olarak algılanabilecek bir tartışmadır. İşgal süresince bu tartışmanın evrildiği yer, “örgütlü üretici”den sağlanılan GDO'suz ürünlerle ortaya çıkan bir beslenme tarzını ifade ediyor. Çeşitli tüketim kooperatiflerinin örgütlü çiftçiden doğrudan aldığı ürünleri takdim ettiği bir örnek için: http://www.bukoop.org/ Son tartışmalarda ortaya çıkan şey, nitelikli beslenme ihtiyacının nitelikli ürünler ile karşılanabileceği, bunun teşviki için de örgütlü çiftçi ile doğrudan ilişkinin geliştirilmesi gerektiğine dönüktü. İşgalin ileriki günlerinde, “nitelikli yemek” kavramının içinin daha çok dolacağını söyleyebiliriz.

[2] Haluk Kalafat'ın bu konudaki yazısını okumak, bu meseleyi anlamak açısından önemli bir deneyim paylaşımı: http://bianet.org/biamag/ifade-ozgurlugu/135282-devrim-kantinden-de-baslayabilir (Erişim tarihi: 15 Ocak 2012)

[3] Burada çok temel bir konuyu gündeme getirmem gerekiyor. Neoliberal eğitim sistemi tartışmaları genelde “sosyal devlet zamanının eğitim sistemine göre” olarak ifade edebileceğim bir bağlamda yürüdüğünde sanki sosyal devlet zamanının eğitim sistemine bir “öykünme” varmış gibi duruyor. Altının çizilmesi gereken 2 temel şeyi ifade etmemiz gerekir. İlki, zaten kapitalist eğitim sisteminin her daim “fırsat eşitliği” adı altında ciddi bir adaletsizlik üretimi olduğudur. Zaten a priori olarak eşitsiz olan sınıfsal ilişkiler, kapitalist eğitim sisteminde eşitmişçesine aynı düzleme çekilir. Böylece, eğitim sisteminin adaletsizliği yeniden üreten bir sistem olduğu gizlenmektedir. Neoliberal eğitim politikaları, bu adaletsizliğin yeniden üretimini genişletmiş, adaletsizliği çok daha adaletsiz bir biçimde yeniden üretir hale gelmiştir. İkincisi, neoliberal politikaların toplumun bütün hücrelerine yayılması ve bütün toplumsal ilişkileri yeniden dizayn etmesidir. Yani, neoliberal politikalar toplumun bütün alanını yeniden şekillendirdiğinden dolayı, eğitim sisteminin pozisyonu da bu şekillenme içinde değerlendirilebilir. Sosyal devlet döneminden temel farkı da aslında burada yatmaktadır. Yoksa, iki dönemde de eğitim sisteminin fırsat eşitsizliğini ve adaletsizliği yeniden üretme misyonu farklı niceliklerde de olsa vardır. Bu tartışma genel anlamda “parasız eğitim”, “kamusal eğitim”, “eğitim sistemi karşıtlığı” meseleleriyle ilişkili olduğundan burada daha çok uzatmıyorum.

[4] “Bizde ne yazık ki üniversite sınavını kazanan, bir bölüme yerleşen öğrenci, o andan itibaren her şeyin bittiğine ve hayatının artık garanti altına alındığına inanıyor. Mezun olup iş başvurusu yaptığında ise okuldaki 4-5 yılını iyi değerlendiremediğini anlıyor, fakat ne yazık ki geç kalmış oluyor. Evet, diploma var ama dil biliyor mu? Hayır. Bilgisayar kullanıyor mu? Hayır. Türkiye'nin meselelerine, küresel meselelere vakıf mı? Hayır. Mezun olduğu bölümle ilgili tecrübe edinmiş mi? Hayır... Ben, 'Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir şey yok' dediğim zaman eleştirildim.Böyle bir garanti dünyanın hiçbir yerinde yok.” Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın yaptığı bu konuşma, yönetim zihniyetinin “insan-sermaye” bağlamında şekillenişi göstermek açısından önemli görünüyor. (Piri Reis Üniversitesi'nin açılışında yaptığı konuşma)

[5] “Düşme” aslında burada kendi orta-sınıf konumunu kaybetme, neoliberal güvencesizlik çağının prekaryasına dahil olma anlamı taşımaktadır. (Prekarya kavramı için bknz: Boşuna mı Okuduk?. Tanıl Bora, Necmi Erdoğan, İlknur ÜstünAksu Bora, İletişim: İstanbul, 2011.)

[6] Fakat eklemek gerekir ki, aslında “orta sınıf” diye bir sınıf yoktur. Sınıf kavramını “Marksist” açıdan kullanmak gerekirse, orta sınıf üretim araçlarına “sahip” olan ve sayısı çok olmayan çok uluslu şirket sahiplerini ya da yöneticilerini ifade etmemektedir. Orta sınıf, mülksüzdür, yani “prolateryanın” bir bileşenidir. Fakat, kültürel sermayeleri, çeşitli hizmetlere “ulaşabilme” olanakları ve yaşam biçimleriyle proletaryanın “prekarya” katmanından ayrılmakta, daha çok ücretli emeğin “üst” katmanlarını oluşturan insanları nitelendirmektedir.

[7] Özellikle güncel bir örnek olması açısından bu konuda son yapılan Genel Sağlık Sigortası düzenlemesine bakılabilir.

[8] Oturma düzenlerinden mekanın kullanım biçimine, televizyondaki “pop” bonbardımanından öğrenciyle kurulan ilişkiye kadar bir çok örnek bu orta sınıflı olma halini tasfir edebilir. Sohbet edilebilen bir mekan tasarımından giderek “takılınan” ve tüketilen bir mekan tasarımına geçişi ifade eden bu yeni “kantin” tarzları, aslında farklılıklar arasından seçim yapılmadığını, seçeneklerin nasıl aynılaştırıldığını da ifade ediyor.

[9] http://starbuckssenligi.blogspot.com/2011/12/ozgurlugu-kahve-bardagnn-dibinde.html (Erişim tarihi: 15 Ocak 2012)

[10] Altını çizmek gerekir ki daha sonra giderek kalabalıklaşan toplantılar ilk buluşmanın karma amaçlarını daraltan ve netleştiren bir sürece doğru evrildi. Toplantıların ana teması artık Starbucks'ın kapatılması konusunda “fiili” bir adım atmak, üniversitede var olan niteliksiz ve pahalı beslenme koşullarına karşı eylemek ve üniversite söz ve karar hakkı konusunda yeni formüller geliştirmek şeklinde özetlenebilir.

[11] Starbucks'ın ticari faaliyetinin durmamış olmasına bağlı olarak yapılan “resmi” ve “fiili” işgal kavramlaştırması için bknz: Boğaziçi Starbucks işgali: Durum ve potansiyeller. Hasret Bingöl & Ali Aslan http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=41547 (Erişim tarihi: 15 Ocak 2012)

[12] Bu fotoğraflardan biri daha sonra Radikal gazetesinde yayınlandı. “Boğaziçi'nde Starbucks'ı işgal günleri
8/12/2011. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&Date=&ArticleID=1071868&CategoryID=77 (Erişim tarihi: 15 Ocak 2012)

[13] Hatta hatırlatmak gerekir ki 2010 yılının 5 Kasım günü Recep Tayip Erdoğan'ın üniversiteye gelişinde yanında getirdiği Çevik Kuvvet Ordusu ve bu ordunun öğrencilere saldırması, üniversite öğretim görevlilerinin büyük çoğunluğunun imza atarak tepki gösterdiği bir olay olarak örgütlenmiştir.

[14] Starbucks İşgali; Bir Hayat ve Mekan Pratiği. http://www.haberfabrikasi.org/s/?p=16075 (Erişim tarihi: 15 Ocak 2012)

[15] Yıllardır öğrenci hareketi içinde “söz-yetki-karar hakkı” olarak ifade bulan formülasyonun “belirleyicilik” olarak tekrardan formüle edilmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum. Neoliberal üniversite, gerek ÖTK kurumu ile, gerekse de üniversitenin kendi geliştirebileceği (örneğin bizim üniversitemizde bir Öğrenci Dekanlığı var.) kurumlar ile öğrencileri “yönetime” ortak etmek isteyebilir. Fakat bu, üniversitenin neoliberal kimliğine müdahale etme şansını bize vermemektedir. Belirleyicilik, üniversite yönetimine “katılmak”tan çok üniversitenin “ne” olduğunu belirleme hakkıyla ilgilidir. Bu açıdan, kaderini tayin etmek ile doğrudan ilişkisi vardır.

[16] 2 Ocak 2012. http://1.bp.blogspot.com/-sh1C5iqJ-X4/TwGdLXYLytI/AAAAAAAAArg/HswKrXh3Hu8/s1600/radikal.jpg (Erişim tarihi: 15 Ocak 2012)

[17] Deşifrasyon için 5 saatlik toplantı kayıtlarını izlemek mümkün. Ayrıca yaptığımız bir çok toplantının da bu adreste kayıtları mevcut: http://www.livestream.com/revoltistanbul

[18] “İşgalin bitmesi için gerekli koşullar” şeklinde formüle ettiğimiz taleplerin bir kısmı şöyleydi: Starbucks kapanmalı, Wonderland açılmamalı. Bu iki şirketin işgal ettiği yerlere, öğrenci kooperatifi açılmalı. Yemekhane fiyatları düşürülmeli ve yemekler daha nitelikli olmalı...

[19] Bu cevabın değerlendirmesini okuyuca bırakıyorum: http://starbuckssenligi.blogspot.com/2012/01/rektorlukten-yaplan-yazl-acklama.html (erişim: 28 ocak)

[20] Burada, ve aşağıda kullanacağım yerde, “kamusal” kelimesine bir yorum getirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Kamusal kavramını, “ortak olan” kavramı ile birlikte düşünerek, kamusal'a yapışmış “devlet mülkiyeti” anlamının dışında bir anlam çıkarabilir miyiz? Ulus-devlet mülkiyeti anlamı dışında, kamusal kavramına “ortak olan” (the commons) veya “ortak zenginlik” (commonwealth) anlamları yükleyebilir miyiz?

[21] Örgütlemek, klasik anlamda örgüte katmak anlamında değil, var olan meselenin öznesi kılmak, ve her tekilliğin özneleşme sürecinde meselenin de genişlemesini ve yeniden anlamlandırılmasını ifade ediyor. Örgütlenmek, güçlenmektir, ama iktidar olmak değil: toplumsal olarak güçlenirken, aynı zamanda toplumsal gücün de dağıtılması.

[22] Express dergisinin 76. sayısının kapak sloganı.

[23] Bunun en temel örneğini bugün HES karşıtı mücadeleler vesilesiyle “derelerin kullanım hakkı” meselesinde gördüğümüzü düşünüyorum. Bir yandan dünya üzerindeki bütün canlılara ait olan dereler aslında kimseye ait değildir; bir yandan da bu dereleri pratik olarak kullanan insanlar ve canlılar derelerin kullanım hakkına sahiptirler. Fakat örneğin İstanbul'dan kalkıp da Hopa'ya giden ve orada dereden su içmek isteyen biri de bu dereyi kullanma hakkına sahip olur. Ama o dere üzerine HES yapamaz; yani o derenin kullanım değerini bozamaz; toplumsal hukuku çiğneyemez.

[24] Örneğin ODTÜ İnşşat kantininde boykot ve kazanım, Trakya üniversitesinde boykot gibi, beslenme sorunu odaklı gelişen ve bu eylemlilik sürecinde bizimle de dayanışan hareketlerin ortaya çıktığını söylemek gerekir. Elbette ki bu eylemliliklerin çıkma nedeni bizim Starbucks işgalimiz değildir: fakat bizimle selamlaşıyor olmaları bile, yeni bir öğrenci iletişiminin mümkün ve elzem olduğunu gösteriyor.

[25] Bu aynı zamanda Starbucks şubesinin önüne astığımız ve uzun yıllardır Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin kullandığı bir pankartın üzerindeki cümledir.