Devrimci Olmak

Hasan Ferit Gedik için…

Gezi’den hemen sonra, uyuşturucu tüccarlarına karşı mahallesini, mahallesindeki çocukları, o çocukların hayatlarını savunurken öldürüldü.

Şeylerin mevcut düzeninden; toplumsal ve bireysel ilişkilerin, insanın doğayla ve diğer türlerle ilişkisinin şimdiki egemen düzeninden tam bir kopuşsa,Aynı ihtiyaçların ve taleplerin, aynı yoksunlukların ve beklentilerin, aynı tutumların, davranışların, aynı anlamların ve korkuların tekrarlayıp duran döngüsünün tümden iptal edilmesiyse,Mülkiyetin ve paranın hükmetmeyeceği başka bir özgürlük arayışının ve eksiksiz bir eşitlik imkanının vücut bulmasıysa,“…insanın değersiz, köleleşmiş, terk edilmiş ve rezil bir varlık olduğu tüm ilişkileri yıkmaya dair kategorik buyruksa…”,En açık şekliyle söylenmeli o halde: Daha önce hiç var olmamış bir şeyin ortaya çıkması, yeni bir şeyin yaratılmasıdır komünist devrim. Öngörülemez ve planlanamaz demek ki, hesaba kitaba gelmez. İmkansız bir şeyden söz etmek mi bu? Hiç de değil öyle. Daha ziyade şu: Hiç umulmadık bir zamanda ve beklenmedik bir yerde patlar devrim, çünkü. Bir toplumun hangi zamanda ve neleri yapabileceğini, karşı karşıya olduğu şeyi tam olarak hiçbir zaman bilemeyiz. Toplumun aktüel varlığıyla, aynının tekrarı demek olan bu verili halinden daima taşan potansiyel (virtüel) varlığı arasındaki yarıktır bütün mesele. Hücrelerinin tümünde zonklayıp duran o fazlalık, uyuşmazlık ve örtüşmezliktir… Mucizevidir devrim. Harikulade yoludur katlanılamaz olana karşılık vermenin.“İmkan-sızlık, mahrumiyet değildir. Erişilemez olan, sonsuza deke erteleyebileceğim şey değildir: Kendini ilan eder; benden önce gelir, birden üstüme çullanır ve beni burada ve şimdi, gücülleşemeyecek bir halde, potansiyellikte değil de fiiliyatta ele geçirir.”[1]

Öyleyse şimdiki zamanın içinde kımıltısızca yatan başka bir hayatın güçlü biçimde sezilmesi değil midir devrim her şeyden önce? Başka bir gerçekliğin görülmesi ya da; o olağanüstü karşılaşma? Bastırılmış olan, en başından beri simgesel-imgesel gerçekliğimizde mündemiç olan Şey; tam da bu yüzden hayal edilemeyen ya da simgeleştirilemeyen ‘imkansız’ Gerçek ancak bir mucize gibi zuhur edebilir çünkü. Devrim o mucizedir işte. İmgesel-simgesel kayıtlardaki bütün anlamları alt üst ederek, onlardan tam bir kopuş olarak ‘var olur’. Henüz var olmayışı bu yüzdendir, ama “oradan, bir yerden” mütemadiyen ısrar edişi de. Tözsel bir mevcudiyetinin bulunmayışını en sınırlı anlamıyla düşünmeliyiz demek ki: Ancak geri-dönüşlü olarak (retroactively) inşa edilip kavranabilir olmasıyla. Gerçekleştiği anda çünkü, zaten/çoktan oradadır devrim.Tam da oraya, kendi yerine aitmiş gibi duran bazı belirtilerde, biçimi büsbütün bozulmuş imgelerde, bir görünüp bir kaybolan seraplarda, ümit kırıcı kesintilerde, bocalamalarda, yorucu süreksizliklerde, can sıkıcı tökezlemelerde –başka bir şey için- bir ipucu, bir iz yakaladığına inanmak değil midir? Ve onun peşine düşmek… O keşfin işte. Bir yerde kendini gösterecek olan için. Çünkü. Bunun için. “Ani, zamansız, beklenmedik dönüşler ve sıçramalarda” ya da yoğun bir heyecan –ve belki tekinsizlik- duygusunun eşlik edeceği “gündelik hayatın olağandışılaşmasında” duyduğumuz da aynı nabızvari atışlardır işte. Tabiatı gereğince bir an kaybolacak olan, ama hep geri dönen…

Onca yoksulluğun ve adaletsizliğin, vahşetin ve savaşların, zulmün ve kötülüğün, açlığın ve gözyaşının durup tam önünde; o incecik eşikte “niye” sorusuyla birden öte tarafa geçmek. İnsanın kendisini tarihsel bir özne olarak oluşturma kararıyla birlikte hayvan-oluş halini kat etmesi, öteye sıçramasıdır bu. Asıl soruyu sormaktır: Niye dünyadaki toplam zenginliğin, varlığın, mülkiyetin yarısından daha çoğu nüfusun sadece yüzde birine ait? Bir kölenin bir gün, “Biliyorum ki hepimiz kardeşiz ve hepimiz özgürüz. Bu gece Roma’ya yürüyoruz!” deyivermesidir. Oradan artık geri dönememektir bir daha, sarsılmaz bir sadakatle. Olay’ın parçası olmaya girişip bir inanç sıçramasıyla kendinden geçmektir. Sıradan bir davranıştan söz etmek değildir bu. Bir engellenmenin, bazı çevresel koşulların, şartlanmaların, yanlış öğrenmelerin sonucu olduğu söylenen davranışlarla meşhur “davranış bilimleri”/“psikoloji bilimleri” uğraşadursun. Herhangi somut bir tarihsel zamanda filanca zalime ya da iktidara karşı olmakla sınırlı bir eylemlilik hali değildir. Burada sözü edilen edimdir ve olaydır: Yeni bir şeyin yaratılmasıdır; yoktan, boşluktan. Bir gece yarısı, sinsice okullarına girilip devletin dozerleriyle ormanları –ve kendileri- yakılıp toz edilen ODTÜ’lülerin şimdi ürettikleri bir sloganla söylersek, “Devleti yıkıp yerine ağaç dikeceğiz” demektir. O cüretin ve yaratıcılığın önümüze açtığı ufuk ne kadar sonsuz, temsil edilemez ve kavranamazsa, odur işte…

“Hiçbir şey olmayacak, kapitalizm sonsuza dek sürüp gidecek şeklindeki kaygı dolu beklenti, umutsuzca bir şey yapma, kapitalizmi devrimcileştirme talebi düzmecedir. Devrimci değişim iradesi bir itki olarak, bir tür ‘Başka türlü yapamam’ olarak ortaya çıkar, yoksa değersizdir. Bernard Williams’ın olması gereken (ought) ile olması zorunlu olan (must) arasında yaptığı ayrımın terimleri uyarınca, otantik bir devrim tanım gereği bir Olması Zorunlu Olan (Must) olarak sahnelenmelidir –o bizim uğrunda çabaladığımız bir ideal olarak ‘yapmamız gereken’ bir şey değildir, ama başka türlüsünü yapamayacağımızdan ister istemez yapacağımız bir şeydir. Bu yüzden devrimin olmayacağı, küresel kapitalizmin sonsuza dek sürüp gideceğine ilişkin mevcut solcu endişe, devrimi ahlaki bir zorunluluğa, kapitalist şimdinin ataletiyle mücadele ederken yapmamız gereken bir şey haline dönüştürdüğü ölçüde sahtedir.”[2]

İnsanı yeni bir varlık tarzına doğru iten, temel bir varoluşsal sıçrama kararıyla buluşturan –niye sakınacakmışız ki lafı- kutlu bir keşiften söz ediyoruz. Badiou’nün söylediği gibi, “İnsan denen hayvanın normal davranışı Spinoza’nın “varlıkta sebat” dediği şeyle ilgili bir meseledir, yani çıkarının peşine düşmekten ya da kendini korumaktan başka bir şey değildir” ise eğer; bu varlık tarzından, bu “ego dürtüleri” durumundan tam bir kopuşu kaçınılmaz kılan bir şeyden…

Asıl soru şu o halde: Bu olağanüstü kopuşu mümkün kılan ruhsal enerjiyi, onu ortaya çıkaran, ona eşlik eden dinamoyu nerede konumlamalıyız? Artık o aralıktan itibaren benim için statüsü “yapmam gerektiğini bildiğim şey”, “ortaya çıkan ve kendini benimseten şey”den ibaret olan bu dönüşümün ruhsal kaydınıyerleştirebileceğimiz yer neresidir? O ruhsal koşulun ve imkânın düzlemi için nereye bakmalıyız?

Düpedüz çuvallama riski eşliğindeve kestirmeden söylemek gerekirse: Bilinçdışıdır burası. Çünkü en temel düzeyde –varlık düzeyinde- her bakımdan eşdeğer/türdeş iki şeydir söz konusu olan: “Bilinçdışı bize kendini önce, deyim yerindeyse, doğmamışolanın alanında askıda bekleyen bir şey olarak gösterir.”[3]-Henüz- doğmamış olanın alanında askıda bekleyen şey… Şöyle devam eder Lacan:

“Bu boyut gerçekdışı ya da gerçekten kopuk bir düzlemde değil, gerçekleşmemişlik düzleminde düşünülmelidir. Bu hayaletler bölgesinde bir şeyleri yerinden oynatmak ne de olsa tehlikelidir ve belki de analistin üstüne düşen –eğer hakikaten bu görevi üstlendiyse- mecburen orada mahsur kalmaktır; hayaletler dünyasını uyandırdığı ama hayaletlerini gün ışığına çıkarmayı her zaman beceremediği kişiler tarafından, gerçekanlamda mahsur bırakılmasını kastediyorum.”[4]

Tam yeri hatırlamanın: Komünizm her şeyden önce bir Heyula olarak çıkar ortaya. Konuşan varlıklarız biz. Çoktan, en başından itibaren dil olarak Öteki’ye gömülmüş halde başlıyoruz hayata. Ve dil simgesel bir biçimde yapılanabilir sadece. Yine de o ince çizgiyi ayırt edelim: Başlangıçta çocuk için ancak virtüel (gücül) olarak simgesel (gizemli harflerden, hecelerden ibarettir dil henüz), ve ama onu kuşatan Öteki için fiilen simgesel olan şey; çok sonra, Oidipus karmaşasının çözümüyle birlikte çocuk için de fiilen simgesel statüsüne kavuşacaktır. Sıfır zamanıyla birlikte başlayan ve sürüp giden bu uzun macerayı kısaca geçiştirelim şimdilik: Özne en başından beri bölünmüş, kendine yabancılaşmıştır. İndirgenemez, bünyevi o yarık/açıklık hep oradadır. Demek ki, toplumsal ile bireyselin birbirine karıştığı, bir olduğu, her daim bozulan ve yeniden kurulan o geçirgen yüzeyde; toplumsal/simgesel gerçeklikte –henüz- temsil edilemeyen fazla, oradaki yarık ile insanın tam kalbindeki yarık/bölünmenin karşı karşıya gelmesi, o kısa devredir devrimci olmak kararı. “Yalnızca oluverir.” İşte bu muazzam sıçrama, daha o anda mevcut güçlerin nesnel düzenini tümden değiştiren bir kuvvete dönüşür.

Böyle olağanüstü zamanlar vardır hayatta: Boş biçim üzerindeki ısrarımız (“Ne olursa olsun direnmeye devam edeceğiz"), içeriğe ("Bambaşka bir dünya kuracağız”) duyduğumuz derin sadakatin göstergesi olur çıkar.

Bilinçdışının işleyişine dair mükemmel bir örnek değil midir bu: “Boş” jest üzerindeki ısrar, "boş" biçimi tekrar etme kararlılığı benzersiz bir kısa devre sayesinde muazzam bir içeriğe temas eder. Buradaki hareketin dönüşlü karakterini atlamamak önemli: Daha baştan o içerik yüzünden değil midir tüm ısrar.

Nitekim Lacan şöyle yazar: “Varlık düzleminde böylesine kırılgan olduğunu belirttiğim bilinçdışının konumu etiktir. Freud hakikat aşkı içinde şöyle der: Her ne olursa olsun, yola devam, çünkü bilinçdışı bir yerde kendini gösterir.”[5]

Sadece bu: Her ne olursa olsun, yola devam…


[1]J. Derrida’dan aktaran Bülent Diken, İsyan, Devrim, Eleştiri, çev. C. Evren; İstanbul: Metis, 2013, s.23

[2]S. Zizek, The Parallax View, The MIT Press, 2006, s.334

[3]J.Lacan, Psikanalizin Dört Temel Kavramı, çev. N.Erdem, İstanbul: Metis, 2013, s. 29

[4]Lacan, Age., s. 29.

[5] Age., s. 39