İki Alan Çalışmasının Bulguları Arasındaki Farka Dair Açıklamalar: Emeğin Farklı Halleri?

Bir makalemin[1] alan araştırması süreci hakkında Yasin Durak’ın bazı spekülatif eleştirileri birden fazla kaynakta[2]yer aldı. Bu satırlar o eleştirilere açıklık getirmek üzere kaleme alındı.

Durak, aşağıdaki alıntıda görüldüğü üzere, benim mülakatlarımın işverenlerin izniyle gerçekleştirilmiş olmasını doğru bulgu sağlamanın önünde mutlak bir engel olarak değerlendirirken salt işyeri dışında gerçekleştirildikleri için kendi çalışmasının bulgularından son derece emin:

“Özdemir’in derinlemesine görüşmeleri ‘işyerlerinde ve çalışanlar işlerinin başından patronlarının izniyle çağrılarak’ gerçekleştirmesi olarak açıklanabilir. Zira bu araştırmada da işyerlerinde görüşülen 3 işçi çalışma hayatının kusursuzluğundan dem vurmakta ve patronlarına övgüler yağdırmaktaydı. Bunun nedeni işyerinde görüşülen işçilerin araştırmacıyı ‘patronun bir arkadaşı’ gibi algılaması ve genellikle işverenlerine iletmek istedikleri mesajları ‘uygun bir dille’ ifade etmeleridir. Daha da ötesi, kültürel hegemonyanın bir gereği olarak, burada işyerine bir araştırmacının gelerek işçilerin sorunlarını dinlemesi dahi işverenler tarafından bir ‘tiyatroya’ dönüştürülmektedir. Bu bakımdan buradaki işçi sınıfı profilini ‘işyerinde ve patronun izniyle’ yapılan görüşmelerle tespit etmek mümkün değildir.”[3]

Dünya bültenindeki 13.2.2012 tarihli röportajında da Durak makalemle ilgili benzer ifadeler kullanıyor. Israrla sürdürülen bu tutum karşısında bir açıklama yapmayı elzem görmekteyim. Neden ve nasıl aynı şehirde benzer büyüklükteki işyerlerinde çalışan işçilerle benzer konular üzerinde yapılan görüşmeler kimi noktalarda birbiriyle taban tabana zıt sonuçlar veriyor? Bu çelişkiyi nasıl izah etmek gerekir?

Öncelikle, bilhassa niteliksel çalışmalarda, çalışan kişinin konuya yaklaşımı, öncelikleri ve benzeri etkenlere bağlı olarak farklı sonuçların ortaya çık(arıl)masının olağanlığına işaret etmeliyim. Bu tip çalışmalarda bizim bakışımızdan bağımsız bir nesnel gerçeklik söz konusu olmayıp, kuram, araştırma süreci boyunca inşa ve/ya test edilir. Nitekim Durak da, aramızda ‘bariz bir perspektif ve yorum farkı olduğu’nu belirtmektedir.[4] Ancak, makaleme yönelik yukarıda alıntılanan değerlendirmedeki eleştiriler, görüldüğü üzere, bu seviyede bir fark üzerinde temellendirilmiyor. Burada mesele, benim çalışmamda işçilerin başta sigorta olmak üzere diğer özlük haklarına sahip olmaları, Durak’ın çalışmasının ise tam tersi yönde sonuçlara ulaşmış olmasıdır. Bu olgu benim görüşmelerimi işçiler için patronlarından izin almak suretiyle gerçekleştirmiş olmama bağlandığından öncelikle bu hususa açıklık getireceğim.

Hiçbir alan çalışması, topladığı verinin hakikatiyle ilgili garanti verebilecek bir durumda değildir. Bu noktada araştırmacının mülakat yapmanın gereklerine uyduğuna ve duyduklarının doğru olup olmadığına dair sezgisine güvenmekten başka bir çare yoktur. Hele de niteliksel ve bizzat araştırmacının kendisi tarafından gerçekleştirilmiş mülakatlar açısından bu genelleme bütünüyle geçerlidir. Elbette ki ideal görüşme ortamı, mülakat atmosferini olumsuz etkileyecek hiçbir dışsal faktörün olmamasıdır. Ancak, bu demek değildir ki olumsuz şartlara karşın hiçbir surette iyi mülakat gerçekleştirilemez ya da gerçekleştirilen mülakatlardan bilimsel çalışmanın amaçlarına uygun bilgiler derlenemez. Ya da tersi; şartların uygunluğuna karşın mülakatın hakkının verilememesi de mümkündür.

Bu saptamaları Durak’ın çalışmasına uygulayacak olursak; sadece görüşmelerin iş-dışı ortamda gerçekleştirilmiş olmasının onların iyi mülakat olmalarını sağlamaya yetmeyeceğini de belirtmek gerekir: Mülakat yapılan kişinin ‘acaba bana komplo mu kuruluyor?’, ‘bu kişi ağzımdan laf mı almaya çalışıyor’ ‘acaba bu şahsı patron mu gönderdi?’ endişesine kapılmayacağını nasıl bilebiliriz? İşçi şayet kendisini patronu karşısında zor durumda bırakacak türden şeyler söyleyecekse, neden salt yakınlarda patronu yok diye doğruyu söylemek suretiyle kendisini riske etmeyi göze alsın? Tersi de doğru; işçi her koşulda doğruyu söylemeye koşullanmış ya da inançları yalan söylemeye izin vermeyen bir insan olabilir. O durumda görüşmenin işverenin bilgisiyle gerçekleştirilmiş olmasına yani kendisini tedirgin eden koşullara rağmen doğruyu söyleye(bile)cektir.

Bu soruların sorulmasından maksat, bir anlamda bütün alan araştırmalarına şüpheyle yaklaşmaya hakkımızın olduğudur. Ama öte yandan, çalışmanın bütününü sağlam bir mantık ve yerinde gözlemlerle destekleyen araştırmacıya –ve dikkatli okura- da güveniriz. Bazı durumlarda, Durak’ınki türünden sorgulamalar ve eleştiriler konuya daha önce düşünülmemiş kimi boyutlarıyla yaklaşmayı sağlayıp çalışmanın bütününe katkılar yapabilir. Ama ne yazık ki, Durak’ın kitabıyla benim makalem arasındaki uyumsuzluk bağlamında konunun problematize edilmesi karmaşık düşünümlere kapı aralayacak türden olmayıp çalışmalar arasındaki farkın çok da basit bir açıklaması var:

Başlığından da anlaşıldığı üzere, benim çalışmamın konu ettiği işyerleri MÜSİAD üyesidir. Çalışmanın öncelikli amacı, bu üyelik halinin genelde işyerine, özelde de çalışma ilişkilerine ne şekil(ler)de yansıdığını ortaya çıkarmaktı. Bu nedenle görüşmeler yalnızca MÜSİAD üyesi olan işverenlerin işyerlerinde gerçekleştirilmiştir. Bu ilgi, benim 1997 yazında MÜSİAD üyesi işverenlerle yaptığım alan çalışmasının[5] bulgularının işçiler açısından da test edilmesi gerektiğine kanaat getirmemle ortaya çıktı. Daha önce işçi ayağını dışta tutarak sadece işadamları üzerinden çalıştığım MÜSİAD’ı bir de işçilerin bakış açısından irdelemek ve MÜSİAD üyesi bir patronla çalışmanın onlar üzerinde ne gibi yansımaları olduğunu anlamak istedim. Çalışmanın bu anlamda katı bir biçimde tanımlanmış sınırları olduğu açıktır. Diğer bulgular tali olup MÜSİAD üyeliğinin işe yansımalarının sınırlı kaldığını öğrenmiş olmak benim açımdan asıl olandı. Özlük haklarıyla ilgili bulgular arasındaki farklılaşmanın kaynağında da muhtemelen bu gerçek (bir kurum olarak MÜSİAD’ın ve dolayısıyla üye işyerlerinin bu konuda sahip oldukları hassasiyet) yatmaktadır. Yoksa Türkiye’de (KOBİ’lerde) çalışanların çok büyük bir bölümünün sigortasız istihdam edildiklerini öğrenmek için saha çalışması yapmaya gerek olmazdı. Böylece ve altını çizmek üzere derinleştirecek olursam, alan çalışmaları arasındaki somut ve temel farklılığı oluşturan özlük hakları konusunu şöyle açıklayabilirim:

1997 tarihli yukarıda sözünü ettiğim çalışmamda, MÜSİAD’lı işadamları çalışanların özlük haklarını mutlaka sağladıkları bilgisini bana sanki bu sadece yasal bir gerekliliği yerine getirmek değilmişcesine övünerek vermişlerdi.[6] (Türkiye genelinde yaygın olarak sigortasız işçi çalıştırıldığından olsa gerek bu işverenler için övünülecek bir husustu). Dolayısıyla, MÜSİAD’lı işadamlarının çalışanlarının yasal haklarına dönük bir hassasiyet içinde olduklarını önceki yıllardan zaten biliyordum.

2007 tarihli yakınlardaki çalışmada edinilen ise, zaten bulgulanmış olan bu bilginin işçilerce de teyit edilmesinden ibaretti. Daha doğrusu ben böyle düşünmüştüm. Ama elbette, işadamlarının da çalışanların da bu konuda yanlış bilgi vermiş olma ihtimalleri hiç yok değilse de işverenlerin işçilerle görüşmemiz için bize izin vermiş olmalarını onların bir araştırmacının incelemesi karşısında bu türden korkulara, yasal gerekleri getirmeme nedeniyle gizleyecek konulara sahip olmadıklarının bir göstergesi olarak da değerlendirebiliriz. Üstelik, MÜSİAD, Müslüman camianın TÜSİAD’ı konumunda. Böyle bir konuda gerçek-dışı bir iddiada bulunmaları ihtimali yok denecek kadar azdır. Üyelerinin kendilerini kamuoyu önünde zor durumda bırakacak uygulamalar içinde olması akla yakın değil. Bu açıklamalar da ikna edici değilse, bu kadar göz önünde bir örgüt olan MÜSİAD’a üye işyerlerinde çalışanların yasal haklarının verilip verilmediği yönündeki bilginin kolayca sınanabilirliğini hatırlatmak isterim. Özetle, iki çalışmanın bulguları arasındaki farkın neden olduğu soru işaretinin, benim çalışmamda özlük haklarıyla ilgili olarak gerçeği yansıtmayan bilgiler verilmiş olmasıyla değil de o görüşmelerin MÜSİAD üyesi işyerleriyle sınırlı olduğu gerçeğiyle giderilebileceğini düşünüyorum.

Asıl anlaşmazlık noktasını teşkil eden husus buydu ama (Kitabının bende bıraktığı intiba öyle olmasa da) Durak’ın ‘zıtlık içinde’ olduğumuzu ileri sürdüğü bir başka meseleye dair düşüncelerimi de bu vesileyle paylaşmak istiyorum:

Benim çalışmamda sendika ve sınıf bilincine dönük ipuçlarından söz edilirken Durak’ın çalışmasında buna hiç ihtimal verilmiyor (Durak, 2011: 130). Bu saptama aslında bir başka çelişkiyi de ortaya çıkarmaktadır. Zira benim görüştüğüm işçiler nedense özlük haklarıyla ilgili bilgi verirken çekinerek gerçeği yansıtamamış ama sendikal çalışma nedeniyle işten atılanlara dair bilgiler verirken cesur davranabilmiştir. Yine nedense özlük hakları konusunda gerçeği söyleyemeyen işçiler, sendikal yönelim, sınıfsal farkındalığı ve bilincini düşündürecek hususlara işaret ederken de kendilerini korkusuzca ifade edebilmişlerdir.

“Abi-kardeş gibiyiz” diyen ve “patron” sözünden hoşlanmayan işverene karşı “patron”u kullanan; “yüzyüze ilişkilerle sorun çözmenin yeterli olacağını” ileri süren işverene karşı “sendika ve devlet karışımına yönelik özlem” dile getiren işçiler “ayrımız gayrımız yok” gibi bir söyleme prim vermeyip zengin-yoksul ayrımının fark yarattığına dair ifadelerle sınıfsal farkındalıklarını sergiliyorsa, orada bir sınıf bilincinden söz etmek gerekir. Bu, ille de sokağa dökülmek gerektiğini düşünen değil; kendisini çok farklı formlar altında görünür ve var kılacak türden bir bilinçtir.

Durak’ın çalışması da gerçekte benim bakış açımdan sınıf bilinciyle ve mücadeleci özelliklerle ilgili örnek ve ipuçlarıyla dolu. Ama kendisinin bakış açısından muhtemelen devrimci mücadele gereğine ikna olmuşlukla özdeş tutulduğu için işçiler arasında sınıf bilinci hiç görülmüyor. Oysa, genelde Türkiye’de özelde muhafazakar Müslüman kesimde yaygın olarak var olan sendika karşıtı görüşün işçiler arasında destek bulmamakla kalmayıp iş süreçlerinin patronların inisiyatiflerine terk edilmemesi için sendikal örgütlenmenin ve devlet karışımının gereği üzerinde durulması sınıf, bilincinin (yani farklı çıkarları ve özellikleri olan bir grup olmakla ilintili olarak sınıf bilinci) gelişmekte olduğuna dair işaretlerdendir.

Benim anladığım kadarıyla sınıf bilinci, işçinin kendisini ayrı bir sınıf olarak konumlandırması ve bunun farkındalığı ile ilgilidir. Bu farkındalık elbette mücadele boyutunu da içerecektir. Ama bu hâlihazırda mücadeleden anlaşılan şeye (çatışmacı, bir merkezden bir merkeze yönelmiş) karşılık gelmek zorunda değildir. Kanımca Müslüman gelenekte, sınıfı ve sınıf bilincini tanımlayan özelliklerin farklılığı kadar iktidar ve muhalefet kurgularının farklılığına da dikkatimizi yöneltmeliyiz. Bu çerçevede, Müslüman iktidar ve muhalefet anlayışları ile Foucaultcu (her yere ve zamana yaygın iktidar ve dolayısıyla muhalefet) bakış arasındaki paralellik dikkat çekicidir.

Son bir not olarak belirtmeliyim ki, yine benim bakış açımdan ve yukarıdaki saptamaya uygun olarak, Durak’ın çalışması aslında sadece emeğin değil sermayenin de tevekkülünden söz ediyor. Çünkü kanımca En azından şimdilik emek de sermaye de aynı tevekkül dünyasının mensuplarıdır. Ben Durak’ın Kitap’ını böyle yorumluyor, böyle anlıyorum. Üstelik buna uygun olarak hegemonyanın tahakkümü de sadece işçiler üzerinde değil işverenler üzerinde de işliyor. Yukarıdaki yorumumu desteklercesine, işçilerin kendine has direniş strateji ve mekanizmalarına dair hususları büyük bir ustalıkla anlatıyor aslında Durak. Kanımca problem, sol bakışın her yerde sınıfı görmesine karşın analize dinin dâhil olmasıyla ortaya çıkan görüş bulanıklığıdır. Durak çalışması boyunca bir yandan sınıfı veri alıyor, ama öte yandan bilince ve mücadeleye dair izleri görmezden geliyor; ya da yolunda ilerlerken bunların adını koymamayı tercih ediyor. Aslında, yukarıda da belirttiğim gibi, çalışmasında bu gerçeği gözler önüne seriyor; tek yapmadığı bunun adını koymak…

Değil mi ki, işçilerin direnme ve muhalefet şekillerine dikkatimizi çekmekle de kalmayıp kitaba son noktayı, işçilerin dini inanışlarının farklılığını vurgulayarak koyuyor. Ki bu, sosyalist İslam’ın önde gelen düşünürlerinden Şeriati’nin ‘dine karşı din’ formülasyonuna, yani sınıf bilinci ve mücadelesinin din üzerinden yürütüldüğü bir biçimine işaret eder.


[1] Özdemir, Şennur, İslami Sermaye ve Sınıf: Türkiye/Konya MÜSİAD Örneği, Çalışma İlişkileri Dergisi, Cilt 1, Sayı 1. 2010.

[2] Durak, Yasin, Emeğin Tevekkülü,: Konya’da İşçi-İşveren İlişkileri ve Dindarlık, İletişim: 2011.; ve Dünya Bülteni’nden Asım Öz’ün Yasin Durak’la yaptığı röportaj.

[3] Durak, 2011: 131.

[4] Bkz., Dünya Bülteni’nden Asım Öz’ün Yasin Durak’la yaptığı röportajda makalemle ilgili yönelttiği soru.

[5] Özdemir, Şennur, Anadolu Sermayesinin Derinleşmesi ve Türk Modernleşmesinin Derinleşmesi, Vadi: Ankara, 2006.

[6] MÜSİAD üyelerinin işçilerin yasal haklarını sağladıkları yönündeki bilgi için bkz., Özdemir, Şennur, 2006: 208-9.