Susturulanlar, Susturanlar: Şener Özmen’in “Shut Up!”ı Üzerine

“Çağın en karmaşık yerinde durduk
Biri bizi yazsın, kendimiz değilse
Kim yazacak,
Sustukça köreldi
Kaba günü yonttuğumuz ince bıçak” (Gülten Akın)

/

Slogan atan genç eylemci kadının ağzı gözaltına alınırken güvenlik güçleri tarafından kapatılır. Siyasal iktidarın taşıyıcılığını yapan ve temsilini üstlenen kolluk kuvvetleri, masum kalabalıklara evvela ‘dağılın, seyredilmeye değer hiçbir şey yok’ diye seslenir. Şehrin gözle görülür bir yerinde anormal bir durum hâsıl olmuş, gündelik hayatın akışı kısa bir süreliğine askıya alınmıştır, ama şimdi her şey kontrol altındadır. “Dağılın!” ikazı Demoklesin kılıcı gibi âdeta yeryüzünü kesip biçer. Ne var ki, bakışlara müdahalede bulunan iktidar aynı zamanda kulaklara da müdahale eder: ‘işitilmeye değer de bir şey yoktur.’ Zira eylemci kadın hâlâ direnmektedir, ağzı kapatılmasına kapatılmıştır ama kelimeler kırılarak, ufalanarak da olsa dökülmeye devam eder: in-san… lık… on… uru…. faşizm… yene… Cümleler genellikle tamamlanamaz. Anlamlar boşlukta tozuyarak dağılıp gider. Sesler artık anlamlı bir dizgeden ziyade homurtuyu yahut bağrışı andırır. İktidar büsbütün susturamasa bile en azından dili parçalayacaktır. Eylemci kadın parçalanmış dili ile kalabalıkların arasında saçlarından sürüklenerek polis aracına fırlatılır; son bir kez camlar arkasından dünyaya (kamuya) bu kez parmakları ile (parmaklar, aslında tüm beden o eşikte dilin işlevini üstlenmiştir) seslenmeye çalışır, neden sonra parmaklar acımasızca kırılır.


İktidarın en haşmetli mahareti susturmasıdır. Fiili varlığını susturma üzerine kurmuştur demek mübalağa olmasa gerek. İktidarın susturma pratiklerine maruz kalmak için ille de eylemci olmak gerekmiyor. Sözgelimi yoksul bir asker anası, oğlunun cenaze töreninde devletlû mateme uyup da “vatan sağ olsun” demek yerine, devlet erkânına var gücüyle “oğlumu siz öldürdünüz” dediği anda dudakları mühürlenir: Tahammülsüzlük. Makul olmayan “şehit anası” palas pandıras tören alanından uzaklaştırılır. Susturma işlemini asker ve polis gibi ara figürler gerçekleştirmez yalnızca. Şöyle ki, öğretmen öğrencisi, gardiyan mahkûmu, patron işçisi, doktor hastası, hâkim sanığı, anne çocuğu, abi kardeşi üzerinde benzer bir susturma işlemi uygular, iktidar gösterisinde bulunur. Tüm ara figürlerin müşterek noktası ise, toplumsal ve bireysel tahakkümü kılı kırk yararak tesis ediyor olmalarıdır. Çocuklar ebeveynlerine itaatsizlik edip hadlerini aştıklarında derhal susturulur. Ast, üstüne herhangi bir soru yönlettiğinde disiplinsizlik suçu işler. Davasına sonuna kadar inanmış militanın aklına soru işaretleri düştüğünde özeleştiri adı altında nedamete davet edilir. Velhasıl, kadınlar erkeklerin, küçükler büyüklerin, bilgisizler bilgililerin, güçsüzler güçlülerin karşısında susmakla yükümlüdürler. Toplum (hele de bizimkisi gibi Doğu toplumları) susma hususunda terbiye edilmiştir. “Söz gümüş ise sükût altındır” lafzı boşuna söylenmemiştir. Altın ve gümüş hiyerarşisinde saklı olan zihniyet, disiplinci toplumsal ve kültürel yapılanmayı tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde ele verir. Sükût kelimesi -ilk elden- cahilce ya da akılsızca konuşmamaya, yani “sessiz kalmaya” göndermede bulunur. Akıldan nasibini almadıkça konuşmanın anlamı yoktur. Sözü gümüş, sükûtu altın olarak değerlendiren ve suskunluğu salık veren özne, konuşan bir merci olarak kendisini otorite pozisyonuna çoktan yerleştirmiştir. Ama susturulma ayrı, sessiz kalma apayrı bir durumdur. Sessizlikte öznenin iradesi devrededir, buna mukabil, suskunlukta dışarıdan yöneltilen bir zor(lama) vardır. Siyasal iktidar -Foucault’nun kavramsallaştırması olan- “hakikat rejimini” umumi sükût üzerine bina eder; rejimi oluşturan sınırlandırılmış dil (hukuki ve siyasi terminoloji) muhataplarından onay bekler, bu icazet ancak zor ve korku aracılığıyla temin edilebilir. Sınıflı ve devletli uygarlığın en önemli unsurlarından biridir bu zor. Birileri emir verir, birileri de söz konusu emirlere şartsız koşulsuz biat eder. Egemen siyasetin alâmetifarikası siyasal alanda konuşmayı bir ayrıcalık (gücün ve iktidarın tezahürü) haline getirmiş olmasıdır. Siyasi bütünün yöneten ve yönetilen, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen gibi ikiliklerden hareketle kurulan kadim yapısı, sürekliliğini konuşabilenler ve susturulanlar ikiliği ile tamamlamaktadır.

Siyasal İktidar ve Söz

Diyarbakır’da güncel sanatla iştigal eden Şener Özmen, konuşma ve sus(turul)ma arasındaki diyalektiği olanca çıplaklığı ve hatta şiddeti ile gözler önüne sermektedir. Özmen’in “Shut Up!” (Kapatın Çenenizi!) adlı düşünceyi tetikleyen çalışması hakkında yorumda bulunmadan önce, kanaatlerimizin boşa düşmemesi için teorik sayılabilecek bir çerçeve çıkarmamız gerekiyor.1 Şu sorularla başlayalım: Susturma “anı”nı kurucu bir iktidar anı olarak tanımlamak mümkün müdür? Susturma sürecinde “aracıların” konumu nedir? Susmanın ve konuşmanın sınırları nasıl, dahası ne adına, ne türden meşruiyet noktalarına atıfla belirlenir, sınırlar hangi durumlarda geçersizleşir, hangi durumlarda kendilerini yeniden üretir? Sessizliğin bozulması siyaseten ne anlama gelir? Siyasal iktidarı söz karşısında bu kadar çok korkutan şey nedir? Ağızdan çıkan söz her an maskeleri parçalayabilir, toplumsalda infial de yaratabilir, soğuk canavarı tüm keskinliği ile ifşa da edebilir… Bütün bunlar olasıdır. Nitekim hiçbir iktidar –en demokratiği bile- kendi sınırlarını –kutsallarını- aşındıran fikirlere ve eylemlere tahammül edemez. Bu nedenle muhtemel ifşaatların önünün alınabilmesi için türlü hukuki ve siyasi tertibatlar yürürlüğe sokulmuştur. Söz ve Yasa arasında ilişki kurulmuş, Yasa sözü –sözün etkilerini- bin bir kurnazlıkla ele geçirmiştir. Modern siyasi yapılanmada sözün sınırları rikkatle çizilmiştir, sınırın bir yakasında -hoşgörü söylemine dolayımlanan- katlanılabilir olan sözler, öte yakasında ise hiçbir surette tasvip edilmeyen, kapatılmış, inkâr edilmiş sözler vardır. Bastırılmış, yadsınmış sözlerin ıslah edilmiş kulaklar tarafından işitilmemesi gerekir, büyük bir sansür mekanizması bu hayati görevi anbean yerine getirmektedir. Günümüzün liberal demokrasilerinin burjuvaca “ifade özgürlüğünün” işlevi, hâlihazırdaki sınırları muhafaza etmekten ibarettir, zira kamusal alanda asla tartışılmaya açılamayacak, açıldığı zaman patlamaya hazır “hassasiyetleri” kaşıyan kimi dogmalar (Türkiye özelinde Ermeni meselesi gibi) mutlaka mevcuttur. Söylenebileceklerin ve söylenemeyeceklerin sınırlarını mahut dogmalar tesis etmektedir. Kaşındığı takdirde söylemsel çatlaklara yol açan mevzularda susmak en geçerli stratejidir. Dogmalar yahut tabular hakkında uluorta konuşanların (Hrant Dink örneğinde olduğu üzere) erken öten Galya horozları misali boyunları vurulmakta, türlü cezalara maruz kalmaktadırlar. Ortaçağın en yaygın cezalandırma pratiklerinden biri dillerin kesilmesiydi; bugün modernite koşullarında diller farklı şekillerde kesiliyor. Susturmanın ustası olan siyasal iktidar elbette konuşturmanın da bir o kadar ustasıdır. Kaldı ki, susturma ve konuşturma arasındaki gerilim sanıldığı üzere asimetrik değil, simetriktir. Siyasal iktidar dilsizleştirebildiği gibi istediği vakit dillendirebilir de. Sözgelimi, icabında ama yalnızca icabında kişileri söyleme zorlayabilir –Foucault’nun tabiri ile “söyleme kışkırtabilir”-, itiraf bekleyebilir. Ama hangi dinamiklerin etkisiyle oluşursa oluşsun her türden söyleme kışkırtma hamlesi neticede muayyen bir kural ve düzen içinde cereyan eder. Neyi, nerede ve ne zaman konuşmamız gerektiğine karar veren güç odaklarının kurumsallaşmasından, bunların meşruiyet kazanmasından söz ediyoruz.

İfadesiz Bırakılanlar: Zoe ve Bios İkiliği

Siyasal yapılanmanın sürekliliğini sağlamak için, iktidar tarafından “düşünce”, “özgürlük” ve “ifade” arasındaki ilişkileri düzenleyen devasa bir hukuki teçhizat yaratılmış; kurallar manzumesi kaleme alınmıştır. Gelgelelim modern siyasal iktidarların bu üç kavram karşısında bir türlü baş edemedikleri bir dertleri var. “Düşünce özgürlüğü”nden dem vuran hukuk devletinin, “düşünce nedir?” sorusu karşısında eli böğründe kalır. Otoriteler konuşma edimi ve dil hususunda genelgeçer bir fikre ve uygulamaya sahip değillerdir. Üstelik düşünceler sınırları mütemadiyen aşıp geçersizleştirmektedir; kuralları her defasında yeniden tanımlayan istisnalardan ötürü içtihatlar yamalı bohça haline gelmiştir. Modern hukukun ve siyaset tarzının düşünce bahsindeki sancılı açmazını bir tarafa bırakalım, zira bu açmazı çözümlemeye çalışırken kısır bir döngüye kapılmamak işten bile değil. Meselenin temellerini modern öncesi toplumsal ve siyasal koşullarda aramalı. Hannah Arendt’in belirttiği üzere, siyaset düşüncesinde pek çok “ilki” başlatan Platon, bizce “düşünce” sorunsalının da başlatıcısıdır. Theiaitetos adlı diyalogundan: “Öyle ki, ben düşüncelere sahip olmaya konuşmak diyorum ve düşünceye dille ifade edilen şey diyorum.” Düşüncenin ve konuşmanın ne olduğuna ilişkin geleneksel ve modern mülahazalar işte bu tanımın etrafında döner. Tanımı kıyısından köşesinden kurcaladığımızda toplumsal hayatın örgütlenmesinde susturulanların ve konuşanların yerleri daha sarih bir biçimde açığa çıkacaktır. Özellikle “yerler” diyoruz çünkü Ranciere’nin altını çizdiği gibi siyaset mekânın düzenlemesi ve yerlerin tayin edilmesi işlemidir. Toplumsal ve siyasal hayatta konuşabilenlerin ve susanların birbirlerinden tamamen farklı yerleri vardır. Platon’a göre, konuşmak düşüncelere sahip olmanın göstergesidir. Tek başına konuşma (monolog) ve düşünme mümkün değildir, bunun için en az iki kişiye, dolayısıyla toplumsala ihtiyaç vardır. Düşünce dil aracılığıyla ya da doğrudan dilde dışavurulan tinselliktir. Özne konuşarak zihnindeki düşünceleri dışa vurur ve dünyaya açılır. Açıldığı dünya ise içinde konuşmada eşitliğin tesis edildiği (isegoria) kamusal dünyanın ta kendisidir. Siyasette zor ya da şiddetin değil ama ikna yönteminin kapısı bu kısmi eşitlik sayesinde açılır. Yasa’nın kuruluşunda ve siyasetin icrasında rasyonel sayılabilecek mutabakatçı söylem, rıza üretimini sağlar. Yurttaş eşitler arasındadır, konuştukları karşı (dinleyen) tarafta belli bir etki uyandırmakta, kısacası söyledikleri anlaşılmaktadır. Anlaşılırlığı mümkün kılan unsur, konuşmanın logostan (akıldan) pay alarak gerçekleştirilmiş olmasıdır. Sarf edilen tüm kelimeler şeffaf ve açıktır. Karşılıklı diyalogu olanaklılık düzlemine çeken dinamikse bir gösteri ve görünme mekânı olarak kamusal alandır. Makul söz ancak kamusal alanda boy atabilir. Yurttaşlar (polites) karar alma süreçlerine –siyasete- konuşmanın ve işitmenin spesifik bir dengede devindiği site (polis) içinde iştirak edebilir. Platon’un takipçisi Aristoteles, Politika’da, polisi insanın kendini gerçekleştirebileceği “en iyi” örgütlenme biçimi olarak sunar. Aristoteles’in “en iyi hayat” söylemi de hatları kalın çizgilerle çizilmiş olan bir sınır durumuna işaret etmektedir. Zira bios ve zoe arasında kodları geçirimsiz ayrımlar yapılmıştır. Şöyle ki, üreme ve gündelik hayatın devamlılığı zoe’nin alanına girerken, iyi yaşamı siyaseten ve hukuken kurma ve çekip çevirme işi ise bios’un alanına girmektedir. Hane ya da aile, yani özel alan zoe’nin, kamusal hayat ise bios’un tasarrufundadır. Konuşmadan men edilenlerin mekânı, içinde aklın değil ama duyguların, düzenin değil ama kaosun, mantıklı taleplerin değil ama bitip tükenmeyen şikâyetlerin yahut sızlanmaların yer aldığı zoe’dir. Zoe’de konuşma söz konusu olamaz; insana has kelimeler değil, hayvansı bağrışlar işitilebilir. Şeffaflıktan ve açıklıktan ziyade karanlıklar ve müphemlikler bölgesidir. Aristoteles’te yurttaş statüsüne sahip özne, konuşma imtiyazı sayesinde bios’un aktif bir parçası olarak politik bir hayvan mertebesine yükseltilmiştir. İnsandan ziyade hayvani bir varoluşa sahip olanlarınsa bios’tan, yani siyaset dünyasından dışlanmaları, uzak tutulmaları gerekir. Çalışma da dahil olmak üzere kaba ve alelade olan ne varsa işte bu dilsizlikle malul hayvansı hayata ilişkindir. Zoe’ye kapatılanların kara yazgısı ebediyen susmaktır. Kadınlar, çocuklar, yabancılar, yaşlılar, engelliler, köleler, hülasa topyekûn olarak “aşağıdakiler” susmak ve verilen komutları dinlemekle tanımlanmışlardır. Susmayıp da konuşmak istediklerinde, onlara tahsis edilen yerlerinden firar etmeye teşebbüs etmişlerdir ki, bu teşebbüsün sonu ekseriyetle hüsranla neticelenir: topuklar kırılır, diller koparılır. Kapatıldıkları dehlizlere yeniden ve daha bir hırpalanarak yollanırlar.

Dil(sizler) ve Umut

Yerler ve işler arasındaki iktidar ilişkilerinden hareketle şu sonucu çıkarmak mümkün: Modern dönemin kamusal alan özel alan, devlet ve toplum, yurttaş ve insan, devlet ve sivil toplum gibi ayrımları -içleme ve dışlama mekanizmaları benzer bir mantıkla işleyen- modern öncesi siyaset ve iktidar pratiklerinin bakiyesidir. Dil olanağından ve konuşma araçlarından yoksun bırakılıp, insan ve hayvan arasında bir ara bölgeye yerleştirilenler, günümüzün çeşitlilik arz eden zoe’lerine kapatılmış varlıklardır. Mahpuslar, mülteciler, banka önlerinde boylu boyunca uzanmış evsiz barksızlar, fahişeler, deliler, proleterler, yoksul Kürtler, hastalar ve sefiller, ayyaşlar ve tinerciler, oradan oraya gezinen avareler, disiplinsiz askerler, kısacası günümüzün camdan steril dünyasında birer leke gibi durarak hiçbir surette “norma” uymayanlar, ortaçağ zindanlarını çağrıştıran kör kuyulara tıkıştırılmışlardır. Bu lanetli, izbe kuyular huzursuzluğun ve dehşetin kıvamlandığı mekânlardır. Siyasal iktidar kendi şaheseri olan bu huzursuzluğun sonuna kadar farkındadır. Zira insan görünümlü ama insan olmayan varlıklar, hayvani koşullarından sıyrılarak kamusal dünyaya insan olarak açılmak istediklerinde, bunu kimileyin hoyratça kimileyin çaresizce şiddete başvurarak, kendi usullerince dile getirmeye çalıştıklarında, sınırların bekçileri tarafından okkalı bir “Shut Up!” ile karşılanmaktadırlar. Şener Özmen’in çalışması2 ilk bakışta umutsuzmuş gibi görünse de, siyasal iktidarın bir parçası olan kişinin yeraltındakileri susturmaya çalışıyor olması, hayatın devam ettiğine ve umudun varlığına tekabül eder. Siyasal iktidar mutlak suskunluğu ve hareketsizliği sağlayamaz. Mutlak suskunluk ancak ölüm söz konusu olduğunda geçerli olabilir. Aşağıdakiler, yeraltında da olsalar, hâlâ konuşmaya, birilerini amansızca rahatsız etmeye devam ediyorlardır. Kaşlarını çatarak “susun!” çeken özne, kurucu bir iktidar anını yeniden üreterek, belki o eşikte aşağıdakileri anlık olarak susturabilir. Ne var ki, kaşların çatılması huzursuzluk ve acı söz konusu olduğunda kifayetsiz kalır. O kuyulardan şu ya da bu şekilde çıkılacaktır. Karanlık dehlizlerdeki hayatları bir ucundan diğerine kat eden homurtuların, inlemelerin bir sonu vardır muhakkak. Modern siyasal iktidarların zoe’dekilerin ıstırabını sözümona teskin eden temsil sistemi de düşüncenin, konuşmanın ve ifadenin gücünü sağaltan geçici bir çözümden ibarettir. Zoe’dekiler adına konuşmanın bir yalan olduğunu, en iyi zoe’dekiler bilmektedir. Her türden temsiliyet bağının kesilerek, herkesin öncelikle ve sadece kendi adına konuştuğu bir dünya, içinde ulusal, cinsi, sınıfsal önyargıların olmadığı, tüm imtiyazların buharlaştığı, hakiki bir demokrasinin egemenliğini ilan ettiği bir dünya olacaktır. Adından bu kadar çok sık söz edilmesine rağmen, demos henüz doğrudan konuşmamış, aslında konuşturulmamıştır. Siyaseten saf dışı edilenlerin, adı anılmayanların konuştuğu ve kendi sözlerini kurdukları gün, verili iktidar kodları yıkılmış demektir. Elbette demokrasi ikametgâhının kuruluşu yeraltındakilerin kireç beyazı suretlerini gün ışığına kavuşturacak “an”a, “an”ların zincirlenişine bağlıdır: umut, isyan ve devrim “an”larına.

Zeus’un Uzantısı Hermes ya da Yasa’nın Kılıçları

Yeraltındakilerin yeryüzüne çıkışını önlemeye çalışan figürler, siyasal iktidar açısından elzemdir. Güvenlik ve istikrar bu aracılar sayesinde sağlanmaktadır. Şener Özmen’in fotoğrafında dikkat çektiği iki dünya arasındaki sınırda konumlanmış olan özneyi nasıl tanımlayabiliriz? Bu ara figürün aydınlatılması, hakkında kelam edilmesi gerekiyor. Zira iktidar ilişkilerinde çok önemli bir konuma sahip: İki hareketi aynı anda gerçekleştiriyor. Aşağıdakilere “susun” derken, eşanlı olarak beridekilere de “durun” diyor. Kimleri sustururken kimleri durduruyor? Yeryüzündekilerle yeraltındakilerin karşılaşmasını neden önlemek istiyor? Hem susturmaya hem de durdurmaya gücü var mıdır sahiden? Hangi odağın temsilini üstlenmiştir? Kurucu iktidar anı, polis’ten farklı olarak medeniyet dışı bir mekânda, doğada gerçekleşiyor. Bu mekânsal durum iktidarın her tarafa taştığının, her yeri kuşattığının göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bu paradoksal durumu yalnız başına siyaset düşüncesinin açıklığa kavuşturması çok zor ya da daha doğrusu, kavramların imgeleri yakalaması ve birtakım kategoriler aracılığıyla onları belli bir paradigma içine yerleştirmesi mümkün değil. İmgesel olana yine imgesel olanla karşılık vermek, yolumuzu açabilir diye düşünüyoruz. O halde bir imge-kişiliği devreye sokalım: Hermes.


Tanrıların habercisi Hermes, yolda meyve bahçesi ile uğraşan yaşlı bir adama rastladığında, ona şu nasihati verir: “Eğer bol meyve almak ve zengin olmak istiyorsan bak fakat görme, işit fakat dinleme, seninle ilgisi olmayan şey hakkında susmayı söylemeye tercih et”. Zenginliğin ve zenginlikle birlikte gelecek olan iktidarın (boş zamanın ve yurttaş olmanın) altın kuralı duyu organlarının bilinçli olarak işlevsizleştirilmesidir. Kişi bakacak fakat görmeyecek, işitecek fakat dinlemeyecektir. İktidarın uygulamaları söz konusu olduğunda da geçerli olan bir nasihattir bu. Bu temel ilkeyi salık veren zeki ruh kimdir? Haberci Hermes, Titanların soyundan gelen su perisi Maia’nın ve Titanları Tartarosa’ya (yeraltı ülkesine) hapseden Zeus’un oğludur. Asli işlevi Tanrılar dünyası ile insanlar dünyası arasında habercilik yapmaktır. Çizilmiş sınırlar Hermes nezdinde hükümsüzdür, farklı dünyalara kolaylıkla giriş-çıkış yapar. Sınırın iki yakasında da sözü ve iktidarı geçer akçedir. Dünyalar arasında bu itibarla mekik dokur ve Tanrıların tartışmasız en kurnazlarından biridir.

Tanrıların sergiledikleri eylemlerin dahi bir karşılığı vardır. Eylemler kendi sonuçlarını kaçınılmaz olarak doğurur. Maia ve Zeus birbirlerinin acımasız düşmanlarıdır. Haberci Hermes, ataları yeraltına hapsedilen Maia soyundan geldiği için ezilen konumundadır. Fakat bu duruma tezat teşkil eder şekilde atalarını yeraltına hapseden Zeus’un oğlu olduğu için de aynı anda ezen konumundadır. Birbirine temelden karşıt olan iki pozisyonu bulunmaktadır. Ezen ve ezilen kişilikleri Hermes’te iç içe geçmiştir. Bu çifte kişiliği modern toplumun imaj, güç ve zenginlik ilişkilerine tercüme edelim: Hermes emir kuludur ama kendisi de emir verir. İktidarın sahibi değildir fakat ondan pay almıştır. Yasa’nın yaratıcısı değildir ama taşıyıcısı ve denetleyicisidir. Bu gibi niteliklerinden ötürü, iktidar yapılanmasında dişli işlevi gören bürokratları, kolluk kuvvetlerini, hukukçuları, doktorları, mühendisleri, reel siyasetçileri, Gramsci’nin tabiri ile “teknokrat entelektüelleri” andırmaktadır diyebiliriz. Tüm bu ara tabakalar (sınıfsal olarak “orta sınıf”) uçlar arasında denge kurmakla yükümlüdür. Sistemin bekası, bu orta tabaka mensuplarının varlığına bağlıdır. İçlerinden bazıları şiddet araçları ile donatılmışlardır. Yasa’ya ve Kılıç’a eşit uzaklıktadırlar ama ikisine de malik değillerdir. Zira sözün ve Yasa’nın kullanımını tekelinde bulunduran, kılıcın kullanıcısını da tayin etmektedir. Kılıcın kullanımı kuraldan taştığında, yani kör ve kontrolsüz şiddete başvurulduğunda “sorumluluktan” akıllıca sıyrılırlar (Jitem gibi para-militer yapıları hatırlayalım!). Nihayetinde yukarıdan gelen talimatları yerine getirmişlerdir, kötülüğün sıradanlığı en çok bu kişiliklerde açığa çıkmaktadır. Gelgelelim, bu orta tabaka mensupları her an bir yerden bir başka yere savrulabilir, yıkılabilir ya da tersine yükselebilirler.

Yeryüzünde edebi ve metafizik bir eşitlik olamayacağı için -Deleuzecü bir yaklaşımla- Hermes’lerin vaziyetini “arada olma hali” üzerinden tartışabiliriz. Hangi konum daha trajiktir: yeraltındakilerin ve yeryüzündekilerin hiç değilse tanımlanmış mevkileri vardır ama Hermes’in konumu ve belki de esas sıkıntısı hiçbir yere sahip olmamasıdır. Göçebe bir haldedir. Bizce esas tedirgin olan aşağıdakiler ya da yukarıdakiler değil, Hermes’in ta kendisidir. Düşünce dünyasında olduğu gibi duygu dünyasında da muazzam bir parçalanmayı beraberinde getirir bu “arada olma hali”. “Arada olma haline” S. Freud’un “ben” kavramından hareketle açıklık kazandırılabilir. Şöyle ki, Freud’a göre, “ben” aslında “ben olmayan”, kamu yararına oluşturulmuş kültürel bir kişiliktir. “Ben”, ilkel benlik, yani kamusal olmayan kişilik ile üst-benlik ya da kişinin toplum içerisinde sahip olacağı yeri oluşturan mekanizma arasında kurulan kişilik demektir. Bu yüzden kişinin sınırları sahip olduğu “kişilik” ya da anlatımlar dâhilindedir. Kişi kendine özgü olduğunu düşündüğü anlatımları sayesinde toplumsal yapının bir parçası haline gelmiştir. Modernizmin en büyük yaratımlarından biri olan “bilinçdışı” da, kişinin toplumsal hayata karşı geliştirdiği direncin mahsulü olan “içsel dünya” olarak tanımlanmıştır. Bu içsel dünyanın tam olarak ne olduğu hakkında modern söylencelerden ve rüya yorumlarından başka veri yoktur elimizde. Fotoğraftaki kişi de, önünde sonunda -her ne kadar eylemini yalın doğada gerçekleştiriyor olsa da-, kamusal yarar adına oluşturulmuş bir kişiliktir. Duyguları ve fikirleri, kısacası benliği kendine ait değildir.

Yaşantının en ihmal edilen yönü insan tekinin neyi yaşaması gerektiği üzerinedir. Derrida “fikirlere değil, duyumlardan gelen şeylere sahibiz” der. Derrida bunu söyleyerek, bizim aslında düşünme edimini gerçekleştirmediğimizi, sadece duyumlarımızı adlandırdığımızı, kavramaya çalıştığımızı vurgulamaktadır. Lacan’a göre, çağımızın sihirli kelimesi olan “bilinçdışı” kavramı tıpkı “bilinç” gibi “oluşturulmuş” ve “üretilmiştir”. Lacan tarafından bilinçdışının salt bireysel bir fenomen olmadığına, tersine toplumsal olarak üretildiğine işaret edilmesi, insani olan her şeyin kurgusal olduğunu, oluşturulduğunu ifade etmektedir. Bu minvalde medeniyetin gelişimi ve serpilmesi insani duygu ve düşünce dünyasının kavramlarla değişimidir. Yaratılan her kavram kişiye teatral bir yaşantının kapılarını aralamaktadır. Post modern algı bu olayı daha da karmaşıklaştırmıştır. Yaşamı metin düzlemine yerleştirip sonsuz olasılıkların gerçekleşebileceği, kurgusal bir yapboza çevirmiştir.

Fotoğrafta gücün sembolü olan takım elbiseyi giyen kişi (burada Nietzsche’nin ünlü deyişini, “kamburun sırtından kamburunu alırsan, kişiliğini de almış olursun” hatırlamak gerekir) dünyada yapması gerektiğini düşündüğü şeyi yapmaktadır. Aynı zamanda hangi tarafa ait olduğunu da açıkça belli etmektedir. İnsani duygularından sıyrılmıştır. İcraatları esnasında ondan “insani” bir eylemde bulunmasını beklemek yanlıştır. Duygular insanın sahip olduğu ya da içinde bulunduğu konum itibari ile farklılık gösterebilir. Ne var ki, belirleyici olan tek bir şey vardır: iktidar mekanizması tarafından verilen görevi istenildiği şekliyle yerine getirebilme düşüncesi. Bir başka ifadeyle, asa kime verilmişse Musa da o olmak zorundadır. Yeraltındakiler, yani bozguna uğratılanlar, tutsak edilenler, muhtemelen esaretlerini nasıl sona erdirecekleri üzerine konuşuyorlardır. Fakat bu konuşma birilerini rahatsız etmiş ya da tehdit olarak görülmüş olmalı ki bir aracı, Hermes tarafından uyarılmaktadırlar. Hermes tutsakları ünlemli bir Shut Up! ile susturmaya çalışmaktadır. Öte yandan, yeryüzü krallığında hükümranlığı ellerinde tutanlar ya da konuşma edimine hâkim olanlar, elde ettikleri bu hakları için, her an savaşmaya hazırdırlar. Takım elbiseli Hermes ezenlere, iktidara, Zeus ve yandaşlarına mı dur çekmektedir acaba? Yeraltında mahzur kalanları yeryüzündekilerin gazabından korumak mı istemektedir? Kim bilir?

Hermes bu anlaşılmaz yönünden ötürü anti-Prometheusçu bir anti-kahraman olarak çıkıyor karşımıza. Hermes, yani arada bulunan bu zavallı kişi, “hepimiz kardeşçe ve eşitlik içinde yaşayalım!” parodisini canlandırma kaygısı taşımıyor. Bilakis herkesin içinde bulunduğu koşulları kabullenmesi ve bu koşulları bahane ederek ses çıkarmaması gerektiğini vurguluyor. Elbette yeraltındakiler geçici bir süreliğine de olsa susar, yeryüzündekilerin öfkesi yatışır; Hermes’in görevi bu her an bozulmaya meyyal dengenin yeniden tesis edilmesiyle sona erer.


1 Şunu peşinen belirtmeli ki, Şener Özmen’in “Shut Up!”ını siyasal bir referans ağı içinde kalarak değerlendirmeye çalışacağız. Güncel sanat tartışmalarında her ne kadar siyasetten imtina ediliyor, yanı sıra, sanat, sanat içindir ya da sanat toplum içindir gerilimi saf dışı ediliyor olsa da, Özmen’in fotoğrafının siyasal olana estetik güzergâhlardan geçerek bağlanan bir mahiyeti bulunmaktadır. Alegorik niteliği de haiz güçlü bir imgesele yaslanmaktadır çalışma. İmgelerin estetikte olduğu gibi, siyaset düşüncesinde de birtakım tezahürleri vardır. Estetik ve siyasal olan arasındaki rabıtanın doğası gereği, siyasal olan ve estetik arasında birbirlerini dışlayan bir çatışmadan ziyade çakışma söz konusudur. Gerek Siyasalın Kıyısı’nda gerekse Estetiğin Huzursuzluğu’nda Rancière siyaseti “duyumsanabilir olanın paylaşımı” olarak tanımlar. Siyaset mekânın düzenlemesi ve yeniden düzenlenmesi sanatıdır. Estetik de siyasette geçerli olan bu paylaşım sürecine bağlıdır, zira o da tıpkı siyasette olduğu gibi imgelere, imajlara yaslanarak, açıları ve perspektifleri devreye sokarak mekânı ve mekânın parçalarını (eşyaları, canlıları) yeniden örgütler. Dolayısıyla, siyaset ve estetik arasında ihmal edilemeyecek türden geçişkenlikler ve paralellikler mevcuttur. Kuşkusuz fotoğrafa ilişkin söyleyeceklerimiz “yorum” kapsamındadır zira sanatta hakikat iddiasında bulunmak, yani eserin kendisi hakkında “en doğru” saptama budur demek, hem düşüncenin hem de eserin tükenişine karşılık gelir. Sanatın siyasal olana estetik aracılığıyla bağlanımı esnasında, özgürleştirici bir etkiye sahip olmasının ön koşulu sürekli genişleyen ve çoğalan anlamlara sahip olması; “içeriğinin” sabitlenmemesidir.

2 Özmen’in gerek “Shut Up”ını gerekse “Tractatus” gibi diğer çarpıcı çalışmalarını sanatçının Kürt kimliğinden ve yaşadığı coğrafyadan hareketle doğrudan Türkiye’nin Kürt meselesine bağlamak, sanatçıyı ve eserini “yerele”, “yerel olana” sabitlemek anlamına gelmektedir. Dahası bir çeşit “iç oryantalizm” olacaktır bu. Elbette Kürt meselesi ve Kürdistan realitesi de estetik ve ideolojik olarak göz ardı edilemeyecek unsurlardır. Ama sadece buraya odaklanmak, eserin evrenselleşme kapasitesini baltalar. Cemil Meriç’in ironik bir tarzda belirttiği gibi, “coğrafya kaderi”, “kültür kaderi”, “dil kaderi” gibi değiştirilemez etmenler “üçüncü dünya ülkelerinde” sanat ve sanatçı üzerinde etkide bulunur. Ama bu kaderlere saplanıp kalmanın sanatı kısırlaştıran, düşünceyi donduran bir yanı vardır. Dolayısıyla, Özmen’in eserinin çağrışımlarını çoğaltmak, düşünceye malzeme temin eden imgelerinin peşinden sürüklenmek tek bir noktaya yaslanmaktan daha tutarlı bir yol olarak görünmektedir bize. Bu nedenle, bu denemede Kürt meselesi, bilinçli olarak arka planda tutulmuş, doğrudan göndermelerde bulunmaktan ziyade imalarla izah edilmeye çalışılmıştır.