Küresel Sorunların Metalaşması ve Devlet-Sermaye İlişkisi

Son bir kaç yılda insan faaliyetleri sonucunda yerkürenin bir ısınma sürecinde olduğu konusunda geniş tabanlı küresel bir mutabakat oluştuğu gözlemlenmekte. Artık akademik camia, sivil toplum örgütleri, devlet bürokrasileri, uluslararası örgütler küresel ısınma konusunda bir şüphe duymuyorlar. Hatta, son yıllarda, sermaye grupları da bu uzlaşmaya katılmaya başladılar. Öyle ki, karbon emisyonundan birinci derecede sorumlu ağır sanayi, havacılık sektörü, otomotiv sanayi gibi sektörler ve hatta bu emisyonu mümkün kılan karbon-fosil bazlı enerji üreticileri bile “küresel ısınmanın bir gerçeklik olduğu” argümanını tartışmasız kabul ediyorlar.

Sermayenin aynı argümanı ilk küresel ısınma uyarılarının yapıldığı 90’lı yıllarda külliyen reddettiği göz önüne alınınca, hemen şu soru akla geliyor: Sermayenin pozisyonu neden değişti? Bu keskin değişimin temel dinamiği şu: çevre kaygısı, “sosyal sorumluluk” başlığı altında –Al Gorvari- ucuz bir PR (halkla ilişkiler) malzemesi olarak kullanılmasının ötesinde, hızla “metalaşıyor”. Çevre kaygıları, büyük sermaye tarafından devlet desteği ile yeni üretim-tüketim ilişkilerinin malzemesi yapılıyor. Sadece çevre kaygıları değil, sağlık, temel gıda fiyatları, yerkürenin hızla azalan doğal kaynakları gibi küresel kaygılar da metalaşıyor. Peki sermaye –çoğu zaman kendi yarattığı- küresel krizleri nasıl metalaştırabiliyor? Ve bu süreçte devletin rolü ne?

Küresel sorunların metalaşma sürecini ve bu süreci mümkün kılan devlet-sermaye ayrışmazlığını Çin örneğinden yola çıkarak göstermek mümkün. Çin, ABD’den sonra, atmosfere en çok sera gazı ve karbon emisyonu salan ülke. Ancak bu durum tahminlere göre 2015 yılında değişecek ve Çin bu konuda dünya lideri konumuna gelecek. Bu dev ülke, tarımsal üretimden kaynaklan metan gazı emisyonu hesaba katılmadığında, bugün bile atmosfere saldığı karbondioksit açısından dünya sıralamasında birinci. Bu korkunç karbondioksit emisyonunun arkasında temel olarak “kalkınan” Çin’in tükettiği enerjinin nerdeyse 3/4’ünü kömürden karşılaması yatıyor. Dünya kömür rezervlerinin %12’sine sahip olan Çin, son on yıllık ekonomik büyümesini temel olarak kömür (ve tabii ki ucuz emek) üzerinden gerçekleştiriyor.

Bugün sorunun merkezinde kömüre dayalı (ve ihracata yönelik) sanayileşme süreci var ama sorun sadece bundan ibaret değil. Petrol tüketimi de hızla artıyor, hem de sadece sanayide değil özel tüketim alanlarında da. Çin, yıllık 7 milyon yeni araba satışı ile, ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük otomotiv pazarı. Ayrıca geleceğin en büyük pazarı olacağı da kesin: Çin’de şu an ortalama 100 kişiye üç, ABD’de ise 100 kişiye seksen dört motorlu araç düşüyor. Otomotiv sektörü de, tıpkı diğer başat sektörler gibi, Batı’nın doygunluğa ulaşmış pazarlarını ve durgunluğa girmiş ekonomilerini göz önüne alarak bu büyük pazara doğru yöneliyorlar. Dünyanın en büyük otomobil fuarının Pekin’de gerçekleştiği şu günlerde iki yüzyıl öncesinin iştah kabartan “her Çinliye bir tişört” hayali, “her Çinliye bir araba” olarak değişmiş gözüküyor.

Bırakınız dünyanın diğer ülkelerini, sadece Çin’in fosil-yakıt kullanımındaki artış eğiliminin böyle devam etmesi durumunda çevre açısından gerçek anlamda bir kıyamet yaşanabileceğini düşünmek abartılı olmaz. Zaten bu tür uyarılar da sıkça yapılıyor. Örneğin, Uluslararası Enerji Ajansı 2007 Kasım’ında yayınlanan raporunda, böyle giderse, Çin’in sera gazı salımının 2030 yılında % 57 oranında artış göstereceğini ve bunun da yeryüzünde sıcaklığı en üz üç derece yükselteceğini iddia ediyor.

Bu çevresel felaket olasılığı gün gibi açık olduğu halde, bu sürece kimse dur diyemiyor ya da demiyor. Ama ne oluyor bu arada, soruna yönelik bioyakıt gibi başka çözüm yolları bulunuyor. Buğday, mısır, şeker kamışı, şeker pancarı gibi tarım ürünlerinden bioetanol; soya, palm, ayçiçeği gibi yağlı tohumlardan da biodizel üretiliyor. Ancak, çevreciler tarafından da savunulan bioyakıt, küçük üreticinin altından kalkabileceği bir üretim süreci değil. Bu yüzden de bioyakıt büyük endüstriyel tarım/enerji bileşimi şirketler tarafından üretiliyor. Örneğin Almanya’daki en büyük şeker üreticisi agro-endüstriyel dev Südzucker AB sınırları içindeki en büyük etanol üreticisi konumunda.

Brezilya ve ABD en büyük etanol, Almanya, Fransa ve ABD de en büyük biodizel üreticilerine ev sahipliği yapıyor ve bu ülkelerde devlet üretici şirketlere büyük sübvansiyonlar sağlıyor. Bu ülkeler genelinde, ama özellikle de ABD’de, büyük agro-endüstriyel şirketler özellikle iştah kabartan sübvansiyonlar sayesinde gıda üretimi yerine bio-yakıt üretimine kayıyorlar. ABD’de geçen sene bioyakıta verilen –sadece federal- sübvansiyon miktarı 7 milyar dolar. AB’de ise bioyakıtta litre başına verilen devlet desteği ABD’den bile fazla. Devlet sermayeyi sadece üretim aşamasında desteklemiyor aynı zamanda, çevrecilik adına, geleceğe yönelik asgari bioyakıt kullanma kotaları getirerek satış garantisi de sağlıyor: Örneğin AB 2020 yılına kadar trafikte kullanılan yakıtın en az %10’nun bioyakıt olacağı kararını almış durumda. Aynı şekilde ABD senatosu da 2012 yılı itibariyle satılan bütün araç yakıtlarının belli oranlarda etanol içermesi kararını aldı.

Ancak biraz incelendiğinde bu sürecin çevre kaygılarıyla gerçek anlamda bir ilişkisinin olmağı da anlaşılıyor. ABD’de Başkan G. Bush etanol programlarıyla hedeflenenin açıkça ülkenin petrole olan ağır bağımlılıktan kurtarılması olduğunu söylüyor; AB yapısı gereği mono-kültürel olan (yani tek tür ürün üreten) bioyakıt tarımı uğruna bio-çeşitliliğin feda edildiğini görmezden geliyor, Brezilya’da federal hükümet biodizel üretimine yönelik şeker kamışı ekimi için yağmur ormanlarının yakılmasına göz yumuyor. Ayrıca, verilen bütün devlet sübvansiyonlarıyla söz konusu ülkelerde ağaçlandırma yapılsa daha çok karbon emisyonunun ofset edileceği de biliniyor.

Böylece küresel ısınmaya çare diye önerilen “çevreci çözüm” sadece devlet desteğiyle büyük sermayenin elinde çok karlı bir metaya dönüşmekle kalmıyor, aynı zamanda çevreci olma vasfını da kaybediyor. Daha da kötüsü var: bioyakıttaki sübvansiyon desteğiyle gelen karlılık oranları agro-endüstrinin besin üretimi yerine bioyakıt üretimine kaymasına sebep oluyor. Örneğin dünyanın en büyük mısır üreticisi ve ihracatçısı ABD üretiminin %18’ini etanole aktardığı için artık eskisi gibi mısır ihraç etmiyor. Dünya arz piyasasını direkt olarak etkileyen bu gelişme, artan petrol fiyatları, yaşanan kötü iklim koşulları, artan endüstriyel et üretimi için gereken tahıl-yem ihtiyacı ve –tabiî ki- “piyasa spekülatörleri” gibi faktörlerle birleşince mısır fiyatlarını son bir yılda %35 arttırmış durumda. Artan mısır fiyatları beyaz et, kırmızı et, süt, yumurta gibi gıda maddelerinin de fiyatını etkiliyor. Son bir yılda dünya besin fiyatlarının tümünün ortalama 1/3 oranında arttığı göz önüne alınınca, bioyakıt üretiminde kullanılan ve dünyanın çeşitli bölgelerinde insanların temel besin kaynağı olan buğday, soya, pirinç gibi ürünler için de benzer bir sürecin geçerli olduğu anlaşılıyor.

Peki bu durum kimi en çok etkiliyor? Tabii ki yoksulu, özellikle gıda konusunda dışarıya bağımlı olan ülkelerin yoksul halklarını. Dünya genelinde Kamerun, Haiti, Burkino Faso, Endonezya, Mozambik, Senegal, Özbekistan, Filipinler gibi 33 ülkede artan gıda fiyatlarına karşı ciddi toplumsal gösteriler var. Örneğin Mısır’da ekmeğe yapılan zamlar yüzünden 1977’den bu yana ilk defa genel grev çağrıları yapıldığı düşünüldüğünde, yoksulluk ve gıdada dışa bağımlıktan mustarip toplumlarda ciddi toplumsal gelişmelerin oluşması şaşırtıcı olmaz. Buna dünya nüfusunun %22’sine sahip olmasına rağmen dünyadaki ekilebilir toprakların sadece %7’sine sahip olan, yani gıdada dışa bağımlı olan; ve günlük besin ihtiyacını tam karşılayamayan yoksulluk sınırındaki 700 milyon kişinin bulunduğu “dünya ekonomisinin yeni devi” Çin de dahil.

Ancak sermaye bu gıda krizini de “yeni çözüm” önerileri üzerinden metalaştırıyor. Daha geçen hafta yıllardır tarım sektörünün verimsiz olduğunu söyleyen ve bu çerçevede tarım karşıtı politikalar üreten Dünya Bankası ülkelerin tarım politikalarını “yeniden gözden geçirmeleri gerektiği” uyarılarını yaptı. Bu uyarılar üstü kapalı bir şekilde yüksek verimlilik içeren “yeni tarım tekniklerine” referans veriyor. Nelerdir bunlar? Genetik yapısı değiştirilmiş tohumlar! Aslında dünyada herkese bol bol yetecek kadar besin üretildiğinin ve sorunun verimlilik sorunundan çok yapısal paylaşım sorunu olduğunun bilinmesine rağmen “gıda krizi” bağlamında sermayeye yeni bir alan daha açılıyor. Bu süreçte devletin desteği temel bir koşul tabii ki: devletin zirvesi gıda güvenliği söylemiyle “genetik yapısı değiştirilmiş” tarıma izin verip onun yasal zeminini oluşturacak, devlet-sanayi destekli bilim camiası bu ürünlere uygundur belgesi verecek, devletin kurumları bu alanda faaliyet gösteren agro-sanayiciye mali destek verecek. Kimileri hala naif bir şekilde devlet-sermaye ilişkisini sorgularken, yeni bir küresel krizin çözümü gözümüz önünde metalaşacak.