Çılgınlık Yapalım, Bu Okulları Yıkalım!

Çok hoyrat bir çağa asılı kaldık yırtık pırtık insanlığımızdan. Hüznü ve öfkesi 140 karaktere sıkışmışlarız hepimiz. Ne halt edeceğiz? Coğrafyamızın göğsüne saplı duran bıçağı n'apacağız? Bu bitimsiz savaş ve destekçileriyle nasıl baş edeceğiz?

Radikal bir önerim var, gelin, önce bu okulları yıkalım! Bebeklerden katiller tarlalarda değil yaratıcılığa, hakikate, akla, bedene, özgür, özerk bireyler olmaya savaş açmış bu okullarda yetişiyor. Nefret, düşmanlık, ötekileştirme, yok sayma, öldürme, "makbul vatandaş" olma en çok buralarda öğretiliyor. Okullar yaptığını kabul etmese de edebiyat, onların maskelerini paramparça edip hakikati apaçık kılıyor. Tam da bu sebeple devlet, edebiyat derslerinden elini hiç çekmiyor. Edebiyatsa her fırsatta onu ve savaşını reddediyor.

Kantorek'in sınıfına karşı Rermarque'ın romanı

1929'da yazılmış "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok"tan bugüne Kantorek'ler kahramanlık, vatan, erkeklik nutuklarıyla savaş kışkırtıcısı başöğretmenler olarak mesleklerini icra eder, iktidarlarına çizik atacak her ne varsa onu yok ederler. Kantorek'in "Gidiyoruz, değil mi arkadaşlar?" sorusuna I. Dünya Savaşı yıllarında "Hayır" diyememiş Jozef Behm, bugün "Sizin savaşınız, benim değil!" derse mazallah devletin birlik ve beraberliği, vatanın bölünmez bütünlüğü tehlikeye giriverir. Bu korku sebebiyledir ki Kantorek ruhu ölmez, öldürülmez hep yaşar, yaşatılır! Devletin, bekâsı için onlara her zaman ihtiyaç olacaktır.

Eric Maria Remarque, "Akılları, eren, fakir, basit kimseler" için savaş bir "felaket"ken "tuzu kuru olanlar sevinçten uç"ar der. Savaş tüccarlar, devletler, kandan beslenenler içindir. Kantorek'lerse bu savaşların gönüllü temsilcileri. Lantorek başarmış(!), sınıfı askere yazılmış, pek çoğu kısa sürede ölmüştür. Oysa o ve diğerleri" kendilerini hiç sıkıya sokmadan en mükemmeli yaptıklarından emin", en bilenlerdir. Cephedeki çocuklarsa ilk hakiki bilmeyi cephede yaşarlar. İlk kayıpları Jozef'ten sonra okul ve öğretmen imgesi paramparçadır artık. Eğitimden "yetişkinler dünyasına, çalışma, vazife, kültür, ilerleme dünyasına; geleceğin dünyasına ileten yol göstericiler"olmasını beklerken 18 yaşında cepheye gönderilirler. Her biri can cekişir, birer birer eksilirken ölüm, vatan sevgisi, vatanı savunmak, düşman kim, kimler savaş istiyor, peki barış ne demek bunları konuşup okullarda kendilerine enjekte edilenlerle cephede yaşadıkları arasındaki farklılığı, okulların kendilerine gerçekleri söylemediğini görürler. Yüz binlerce Kantorek onlara "Demir gibi gençler!" derken Kropp "Bizler yirmiden yukarı değiliz. Ama genç miyiz? Genç ha? Gençlik gerilerde kalalı hanidir. Bizler yaşlanmış kimseleriz." cümlelerinin öfkesi ve sitemiyle savaşın hakikatini, yıkıcılığını cepheden haykırır. Kantorek, bu çığlığı sınıfa elbette taşımaz, kürsüsünden savaş çığırtkanlığını sürdürür.

Paul cepheden izine geldiğinde ailesine gerçekleri anlatmaz, "Cephede olup bitenleri biz de açık seçik bilseydik halimiz nice olurdu!" der. Almanca öğretmeni onu çok iyi gördüğünü, cephede onlara iyi bakıldığını duyduğunu, asıl kendilerinin yokluk çektiğini tekrarlar. Paul, evlerine dönmek istediklerini söylerken öğretmen, önce Fransızları halletmelerini, almaları gereken toprakları... anlatmayı bırakmaz. Bunların mümkün olmadığı söylense de reddeder ispata kalkışır. Otuduğu yerden savaşı halleder, Paris'e kadar girer! Herkesin çok konuştuğunu, kimseyi anlamadığını düşünen Paul elbette haksız değildir. Gerçekleri saklayan, kandıran okul ve öğretmenin hükmü kalmamıştır artık onlar için. Nutuklar değil, savaş hakikattir.

Yaşar Kemal bu romanı 20. yüzyılı temsil eden bir roman olarak seçer ve "20. yy dünyasının el kitabı sayılabileceğini"* söyler. Hitler tarafından yakılmış, yazarına da kızkardeşine de bedeller ödetmiş bu roman insanın, coğrafyanın, yaşamın yerle bir edildiği savaş karşısında edebiyatın reddediş ve başkaldırısının şahane örneklerindendir. Bunun yanı sıra okulun, öğretmenin savaş ve barışın inşasındaki rolünü de apaçık gösterir. Kendi hayatında zerre kadar değişiklik olmayan, devlete karşı görevini yerine getirip öğrencilerini hitabet gücü, birikimi, otoriterliğiyle eteğine toplayıp cepheye fırlatan Kantorek'in vicdanı rahattır.

Bizim değil. Çünkü okul savaşın kimler, neler uğruna yapıldığının, nelere mal olabileceğinin, savaşsız, adil, eşit, özgürlükçü, çoğulcu, demokratik bir dünyanın, yaşamın nasıl mümkün olacağının sorgulandığı, tartışıldığı, arandığı; barış dilinin hakim kılındığı ve tüm bunların imkân ve ihtimalinin zorlandığı bir yer mi olmalıdır; tersi mi? Kantorek'leri çoğaltmak, Paul'leri ölüme göndermek mi; tersi mi?

Bu okullar kimin/neyin okulu?

Cevapları, başka bir savaşın içinden yazılmış, Thomas Bernhard'ın orta ve lise öğrenim dönemini anlattığı, otobiyografik beşlemesinin ilki "Neden-Bir Değini"de arayalım. 

Bernhard'a göre okullar, Nasyonal Sosyalizmin ve Katolikliğin inşa edildiği en büyük suç makinasıdır. Süregiden savaşta mekân, hafıza, benlik yıkımı karşısında bireyin aklı, yaratıcılığı, kalbi, bedeni, arzu ve hayalleri, geleceği eğitim sistemince rehin alınır, yok edilir. Yurtlar, "acı çektirmek" ve "ruhu ezmek" için inşa edilmiş "hapishaneler"dir. Son derece sert, acımasız, kontrolü asla elden bırakmayan Müdür Grünkranz ve yardımcıları öğrencilerden mutlak "itaat"i ve "boyun eğme"yi bekler. "Diz çökme"leri gerekir, "müsamaha" göstermezler, cezalar ağırdır. Mutluluk, yalnızlık, umutsuzluk boy verip serpilir. Buraya nereden, nasıl düşmüşlerdir, kurtulacaklar mıdır?

Hepsini en ve tek meşgul eden düşünce intihardır. Korkutmaktan beslenen, totaliter, "sado-faşist" ve "Pan Almanist" bu sistem, çocukların paramparça etmektedir. Savaş korkusu okula okulda yerleştirilen korkular karşısında çocuklar için eğitim-öğrenim metafor ve gerçek anlamıyla intihar etmekle etmemek arasında geçen süredir.

İntiharlardan sonra müdür, öğretmenler "dehşete kapılır", "sahtekârca utanır", "aldatılmış görünür", "şefkate" bürünürken çocukların "midesi bulanır". Grünkranz sert, küstah, hoşgörüsüz, alçak ve acımasızdır. Okul törenler, marşlar, spor, bunaltıcı kordidorlar, tokat, azarlama, aşağılama, sürekli sıraya girmek, istemediği kitapları okumak, istemediği yazıları yazmak, inanmadığı ve nefret ettiği bilgiyi içine akıtmak demektir. Onlar Nazi marşları söyleerken savaş kaybedilmektedir, ama savaşla ilgili gerçek bilgiye okuldan ulaşamazlar. Anarşist dedesinin gizlice dinlediği İsviçre haberlerinden öğrendikleri okulu gözünde iyice anlamsızlaştırır. Eğitim sürecindeki her bilgi çarpıtılmıştır. Okumak, mahvolma ve yok olmaktır. Schrannen Sokağı'nda bu yurt ve Andra okulu kara bir kader gibidir savaşın çocukları için. Okul hakikat, hayal, hafıza ve hayat avcısıdır.

"Uzaklaşmak" ve "sakinleşmek" istediğinde mezarlara, dışarıdan aldığı İngilizce ve çok sevmemesine rağmen keman dersine sığınsa da okul, akrabalar, hafızasını kaybetmiş bu şehir, onun için bir azap çemberidir. Bernhard'ın şu cümleleri de Paul'un Kantorek'lerce duyulmayan çığlığı gibidir: "Bir oğlan çocuğu olarak yaşadığım ve bu korunmasız yaştaki herkesi etkisi altına alan son raddedeki yetersizlik ve çaresizlik (...) Ruh halim o zamanlar neredeyse yerlerde sürünüyordu; ruh halimdeki bu kararma, ruh halimin bu toptan yıkımı hiçkimse tarafından algılanmadı. Bir hastalıktan, hem de ölümcül bir hastalıktan mustarip olduğumu kimse göremedi ve sıkıntıları gidermek için hiçbir şey yapılmadı."

Savaş kaybedilir, yurt ve okul kapanır. Bir süre dede ve anneannesinin yanında kalır, bahçıvan olarak çalışır, liseye başlar. Hiçbir şey değişmemiştir. Etüt odası şapel, kürsü sunak olmuş; Hitler resminin yerine haç, Bayrak Yukarı marşı yerine Ulu Tanrım, Grünkranz yerine Katolik din adamı Franz Amca gelmiştir. Kurallar, öğretmenlerin sertliği, acımasızlığı aynıdır.

"Alman Roması diye anılan Salzburg'da önce Adolf Hitler sonra da İsa Mesih adına mahvedildik" der Bernhard. Önce Nazi sonra da Katolik tarih yalanının "boyunduruğu altına" girdikleri okullar alçak, korkunç, kafasızdır. Buralarda eğitim adına suç işlenmektedir. Kendileri kurbandır. Öğretmenler "düşünce düşmanı", "kokuşmuş bir toplumun sadece uygulayıcıları", "öğrencileri de büyüdüklerinde kokuşmuş ve düşünce düşmanı insanlar olacak biçimde yetiştiren", "zavallı ve mahvolmuş ruhlar", "güvensiz ve tutarsız" kişilerdir. Anlatacak, öğretecek bir şeylerinin olması mümkün değildir. Mekanik, darkafalı, mahveden, "devlet otoritesi tarafından emredilen"leri yapan kişilerdir. Dersler bireyi "doğal zihinsel gelişiminden uzaklaştırır". Okullar "yüzlerce yıllık çürümüş ders konuları"nı anlatan, "tarihi ölü bir nesne gibi, hatalı bir biçimde ölüm-kalım meselesi gibi gösterip kutsayan bir eğitim sistemi"nin dişlileri arasına sıkışmış, ezilen, öğüten, sakatlayan, "zihni körelten kurum"dur. Bilimden, sanattan, hakikatten, heyecan ve şenlikten uzak bu yerlerde "büyük ve küçük burjuvalıklarını her şeye karşı silah olarak kullanan okul arkadaşlarına duyduğu(m) antipati(si)" gittikçe artan Bernhard, kimseyle hakiki bir ilişkiye giremez. Mimarın "kötürüm" oğlu ve "çirkinliği altında azep çeken", alay edilen oysaki ortalamanın oldukça üzerinde olan öğretmen Pittioni'yi dışlayan okul ve toplum, ötekine, kendinden olmayana, eksik, güçsüz, zayıf gördüğüne ayrıştırıcı şiddetini boca eder. Öğrettiği ve beklediği de budur. Bernhard bu ikiliye dahil eder kendisini. Tek fark, mutsuzlukları dışarından görülenler ve görülmeyenler olarak ikiye ayrılmalarıdır. Öğretilenleri boşverir. Onun için okul, büyükbabasının onu hakikatten ve doğadan koparmadan geçirdiği zamanlardır, umutuszluğu, nefreti besleyen bu heves kırma makinaları değil.

Cevaplarımızı edebiyatın hakikatinde pekâlâ bulmuşken n'apalım?

Bu okullar Kantorek'lerin, Grünkranz'ların, Franz'ların okulu olmayı sürdürsün mü?

Türkiye devletinin okulları açısından yanıtı Güven Gürkan Öztan "Türkiye'de Çocukluğun Politik İnşası" adlı kitabında uluslaşma sürecinden Tanzimat'la başlayan dönüşümleri, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemindeki biçimlerini, "yurttaş çocuk"tan "milliyetperver çocuğa" ve "cumhuriyet çocuğu"na geçişi; bunun ideolojik, politik temellerini dersler, çocuk kitapları ve dergileri, programlar, törenler, marşlar, öğretmenler, anne/kadın rolleri, aileyi analiz ederek ele alıyor. Biat kültürünün milliyetçi, militarist öğelerle nasıl yerleştirildiğini, toplumsal cinsiyet rollerinin nasıl giydirildiğini, "makbul vatandaş"ın kim olduğunu, nasıl yetiştirildiğini bu kitapta bir kez daha okurken kendi Kantorek, Grünkranz ve Franz'larımız hafızamızda geçit töreni yapıyor. Edebiyat** ve Tarih dersi müfredatları, 100 temel eser listeleri, okulların akademik ve pedagojik tercihleri eşlik edince çılgınlık yapma arzsumuzun şiddeti epeyce artıyor.

Çılgınlık öncesi son durak

Aziz Nesin'in "Şimdiki Çocuklar Harika"sına vurulmamış olanımız yoktur. Orada, Ahmet ve Zeynep mektuplaşır. "Amerika'yı Yapan Mimar"da okullarımızın hali nicedir, faş eder yazar! Başka okullara müfettiş geldiğini öğrenen öğretmen sorulan soruları aynı sırayla çocuklara yazdırır, ezberletir. Ahmet günlerce ezberler. Rüyalarına girer. "1492. Babam. Fatih Sultan Mehmet. Mimar Sinan. 1492. Babam. Fatih Sultan Mehmet. Mimar Sinan..." Müfettiş soru sırasını değiştirir, işler karışır. Ahmet heyecanlanır. Yaşı sorulur, 1492; kim fethetti, babam; baban kim, Mimar Sinan... derken durumu fark etse de düzeltemez. Müfettiş sinirlenir. O da birbirine karışıtırır "Beni de şaşırttın be çocuk!..." deyip kızgınlıkla sınıftan çıkar. Tıss yoktur. Öğretmen "Yazıklar olsun!..." der. Ahmet utanır, üzülür.

Başka bir sahne, "Eski Öğrendiklerinizi Unutun"dan. Yeni bir öğretmen gelir sınıfa. Hiçbir şey bilmediklerini, öğrenmediklerini, öğrendiklerini de unutmalarını söyler. Sınıf karar veremez, ikiye bölünür. Ahmet araftadır. Tarih dersinde müdür sınıfa gelir, en çalışkanı Demir'i kaldırır. Bilmiyorum, öğretmenimiz unutun dedi, der. Ahmet'e sorar. Unuttum der ama o sahiden unutmuştur. Okul Aile Birliğinin müsameresi için önceden yazıp ezberlediği şiirini okuyacaktır Ahmet. Koyun'dur ismi. "Kuyruğundan yağ çıkar,/Memesinden süt verir,/Yumuşak tüyleri var,/Kumaş olur giyilir. (...)" Yeni öğretmense şu şiiri okumasını ister: "Ey topraklı mintanlar, ey yaldızlı fistanlar,/Ey bire kırk başaklar, otlar, bağlar, bostanlar,/Ve daha sık boy atan destanlar diyarı hey!/Ey o büyük insanı yetiştiren ananın,/Ey çilenin, sefanın, güvenişin, inanın, /Narin minarelerde Sinan'ın diyarı hey!"

Ahmet ezberleyemez, bildiğini unutamaz. Müsamere öncesi prova ederler. Öğretmeni ayağını yere vuracaksın, sesin gür çıkacak, elin belinde olacak dedikçe Ahmet'in kafası iyice karışır. Öğretmen sufle verse de Ahmet iki şiiri birbirine karıştırır. "Ey o büyük insanı yetiştiren ananın... ananın, ananın..." devam eder. Salon kırılır gülmekten. Ahmet, yine mahçup!

Ahmet'leri, Zeynep'leri öğretmenlerin, müdürlerin, müfettişlerin elinden kurtarmazsak Kantorek, Grrüknarz, Franz'lar hep kazanacak.

Gelin, Holden'ı dinleyelim, çocuklara kıymayalım!

Ayrıştırıcı, düşmanlaştırıcı; dili, sanatı, bilimi, edebiyatı, tarihi yok sayan ve çocuklara kıyan; kutsal sayılan ne varsa onlar uğruna ölmeyi, öldürmeyi öğreten, bebeklerden katil yetiştiren bu tek'çi sisteme ve bundan beslenenlere karşı özgürlük, yaratıcılık ve barış çıtası yüksek okullar için önce içimizdeki Holden Caulfield'ları özgür bırakalım: "Her neyse, hep, büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta -yetişkin hiç kimse, yani, benden başka-. Ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. Ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. Çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim. Biliyorum, bu çılgın bir şey."

Bunu yaparken şunu da soralım: Muhtemel ki Kantorakvari kadın öğretmenlere rastlama olasılığımız çok daha yüksekken romanların tutunamayan bu öğrencileri, okul-öğretmen temalı filmlerinin başkaldıran, başka'nın peşinden koşan öğretmenleri neden çoğunlukla erkek? Hafızayı gıdıklayan bu soruyu başka bir yazıya bırakalım.

Hadi şimdi çılgınlık yapalım, bu okulları yıkalım. Sanatın edebiyatın başkaldıran gücünü okullara da bulaştıralım. Okullar savaşı değil barışı kışkırtsın!

***

- Eric Maria Remarque, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Varlık Yay., 3. Baskı Mart 1965, Türkçesi: Behçet Necatigil, 168 sayfa.
- Thomas Bernhard, Neden-Bir Değini, Sel Yay., 1 Baskı Şubat 2015, Türkçesi: Sezer Duru, 91 sayfa.
- Aziz Nesin, Şimdiki Çocuklar Harika, Nesin Yayınevi, 71. Baskı, Nisan 2015. 224 sayfa.
- J. D. Salinger, Çavdar Tarlasında Çocuklar, 41. Baskı Mart 2015, Türkçesi: Coşkun Yerli, 198 sayfa.
* "Yaşar Kemal, Yüzyılın Romanını Seçti: Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok"
http://www.radikal.com.tr/kultur/yasar_kemal_yuzyilin_romanini_secti_bati_cephesinde_yeni_bir_sey_yok-1054300
** Melike Koçak, "Bir Yok Etme Aracı Olarak Edebiyat Eğitimi", Birikim, Aralık 2012.
http://www.birikimdergisi.com/sayi/284/bir-yok-etme-araci-olarak-edebiyat-egitimi-0