Askeri Darbe, Sivil Faşizm

 

Max Weber, tarihin maddeci yorumuna dolaylı bir itirazla, insanların davranışlarını sadece maddi çıkarların değil, “düşünsel çıkarlar”ın da yönlendirdiği tespitinde bulunmuştu. Gerçekten, kendimizden veya çevremizden de biliriz ki insanlar idealleri, inançları, ideolojileri veya düşünsel tercihleri dolayısıyla maddi çıkarlarından kolayca vazgeçebilirler.

Askerler darbe yaptıklarında bunu (genellikle) kendi bireysel (veya hatta kurumsal) maddi çıkarları için değil, düşünsel çıkarları için yaparlardı. Yani bir ideolojileri, inandıkları doğruları, kendi iktidarlarının gerekli olduğu yönünde bir düşünsel tercihleri vardı, (kendilerine soracak olsanız) bir takım maddi çıkarlarını da tehlikeye atarak, yönetime el koyarlardı. Olay toplumsal sınıflar açısından analiz edildiğinde, askerlerin belli bir sınıfın çıkarlarını koruduğu tespit edilebilirdi, ama (Oyak’a rağmen!) bu sınıf kendileri değildi.

Burada askerleri haklı çıkarmaya veya “saflık”larından söz etmeye değil, sadece günümüzdeki durum ile bir karşılaştırma yapmanın alt yapısını oluşturmaya çalışıyorum. Bundan iki yıl önce, Gezi ayaklanmasının ardından, BirGün gazetesi, Pazar ekinde yaptığım bir değerlendirmede (14 Temmuz 2013) şunları söylemiştim:

 

“Bir darbe sonucunda iktidarı ele geçirenler, yasama ve yürütme yetkilerini tek elde toplar, siyasal partileri ve sivil toplum kuruluşlarını kapatır veya işlevsizleştirir, medyayı baskı altına alarak kamusal tartışma alanını daraltır veya yok eder, son olarak da yargıyı denetim altına alarak muhalifleri cezalandırma yoluna girerler. AKP (tabii ki 12 Eylül rejiminin kalıntısı olan yasal çerçeveyi kullanarak), bu durumun aynısını siyasal mekanizmalar yoluyla gerçekleştirdi. Şu anda askeri rejimi andıran bir iktidar yoğunlaşmasına tanık olmaktayız.”

 

Bugüne geldiğimizde ise, durumun darbe dönemlerinden de kötü olduğunu söylemek istiyorum. Nedeni, yukarıda, açılışta söylediğim sözlerde saklı: Mevcut iktidar, salt düşünsel çıkarlarla değil, maddi çıkarlarla ve bu çıkarların kaybı tehlikesiyle kayıtlı, hatta bundan da öte, can havliyle, korkuyla elindeki yasal ve yasa dışı tüm olanaklara sarılmış, her şeyi göze almış vaziyette, çırpınıyor. Bu çırpınma sırasında çok canlar yanıyor, ama bütün bu çırpınmalar aslında çaresizlikten kaynaklanıyor.

Bu son noktayı biraz daha açmam gerekir. Bugüne kadar her darbe dönemi “faşizm” deyimiyle anıldı. Bu, söylemesi ve itiraz etmesi kolay bir slogan olarak yararlıydı, ama bilimsel bir tespit olarak geçersizdi. Bugünkü yapının ise, henüz tam anlamıyla yerleşmiş bir versiyonu olmasa da, faşizm tanımına çok daha uygun özellikler taşıdığını söyleyebiliriz. Geçenlerde, sosyal medyada, bu siyasi yapının “faşizm” olarak adının doğru konması ve ona göre bir tavır alınması gerektiği konusunda bir tartışmaya tanık oldum. Bu konudaki
görüşlerimi şimdi burada açıklamak istiyorum.

Herşeyden önce, iktidar her zaman ve her yerde bir “meşrulaştırma” gereği içindedir. Herhangi bir iktidar için meşrulaştırmanın alternatifi olan “şiddet” bile, ancak yine meşru kabul edildiği takdirde etkin olur. Bu durum, en mutlakiyetçi yönetimler için de geçerlidir (örneğin, “ben Tanrı’nın yeryüzündeki yansımasıyım, o nedenle bana itaat etmeniz gerekir” vb.) Faşizm ise, tanım gereği, kitle desteğine dayalıdır. Şu anda içinde olduğumuz siyasal yapı (yaklaşık olarak) faşizm olmasına faşizmdir, ama faşizmin bu önemli dayanağından yoksundur. 400 vekil diye ısrar edilmesi, o sayıya ulaşılamayacağı belli olunca onu edinmeye çalışmak için seçimlerin yenilenmesi, rakip partilerin seçim çalışmalarının engellenmesi, meclisin çalışamaz hale getirilmesi, vb. yöntemler, bu dayanağı (görüntüde bile olsa) oluşturmanın yolları olarak anlaşılmalıdır. Faşizm için genel olarak geçerli olduğu gibi, bizdeki güncel versiyonu için kesinlikle geçerli olan meşruluk aracı, “sandık”tır. Durum bu iken, sandık istenen sonucu vermediği takdirde, proje gerçekleşmeden yarıda kalacaktır.

Şu an için “başkanlık” rejiminin yasal olarak kurulması tehlikesinin ortadan kalktığını söyleyebiliriz. Peki, yasal olmasa da, fiili olarak sürdürülen baskı rejimi karşısında ne yapılabilir? Çünkü bu rejimi sürdüren iktidar, 7 Haziran 2015 seçimini kaybetmiş olsa da, halen koltuklardaki yerini yasal bir yoldan korumaktadır.

Kanımca, yapılabilecek tek şey, sandıkta aradığını bulamamış olan iktidarın bu zayıflatılma sürecinin sürdürülmesi, sandıktan kaçılmaması, tam tersine sandığa sıkı sıkıya sahip çıkılmasıdır. Zayıflama arttıkça saldırganlık da artacaktır, ama buna verilecek karşılık, barışçı, demokratik ve meşruiyet temelli olmalıdır.

Bu açıdan, iktidarın kabusu ve dolayısıyla defaatle saldırıların hedefi haline gelmiş olan HDP, doğru olanı yapmaktadır. Peki ya bu dönemde üzerine büyük görevler düşen CHP? Örneğin, CHP’nin HDP’ye yeterince sahip çıkamadığını düşünüyorum. Her ne kadar sandık siyaseti açısından CHP’nin rakibi olsa da, HDP’ye sahip çıkılması (7 Haziran seçimlerinde görüldüğü gibi), CHP’nin kendi işine de yarayacak sonuçlar üretebilecektir. Bu dönemde CHP’nin çok daha pro-aktif, salt kendisinin ne kadar iyi niyetli bir düzen partisi olduğunu gösterme kaygısının ötesine geçen bir siyaset izlemesi, fırsat bulduğu yerde iktidarı köşeye sıkıştırmayı denemesi gerekirdi.

Çok düşük olasılıkla da olsa AKP’nin seçimlerde yeniden çoğunluğu sağladığı veya beklendiği gibi seçimleri kaybetse de koltukları terketmemeye çalıştığı takdirde ne olur? Önce şunu düşünelim: Diyelim ki seçimler barış ve sükunet içinde gerçekleşti, AKP seçimleri kaybetti, sonuca razı oldu ve yeni hükümet kuruldu. Bu durumda bile demokratik restorasyonun kolayca gerçekleşeceğini bekleyemeyiz, çünkü birçok kurum içinde kalıcı tahribat yapılmış ve yaygın bir kadrolaşma oluşturulmuştur. Bu tahribatın giderilmesi uzun bir zaman ve zorlu bir mücadele gerektirecektir. Durum bu iken, bir de Cumhurbaşkanı seçimleri kazanan partilere hükümet kurdurmama çabası içine girerse ne olacaktır?

Bu durumda her ikisi de ürkütücü iki olasılık akla gelmektedir. Birincisi, artık uluslararası planda da pek bir hükmü ve geçerliliği kalmamış olan mevcut iktidarı yerinden etmek için dış güçlerin devreye girmesi. Bu, kanlı bir süreç olabilir. Komşu ülkelerde bunun örneklerini yakın zamanlarda gördük. Ülkemizin tek avantajı, kolayca gözden çıkarılabilecek bir nitelikte olmamasıdır. Bu nedenledir ki ülkemizle ilgilenen dış güçler çözümlerin öncelikle içeride ve usulüne uygun yollarla oluşmasını sağlamaya özen gösterirler.

İkincisi, artık çok ciddiye alınmasa da hiçbir zaman ihtimal dışına konmaması gereken, askeri darbedir. Askerin düzen ve istikrar yanlısı olma yönündeki “düşünsel çıkarları” ve kendisini ülkenin “kurtarıcısı” olma yönünde eğitmiş olması nedeniyle, bu gibi çözülmez kriz durumlarında tek alternatif haline gelebildiğini hesaba katmak gerekir. Asker yönetime el koyduğu takdirde bugünkü iktidardan farklı bir ekonomik veya sosyal projeye sahip olmayabilir, çünkü dediğimiz gibi kendine özgü bir sınıfsal çıkar sistemine sahip değildir; ama kendince “kardeş kanı” dökülmesine daha fazla tahammül edemeyip, düzen ve istikrar adına devreye girmek isteyebilir ve bunu sağlamada başarılı olabilir. Öyle bir durumda, kurumsal olarak askere karşı koyabilecek bir güç odağı olmayacaktır. 


Bu her iki olasılığı da bertaraf edebilecek, demokratik bir çözüm yolu var mıdır? Haziran 2013’te bunun hayalini, hatta gölgesini gördük. Ama gerçekçi olmak lazım: Ülke içindeki ve dışındaki koşulların çok elverişli olduğunu söyleyemeyiz. O halde tek yol, mevcut iktidarı izole etmek, meşruiyetini sandık yoluyla tamamen ortadan kaldırmaktır. 


Başta CHP olmak üzere, muhalefet partileri 7 Haziran sonrası dönemde kötü bir sınav verdiler. AKP seçim sonucunda gafil avlanmış ve bir süre için kalakalmıştı. Meclis çalıştırılmalıydı. Yargıda bile karar verme tarzı (kısa bir süre için) değişmeye yüz tutmuştu. Fırsat kaçırıldı. Önümüzde yeni bir fırsat var. Bu yazının genel havası olumsuz olsa bile, akılda tutulması gereken en önemli nokta, faşizmin bile “meşruiyet” ihtiyacı içinde olduğudur.