Okşama Anne, Canı(mız) Yanıyor

Gülten Akın, şiiri her ne kadar kendi öncesine ve geleceğe uzanmış olsa da, yazmaya başladığı günden bugüne, özellikle gençliklerine, inatlarına ve yenilgilerine tanık olduğu sıralı kuşakların -böyle bir tarihselliğin- şairi. O kuşaklarla birlikte umutlanan, onlarla birlikte kanayan ve onlarla birlikte yenilen bir şair.

1976 yılıydı. Ankara'da yükselen öğrenci hareketinin ve sivil faşist saldırılara karşı direnişin içerisinde aktif olarak yer almaya başlamıştık. Okulların korunması, bildiriler dağıtma, afişleme ve yazılamalar, korsan mitingler, art arda gelen arkadaş ölümleri, cenaze törenleri.. Vuruluyor ama yoruluyorduk da bir yandan. Soluklanmak için uğradığımız evler vardı, işyerleri, devlet daireleri, avukatlık büroları. Polis takibini atlattığımızdan emin olduğumuzda gönül rahatlığıyla kapılarını, zillerini çalabildiğimiz insanlar. Bu dönem pek öyle uzun sürmedi. Birkaç ay kadar. Her şey hızla olup bitiyordu. Adımız, sanımız, eşkâllerimizle siyasi şubede hususiyet arz etmeye başlayınca, teker teker, gidip gelmeyi bırakmak zorunda kaldığımız bu evlerden biri de Gülten teyzenin eviydi. Son misafirliğimizde sırtlarımızı okşayarak, devamını belki kapıyı kapattıktan sonra getirmek üzere içinde tuttuğu, ne kadar ömrümüz, nasıl bir ömrümüz olacaksa bize eşlik edecek olan “ah çocuklar, ah çocuklar” duasıyla ve o akşam arkadaşlarla paylaşacağımız bir kesekâğıdı dolusu sıcacık üzümlü kekle uğurladı bizi. O duanın ardı yıllar yıllar sonra şöyle geldi:

“Ne uzakmış ne uzun gözleriniz/ ordan bugünleri gördünüz çocuklar/ yetişip dağıtmak için karabasanı/ (istediniz olmadı)/ soluk soluğa bir koşu/ öldünüz çocuklar./”

Sonbaharımız erken geldi bizim. Kimine günlük güneşlik, bize 12 Eylül. Yolları çatallanan bir bahçede, birbirimizi yitirdik. Bulabildiğimiz patikalar, vur emirlerine, işkencelere, hücre evlerine, müebbet hapislere, idam sehpalarına, dağlara çıkarıyordu, her birimizi.

Ah'lar ağacı'nın* yaprakları dökülüyordu.

Bizim seçtiğimiz patika, dağlarla buluşturdu bizi. İnanılmaz yeşil, inanılmaz kalabalık Karadeniz dağları ve inanılmaz şefkatli ve yalnız Kürt dağlarıyla. Yıllarca dost kaldık, hemhal olduk insanlarla. Onlar için de “ah çocuklar”dık, güzel arkadaşlardık. Sonra ardı arkası kesilmeyen pusular kuruldu, etrafımız sarıldı, vurulduk, azaldık, az kaldık.

O dönemi anlatan birçok arkadaşımız var. Çok hayati bir şeyi unutmuşlar sanki. Üzerimizde kelebek etkisi bırakan bir şiir-anlatıyı. Gülten teyzenin “İlahiler”ine geleceğim. “İlahiler”in içindeki o tek nesir parçasına.

1984 bahar sonları. Dağları bırakmaya karar vermiştik artık. Bu hayatta çok az şey vazgeçmenin hüznü kadar zedeleyebilir insanın yüreğini. Sırt çantalarımızı alabildiğine hafiflettik. Ne öyle uzun boylu çatışma malzemesine ihtiyacımız olacak bundan sonra, ne teorik, felsefi kitaplara (derin gündüz uykuları alacak yerlerini, kısacık cümleler), ne kayısı, armut peksimetlerine, ne de cep aynalarına. Böylece kendi yüzlerimize bakmayı da bıraktık. Ritsos vardı bende. Bir de not defterim. O günlerdeki ruh halimizi (hatta hayatımızın o kesitini) anlatan şu iki dizelik şiirini aktarmıştım not defterime:

“YALNIZLIK/ Dağa tırmandı, doğrulup dikildi, çevresine bakındı, bağırdı./ Aşağıya yuvarlandı taşlar, taşlara çarptılar./”

İşte o günlerden birinde, bir hafta, on beş gün aralarla topluca elimize ulaşan gazetelerden birinin kitap ekinde “İlahiler”in yayımlandığını okudum. Bir öğretmen arkadaştan istedim kitabı bize temin etmesini. Bir süre sonra... Gülten teyze ilahiler okuyordu bize. Dinledik, sular içtik. Dinledik, dağ yemişleri doldu ağızlarımıza. İyi olduk, cümlelerimiz yeniden uzamaya başladı, gülümsemeye başladık yeniden. İlahilerin hepsi, ama şu nesir/şiir, özellikle:

“Tatvan'da denize uzak bir eski bahçede, yaz çiçeklerine vurgun oturuyordum. Belki bin yıllık yüksek duvarların dibinde. Cevizin gizemli gölgesinde. Yapraklarının çıkardığı koku başımı döndürüyor. Kolumu kanadımı kıpırdatmadan orda öylecene. Sessizlik. Sessizlik dağınık bir ötüş salvosuyla parçalanıyor. Kargalar. Kocaman bir kavganın ortasında. Kıyasıya. Uzun sürmüyor. Uçup gidiyor bir bölük, dönmemek üzere. Yendiler mi onlar. Yenildiler mi? Ben bilmiyorum. Cevizin bin yıllık kokusuyla esrimiş dalgın. Kalanlar, gidiyor geliyor bir süre. Gidiş gelişler, seslenişler bir noktada yoğunlaşıyor. Yanda, duvarın üstünde. Bir yaralıları var. Önce, ne yapacaklarını bilmiyor gibiler. Bu kargaşa ondan. Belki ilkyardım acelesi. Giderek azalıyorlar. Sesleri sönüyor. Ama, yaralının başındalar. Bir süre geçince daha bir düzen sağlıyorlar. Nöbetleşiyorlar. Biri, ikisi gidiyor, geliyor. Sonra başkaları. İlgimi yoğunlaştırıyorum, cevizin uyuşturan gölgesinden çıkarak. Sessiz. Tanımaya başlıyorum onları. Kargalar. Gün boyu yaralılarına baktılar. Bırakmadılar onu. Bırakmadılar içlerinden bir tekini bile, telef olmaya. Bırakmadılar. Vardır, hastadır, yaralıdır. Bir nedenle kısıtlıdır, ölüme yargılıdır, bizimdir. Parçamızdır. Onu güçsüzken bırakırsak, kendi parçamızı, kolumuzu kanadımızı bırakmışızdır. Kendimizi bir tek bu nedenle bile yenilmiş sayabilir miyiz? Sayarız.”

Kuzgunlar uçuşurdu zaman zaman üzerimizde, gökyüzünde. İlgiyle izlerdik onları. “İlahiler”deki kargaları okuduktan sonra defterime, tarihin kimbilir hangi karanlıklarından aparılıp kullanılır olmuş o akla ziyan deyişi tersyüz edip yeniden yazdım: “Ya kuzgun başa/ ya devlet leşe.”

Bize bu kitabı ulaştıran öğretmen, annemlere de uğramış, yıllar sonra onlara hâlâ yaşadığımı haber vermişti. Mektup göndermişti annem: “Oğlum,/ seni bir daha görebilecek miyim/ ölmeden.” Bütün annelerin şair olduğuna inandım, o gün.

Bir de şu var. Bizler de bazen, hiç öyle aklımızdan geçmezken, Gülten Akın'ın dizeleri gibi dokunaklı cümleler kurarız. Aniden ince bir sızı bırakan, derinden. Yazının başlığı* Orhan Keskin'in. O da kaybettiğimiz arkadaşlardan biri. Diyarbakır Cezaevi'nde, girdiği uzun süreli açlık grevleri nedeniyle tedavi gördüğü sırada annesi ziyaretine gelir. Koğuşunda, ağır yanık nedeniyle yatmakta olan bir Kürt yoldaşı da vardır. Orhan'ın annesi, yanına yanaşır tutuşup sönmüş hastanın ve teskin etmek için alnını okşar, kolunda gezdirir ellerini. Orhan ikaz eder annesini: “Okşama anne, canı yanıyor.”

“Bebek adın Umut olsun/ Bebek adın Destan olsun/ Bebek adın Devrim olsun/ Güzel ve sağlıklı olasın bebek/ Anan senin için söylemesin/ Bu şiirleri.” 1986 Ağustos’unda, iki ay sonra doğacak olan oğlumuz için “İlahiler”ini bu dizelerle imzalamıştı, Gülten Akın.

Söylemesi ne zor ama Gülten teyze, analar havaya uçan evlatlarının ardından yüzlerle ağıt yakıyor şimdi. Şiirlerine benzeyen ağıtlar. Eşkâlimiz şimdi, delik deşik edilmiş cenazesi zırhlı polis aracının arkasına bağlanıp sürüklenen Hacı Birlik'in eşkâli Gülten teyze, paramparça.. Eşkâlimiz artık, kanlı bir diyar.. Silvan sokakları.. Daha yeterince ölmedik Gülten teyze, yeterince ölmedik daha.


*Eylem Delikanlı ve Özlem Delikanlı, Keşke Bir Öpüp Koklasaydım, Ayrıntı Yayınları, 2013.


*Didem Madak, Ah'lar Ağacı, Metis, 2012.