Mutlak İktidar ve Demokrasi Arasında Brezilya ve Türkiye
Brezilya’da Devlet Başkanı Dilma Rousseff’in yargılanmak üzere görevinden alınması etrafında yaşanan kriz Türkiye’de iç siyasete malzeme oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve destekçileri Brezilya’da İşçi Partisi (Partido dos Trabalhadores, PT) hükümetinin devrilmesini Türkiye’de AKP hükümetini de hedef alan “büyük oyunun parçası” olarak yorumladılar. Bu yoruma göre, Brezilya ve Türkiye’nin halk destekli hükümetleri Batı merkezli müesses nizama meydan okudukları için bir “üst akıl” tarafından türlü entrikalarla alaşağı edilmeye çalışılıyor. Bu oyunun ilk perdesi 2013 yazındaki hükümet karşıtı toplumsal hareketlerdi. Bu taktik başarısız olunca “üst akıl” bu sefer yolsuzluk bahanesiyle hükümetleri yargı yoluyla devirmeye çalıştı. Türkiye, liderinin dik duruşu sayesinde üzerinde oynanan oyunu bertaraf etmeyi başardı ama Brezilya bu kadar şanslı değildi.

Türkiye cumhurbaşkanının sözünü ettiği “büyük oyundan” Brezilyalıların pek haberi olmaması ilginçtir. İşçi Partililer Rousseff’in görevden alınma sürecini, aşağıda ayrıntılandıracağımız birtakım karanlık pazarlıklar, usulsüzlükler ve çıkar ilişkileri yüzünden, yumuşak darbe olarak değerlendiriyor, ama Türkiye’yi kapsayan küresel bir komplodan, AKP ile kader birliğinden, ortak bir mağduriyetten söz eden yok. Brezilya medyasında Türkiye fazla yer almıyor, var olan haber ve analizler ise Türkiye üzerinden Brezilya’da yaşananları yorumlama amacı içermiyor.

Bu ilgisizliğin sebebi acaba Brezilyalıların “büyük resmi” Türkiye’yi yönetenler kadar net görememesi mi? Brezilya’da yaşananlar Türkiye’de olanlara gerçekten ışık tutabilir mi? Bu yazıda değineceğimiz gibi, 2000’lerde yükselişe geçip son yıllarda tökezleyen iki ülke ve hükümetleri arasında önemli farklılıklar olduğu gibi, elbette birtakım benzerlikler de mevcut. Ancak iki ülke arasında yapılacak serinkanlı bir karşılaştırma, karşımıza Erdoğan’ın iç siyasete yönelik söylemlerinden ve iktidara yakın medyada yer alan yüzeysel benzetmelerden oldukça farklı bir tablo çıkarıyor.

I.
PT ve AKP, 2002 yılının sonunda yolsuzluklarla mücadele, ekonomik büyüme, sosyal adalet ve siyasi istikrar vaatleriyle hükümete geldi. Partilerin sosyalist ve İslâmcı gelenekleri, hem Brezilya ve Türkiye’deki orta ve üst sınıfların hem de uluslararası finans merkezlerinin PT ve AKP hükümetlerine kuşkuyla yaklaşmasına sebep oldu. Her iki hükümetin de ilk gayreti, bu kuşkuları bertaraf etmek ve mevcut neoliberal düzenle çatışmayacaklarını taahhüt etmekti. Bunda büyük ölçüde başarılı da oldular. Kısa süre içinde Economist, Financial Times, Wall Street Journal gibi yayınlarda Brezilya Güney Amerika için, Venezuela, Bolivya ve Ekvator’daki “koyu sosyalizme” karşı “pembe sol” alternatif olarak övülürken, Türkiye ise Ortadoğu’ya “ılımlı İslâm” modeli olarak gösteriliyordu.

2008 krizi öncesi küresel likidite bolluğu döneminde her iki hükümet de bu orta yol politikasını başarılı bir şekilde sürdürmeyi başardı. Artan yabancı yatırım ve dış ticaret hacmi sayesinde genişleyen pasta, iki ülkenin tarihinde görülmemiş bir bolluk ortamı yarattı. PT ve AKP hükümetleri, bir taraftan sermayeyi fazlasıyla mutlu ederken, diğer taraftan dizginlenen enflasyon ve bir dizi yeniden bölüşümcü politikalar sayesinde yoksul kesimlere kısmen nefes aldırabildi. 2008’de Batı’da patlak veren kriz, ilk aşamada, ticaret ilişkilerini çok kutuplu yeni düzene uygun olarak çeşitlendirme yoluna giden iki ülke ekonomisini derinden etkilemedi. Dönemin Brezilya Başkanı Luiz Inácio Lula da Silva, Brezilya’yı asıl uçuşa geçiren Çin’in enerji ve hammadde açlığının devam edeceğini varsayarak, Batı’daki krizin Brezilya için bir dalgacıktan ibaret olacağını söyledi. Başbakan Erdoğan da aynı krizin Türkiye’yi teğet geçeceğini savunuyordu. Ekonomik büyüme oy sandığında artan desteğe, siyasi istikrar da uluslararası alanda yükselen özgüvene dönüştü. İki hükümetin yolu 2010 senesinde ABD tarafından İran’a uygulanması planlanan BM ambargolarına karşı bir araya geldiklerinde kesişti. Her ne kadar sonunda başarısız da olsa bu girişim iki ülkenin Batı’nın sallanan hegemonyasına başkaldırısı olarak okundu.

Kapitalizmin temel çatışmasına çare bulmuş gibi gözüken bu “ılımlı” peri masalları, dışarıda hazırlanmış sinsi komplolardan ziyade derinleşen küresel kriz ortamında kendi temel zayıflıkları, aşırı özgüvenleri ve iç çelişkilerinin yüzeye çıkması sonucu duvara tosladı. Düşen petrol fiyatları ve Çin’deki ekonomik durgunluk, dış talebe bağımlı olan Brezilya ekonomisini 2011’den itibaren önce yavaşlattı, sonra giderek sertleşen bir düşüşe geçirdi. İşçi Partisi kriz öncesinde Bolsa Familia (Aile Yardımı) adlı sosyal yardım programı ve asgari ücretteki artışlar sayesinde aşırı yoksulluğu büyük ölçüde yok etmiş, işçi haklarının hukuki altyapısını genişletip pekiştirmiş ve orta sınıfı büyütmeyi başarmıştı. Fakat aynı hükümet fizikî altyapı ve sosyal hizmet yatırımlarında geride kaldı. Kâğıt üstünde sınıf atlayan kitlelerin sırtındaki yük, yetersiz veya pahalılaşan ulaşım, eğitim ve sağlık hizmetleri göz önüne alındığında reel olarak azalmadığı gibi, ekonomik gerilemeyle birlikte arttı. 2013 protestolarının Brezilya’nın en büyük metropolü olan São Paulo’da otobüs fiyatlarındaki artıştan dolayı patlak vermesi tesadüf değildi. Genişleyen ama gelişemeyen alt-orta sınıf, hükümetin milyarlarca reali okul, yol, hastane gibi gereksinimler yerine Olimpiyat ve Dünya Kupası gibi prestij projelerine harcamasına tepkisini sokaklarda gösterdi.

Siyaset ile inşaat sektörü arasındaki rant ilişkisi Türkiye’de olduğu gibi Brezilya’daki protestoların da odağındaydı. Fakat Türkiye’nin aksine Brezilya hükümeti protestolara iç ve dış mihrakları suçlayarak cevap vermedi. Rousseff, halkın tepkisini anladığını, talep edilen sosyal yatırımları gerçekleştireceğini dile getirdi ve bu vaatleri 2014’teki yeniden seçim kampanyasına taşıdı. Ancak gelinen noktada çıkar ilişkileri iyice kök salmış, ekonomik kriz ve bütçe açığıysa hükümetin kabul ettiğinden çok daha derin boyutlara ulaşmıştı (Rousseff’in görevden alınmasının teknik sebebi yolsuzluğa karışmış olması değil, mali tablo hakkında halka ve bankalara yalan söylemiş olduğu iddiasıdır). Seçimi kıl payı kazanmasının hemen ardından ise verdiği sözlerden döndü ve sosyal programlarda ciddi kesintilere yol açacak kemer sıkma politikalarına yöneldi. Ülkenin en büyük enerji şirketi Petrobras ihalelerinde milyarlarca dolarlık rüşvet ve yolsuzluk yapıldığı yönündeki suçlamalar bu dönemde patlak verdi. Üst düzey siyasetçiler ve hükümete yakın inşaat ve enerji şirketi yöneticilerini de kapsayan Lava Jato (“Araba Yıkama”) soruşturması sadece muhalefete İşçi Partisi’ne zayıfken darbe indirme fırsatı sunmadı. Aynı zamanda PT’nin değişim için gelip zamanla çarpık düzenin bir parçası olduğunu düşünen eski destekçilerinin de tepkisini çekti. 2015’in son aylarında Rousseff’e gösterilen halk desteği tek haneli sayılara inmişti.

II.
Brezilya’daki yolsuzluk skandalını Türkiye’deki 17-25 Aralık soruşturmasıyla karşılaştırmadan önce, PT ile AKP arasındaki bazı önemli farklılıklara dikkat çekmekte fayda var. İktidara geldiğinde özelleştirmelere tam gaz devam eden, işçi-işveren ilişkisini işveren yararına radikal bir şekilde düzenleyen, devletin sosyal sorumluluklarını vakıflara, cemaatlere, partiye ve aileye aktaran AKP, kuşkusuz PT’ye göre neoliberal paradigmayı çok daha koşulsuz kabul etmiş bir partidir. PT, sermayeyle yakın ilişkiler içinde olmakla birlikte, sol geleneğe uygun olarak ekonomik büyüme ve sosyal politikaları devlet eliyle yürütmeyi tercih etti. Sosyal yardımlar devlet kurumları vasıtasıyla oldukça şeffaf bir şekilde ve sadece ihtiyaca göre dağıtıldı. Yani Brezilyalı yoksul bir ailenin Bolsa Familia’dan yararlanması için maddi durumunu belgelemesi yeterliydi; partiye ya da herhangi bir cemaate mensup olması, belli bir görüş veya inanışa uygun davranması gibi gizli/açık ön şartlar aranmadı. Bu tür aidiyetler iktidar tarafından topluma çıkar kapısı olarak sunulmadı. PT kendi taban desteğini işçi sınıfının hak ve güvencelerini genişleterek sağlama alabileceğini düşündü.

Türkiye’ye son derece uzak olan bu uygulamalar, Brezilya’da kurumsal demokrasiye, şeffaflığa, sosyal devlet yapısına ve ayrımcılığa karşı mücadeleye önemli katkılar sağladı. Fakat bu tarafsız yaklaşım, İşçi Partisi’ni Türkiye’de AKP’nin nimetlendiği ve kriz zamanında mobilize edebildiği, iktidara bağlı ve muhtaç bir kitle desteğinden büyük ölçüde mahrum bıraktı. PT hükümeti, zengin ve yoksul kesimleri artık aynı anda memnun edemeyeceğini anladığında, toplam serveti katlanarak büyümeye devam eden en zengin kesimi rahatsız etmektense, krizin faturasını partiyle örgütsel bağı zayıf olan emekçilere ve artan vergi yükünü sırtlamakta olan orta sınıfa kesmeyi tercih etti. Bunun sonucu olarak, Rousseff koltuğundan edildiği sırada, kendisini sokakta ve medyada ölümüne savunacak ezici bir kitle ve sivil toplum desteği bulamadı.

AKP’nin Türkiye’de süregelen kriz ortamında PT’ye göre daha sağlam bir pozisyonda olmasının tek sebebi, 12 Eylül döneminde tohumları atılıp 1990’larda genişletilen ve 2000’lerde kurumsallaşan İslâmcı-muhafazakâr patronaj ağı değil. PT’nin ihmal ettiği ulaşım, eğitim ve sağlık yatırımlarının AKP hükümetleri tarafından gerçekleştirildiği ve bunun seçmen üzerinde kalıcı etkiler bıraktığı söylenebilir. Bununla birlikte, Brezilya’nın içinde bulunduğu ekonomik krizin en kuvvetli iktidarı dahi sarsacak boyutta olduğunun altını çizelim. 2015 yılında %3,8 daralan Brezilya ekonomisi son çeyrek yüzyılın en sert düşüşünü yaşıyor ve ufukta toparlanma adına ışık görünmüyor. Türkiye’de ise (henüz) böyle bir daralma söz konusu değil. İnşaat sektörü, ucuz işgücü ve son dönemde artan savaş harcamaları Türkiye ekonomisini hâlâ yürütmeye devam ediyor. Fakat iktidarı ayakta tutmak için gerekli olan bu kanlı yürüyüşün toplumsal maliyeti gittikçe ağırlaşıyor. Gezi direnişinden maden facialarına, HES protestolarından Kürt şehirlerindeki yıkıma kadar Türkiye’de kriz siyaset üzerinden her geçen gün derinleşiyor ve tehlikeli biçimde normalleşiyor.

İki ülkenin yönetim biçimleri de iktidarın sınırları ve paylaşımı üzerinde belirleyici bir rol oynuyor. Parlamenter sistem ile yönetilmesine rağmen Türkiye’de yürütme son 10 yıl içerisinde, koalisyonlu başkanlık sistemine sahip Brezilya’ya göre çok daha kuvvetli ve etkili bir konuma geldi. Genel seçimde %45-50 bandını yakaladığı sürece AKP yasama ve yürütmeyi aynı anda kontrol edebiliyor. Nispi temsil sisteminde bir partinin düzenli olarak bu bandı tutturması elbette kolay değil. Fakat AKP, gerek disiplinli çalışan teşkilatı ve Erdoğan’ın mutlak liderliği, gerek etkin ve yaygın patronaj ağı ve ana muhalefet partilerinin görece etkisizliği, gerekse de %10 seçim barajı ve sermaye, medya ve yargı üzerinde artan tahakkümü (ve bunların yeterli olmadığı yerde iktidarını korumak için savaşa girmeyi göze alması) sayesinde bu performansı sürdürebildi. Tek başına iktidarda kaldıkça da gücünü sınırlayan engel ve yapıları tek tek ortadan kaldıracak adımları atma fırsatı buldu.

Ulusal seçim barajının olmadığı ve parti disiplininin zayıf olduğu Brezilya’da ise bir partinin çift meclisli sistemde tek başına çoğunluğu elde etmesi neredeyse imkânsız. Brezilya tarihinin en popüler başkanı olan Lula dahi Meclis ve Senato’da koalisyonlarla çalışmak zorundaydı. Bu durum, bir yandan parlamentoyu türlü çıkarların alınıp satıldığı kirli bir pazarlık mecrasına dönüştürürken, öte yandan yönetim erkinin işine gelen yasaları kimseye danışmadan ve tartışmadan dayatmasını engelliyor. Yine de PT’nin iktidarda bulunduğu 14 sene boyunca sistemi kendi çıkarı doğrultusunda kökten değiştirmeye yeltenmediğini vurgulayalım. Erdoğan’ın aksine PT’nin kurucusu olan Lula, şahsı, partisi ve Brezilya devleti arasında ayrılmaz bir bağ olduğu fikrine kapılmadı.

PT hükümetleri, ne en kuvvetli olduğu 2006-2011 döneminde, ne de varoluşsal bir krizin içine düştüğü son dönemde, yürütme erkini aşırı yetkilerle donatmak, yargıyı kontrol altına almak, muhalif medyayı tehdit edip susturmak, muhalefet vekillerini parlamentodan uzaklaştırmak, gazetecileri hapse atmak, ifade özgürlüğünü sınırlamak gibi anti-demokratik girişimlere başvurdu. Aksine, İşçi Partisi döneminde demokratik denetim kurumlarının kuvvetlendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Örneğin 2014 yılı başlarında, AKP hükümeti internete düşen ses kayıtlarını bastırmak için internete sansür yasası hazırlarken, Petrobras soruşturmasının henüz başladığı Brezilya’da hükümet vatandaşların dijital erişim ve gizlilik haklarını devlete karşı koruyan öncü bir yasayı (Marco Civil da Internet) hayata geçiriyordu.

Çizdiğimiz tablo kısaca şunu gösteriyor: Brezilya ve Türkiye’yi yıllardır yöneten iki partiden PT siyaseti belli demokratik kural ve sınırlar içinde kabul ederken, AKP iktidarını korumak ve güçlendirmek için bu kural ve sınırları kolaylıkla yok sayıp ihlal edebiliyor. İşçi Partisi’nin sonunu hazırlayan bir anlamda bu demokratik tavır oldu. Daha açık bir ifadeyle, “pembe sol” formülü derinleşen kriz ortamında iflas eden, yolsuzluğa karıştığı ortaya çıkan ve taban desteğini gittikçe yitiren PT, kendi iktidarı döneminde kurduğu veya kurumsallaştırdığı denetim mekanizmalarına takıldı ve bunu fırsat bilen siyasi rakipleriyle eski iktidar ortakları tarafından meşruiyeti kuşkulu bir şekilde devrildi. Fakat iktidarını kurtarmak adına, bir komploya maruz kaldığını düşünmesine rağmen, bu mekanizmaları dağıtmaya kalkışmadı. Yani Türkiye’de Erdoğan taraftarlarının “Reis dik durdu,” diyerek övündükleri, iktidarı kutsayan kural tanımaz yola sapmadı.

III.
Altını çizdiğimiz bu temel ayrım, Brezilya’da kurumların kusursuz ve tamamen bağımsız işlediği ya da PT’nin yerine gelen sağ blokun aynı demokratik hassasiyete sahip olduğu anlamına gelmiyor. Daha ziyade, her iki partinin “darbe girişimi” olarak nitelendirdiği süreçler içinde PT ve AKP’nin ne kadar farklı yerlerde durduğuna işaret ediyor. Zira Rousseff’in görevden alınmasını izleyen gelişmelere baktığımızda, AKP’nin gerek ideolojik yapı, gerekse siyasi tavır itibarıyla, PT’den çok onu deviren oligarşik gruba benzediğini görüyoruz: Örneğin, Rousseff’in yargılanacağı 180 gün boyunca devleti yönetecek olan eski başkan yardımcısı Michel Temer’in kurduğu geçici hükümetin tamamı dindar-muhafazakâr beyaz erkeklerden oluşuyor. Brezilya’nın ilk kadın başkanını koltuğundan eden kabinede, 1970’ten beri ilk defa, tek bir kadın bakan yok. PT’nin eski koalisyon ortağı merkez sağ Brezilya Demokratik Hareket Partisi’nden (PMDB) olan Temer’in ilk icraatları Rousseff döneminde yetkileri genişletilen Kadın, Eşitlik ve İnsan Hakları Bakanlığı’nı Adalet Bakanlığı’na bağlayıp, başına tecavüz olaylarında dahi kürtaja karşı çıkan bir Evangelisti getirmek, Kültür Bakanlığı’nı lağvedip Eğitim Bakanlığı’nın altına yerleştirmek (bu karar protestolar sonucu geri çevrildi), Bilim ve Teknoloji Bakanlığı’nı yaradılışçı bir Evangeliste teslim etmek oldu. Aynı zamanda kemer sıkma politikalarını derinleştirmek, sosyal programları askıya almak ve işçi haklarını zayıflatarak ulusal/uluslararası sermayeyi mutlu etmek adına ilk adımlar atıldı.

İşin daha da trajik yanı, yeni hükümetin birçok ağır topunun da en az PT’liler kadar yolsuzluğa bulaşmış ve Lava Jato operasyonu çerçevesinde soruşturuluyor olması. İşte bu noktada, görece bağımsız denetim mekanizmalarının varlığı Brezilya’yı Türkiye’den ayırıyor. Her ne kadar PT yanlıları (pek de haksız olmayarak) ana akım medya ve yargının kendilerine karşı önyargılı davrandığından şikâyet etse de, Temer hükümetinin başı şimdiden aynı kurumlarla dertte. Mayıs ayı başında Brezilya Yüksek Mahkemesi, Rousseff’in devrilmesinde başrolü oynayan Meclis başkanı Eduardo Cunha’yı yolsuzluk soruşturması kapsamında görevinden aldı. Ağzından Tanrı ve İncil’i düşürmeyen Cunha, İsviçre’deki gizli banka hesaplarına kaynağı belli olmayan milyonlarca real aktarmak ve hakkındaki soruşturmayı engellemekle suçlanıyor.

Brezilya gündemi son günlerde PT karşıtı üst düzey siyasetçilerin Lava Jato soruşturmasını sümen altı etmeye yönelik konuşma kayıtlarının kamuoyuna sızmasıyla çalkalanıyor. Ülkenin en büyük gazetesi (kesinlikle PT destekçisi olmayan) Folha de S. Paulo’da yayımlanan ve Rousseff’in gayrimeşru yollarla indirildiği savını destekleyen kayıtların birinde Temer’in Planlama Bakanı (ve PMDB lideri) Romero Jucá, soruşturma altında olan PMDB’li eski bir senatör ve enerji şirketi yöneticisine Lava Jato’nun sebep olduğu “kan kaybının” ancak Rousseff devrilirse duracağını anlatıyor. Bir başka kayıtta kendisi de yolsuzlukla suçlanan PMDB’li Senato Başkanı Renan Calheiros yine aynı enerji şirketi yöneticisiyle yargıçları nasıl satın alabileceklerini tartışıyor. İkili, fazla bağımsız olduğunu düşündükleri (Sabah yazarı Hilal Kaplan’ın Ergenekon savcısı Zekeriya Öz’e benzettiği) Mahkeme Başkanı Sergio Moro’yu soruşturmadan nasıl uzaklaştırabileceklerini tartışıyorlar. Ülkenin en büyük televizyon kanalı O Globo’da yayınlanan bir başka kayıtta, Temer’in şeffaflık ve yolsuzlukla mücadeleden sorumlu bakan olarak atadığı Fabiano Silvera, Senato başkanına Petrobas soruşturmasından nasıl yırtacağına dair tavsiyelerde bulunuyor. Kayıtların yayınlanmasıyla birlikte baskı altında kalan Temer hükümeti protestolar eşliğinde Jucá ve Silvera’yı görevden almak zorunda kaldı. Son olarak, bu yazı yayımlanmak üzereyken, başsavcının Cunha, Calheiros, Jucá ve kayıtlarda yer alan eski Devlet Başkanı José Sarney hakkında, Lava Jato soruşturmasını engellemeye teşebbüsten tutuklama talep ettiği ortaya çıktı. Meşruiyeti sorgulanan geçici hükümeti zor günler bekliyor.

IV.
Son tahlilde, Türkiye ve Brezilya’daki yolsuzluk operasyonlarını, ılımlı orta yol politikaları çöktükten sonra krize yuvarlanan AKP ve PT hükümetlerini eski koalisyon ortaklarıyla kıyasıya kapıştıran bir iktidar mücadelesi olarak da okuyabiliriz. Ancak bu mücadelede Erdoğan ve AKP hükümetinin “nasıl olursa olsun iktidarı elimizde tutmalıyız” anlayışı, PT’den çok, PT karşıtı sağ blokun “nasıl olursa olsun iktidarı ele geçirmeliyiz” tutumuyla örtüşüyor. Bu bağlamda Erdoğan’ın “üst akıl” ve “büyük oyun” söylemi, her şeyden önce, iktidarı elde tutmak adına atılan anti-demokratik adımları meşrulaştırma işlevi görüyor. İşçi Partililer “büyük resmi” göremediğinden değil, PT benzer adımları atmamış olduğu için komplo teorilerine AKP kadar ihtiyaç duymuyor. Tüm aksaklık ve eksikliklerine rağmen, Brezilya’da demokratik kurum ve kurallar tam da bu yüzden henüz ortadan kalkmış değil ve önümüzdeki süreçten doğru faydalanırsa PT’nin veya yeni bir sol hareketin bir sonraki seçimde tekrar iktidara gelmesi hayal değil. Erdoğan’ın Türkiye’si ise, mutlak iktidarla mutlak iktidarsızlık dışında bir seçeneğin kalmadığı, kaybetmenin yok olmak anlamına geldiği, krizle yönetilen güvensiz bir otoriterizm yolunda koşar adım ilerliyor.
Izabela Corrêa: London School of Economics, doktora öğrencisi. Brezilya Federal Devleti Denetleme Kurulu (Controladoria-Geral da União), Şeffaflık ve Yolsuzlukla Mücadele eski koordinatörü.

Dr. Karabekir Akkoyunlu: Graz Üniversitesi, Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Merkezi.