Mrs. Dalloway: Modern Dünyada Atomize Olmuş Bir Birey
Mrs. Dalloway tıpkı aynı adlı karakteri gibi yarını olmayan bir roman. Virginia Woolf’un bu ünlü eseri gelecekten yana nasibini almadığından bir günde başlayıp bir günde biter, her şeyden önce bitebilir. Ana karakter Mrs. Dalloway yaşamı salt varlık derekesine indirgenmiş –yalnızca hayatta olmak kendisine yeten, âdeta başka bir muradı olmayan– bir burjuva kadındır. “Yine de günlerin birbirini izlemesi, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi; sabah uyanıp göğe bakmak, parkta yürümek, Hugh Whitbread’e rastlamak, sonra ansızın Peter’ın gelişi, sonra şu güller; bunlar yetiyordu.”[1] O her şeydir ama kendisi değildir. O, bir erkek dolayımıyla tanımlanan, Marx’ın sözleriyle, “yaşamını başka birinin inayetine borçlu olan”[2] bir kadındır. O bir Mrs. Dalloway’dir.  

 

Çok daha önemlisi, bu “tek bir gün”e sıkışabilen yaşam sorunu yalnızca nicel de değildir, zira bilindiği üzere “bir gün” her zaman salt bir gün değildir. İnsan yaşamı saatin tik taklarındaki mekanikliğin üstesinden gelebilecek organikliğe sahiptir. Fakat burada sorun aynı zamanda niteldir. Sözgelimi, bu tek bir günlük süre zarfında Mrs. Dalloway ne(ler) yapar? Ve bu bir günlük faaliyetinden ve dolayısıyla genel olarak romanın çizdiği görüntüden hareketle, onun genel yaşamına dair ne gibi sonuçlar çıkarabiliriz? Bu “tek bir gün”ün bir “her gün” olduğunu söylemek çok cesur bir iddiada[3] bulunmak mı olur? Godot’yu Beklerken’de, Martin Esslin’in sözcükleriyle söylersek, “hiçbir şey olmaz, hem de tam iki defa”. Mrs. Dalloway’deyse her şey bir defada olur ve tek bir güne sığdırılır. Geriye hiçbir şey kalmamıştır; roman biter.  

 

Virginia Woolf, C. P. Gilman’ın kısa hikâyesi The Yellow Wallpaper (Sarı Duvar Kâğıdı) ile çarpıcı benzerlikler[4] taşıyan bu romanında, hiçbir şey üzerine sürekli bir belirsizliğe sahip olan modern dünyada mukim bir kadını resmeder. Clarissa Dalloway kendi azılı, doğal duygularını bastıran boğucu bir havayı solumaktadır. Hiçbir şey hakkında duyduğu kaygıların kendisine ne getireceği konusunda muallaktadır. Burjuva erkeklerin borusunun öttüğü bir dünyada, Clarissa yaşamı partilerden, entipüften koşuşturmacalardan ve yüksek sosyeteyle ilişkisinden müteşekkil bastırılmış bir kadındır. Bu durum otomatikman bir kimlik sorununu gündeme getirir. 

 

Dolayısıyla karşımızda mutsuz ve yalnız bir kadın vardır. Bu sorunun kökensel nedeni erkek egemen sınıflı toplumdur. Kapitalizm bireyleri yabancılaşmanın ve yalıtılmışlığın cenderesinde debelenmeye iter. Kadınlar söz konusu olduğundaysa bu katmerli bir felakettir. Woolf parası, mevkisi ve önemli tanıdıkları, ilişkileri olmasına rağmen sıkıntı çeken bir burjuva kadınını resmetmeyi tercih ederek karşıtlığı daha da belirginleştirir.

 

Burjuva sınıfa mensup bir kadın olmasından kaynaklı olarak, Mrs. Dalloway boş gezenin boş kalfası olmaya itilmiştir. Yaşamı toplumsal cinsiyetinin gerektirdiği rollerle sınırlıdır ve nitekim o da mevcut yaşamından memnun değildir. Dolayısıyla geçmişe saplanıp kalmıştır. Mrs. Dalloway yaşamına alternatifler aramaktadır. Hatıralarının sel olup üzerine akmasına engel olamaz. Kızlık günlerine dönüp baktığı anlarda, biz de etrafında kendi sınıfsal önyargılarını kendisine dayatmaya çalışan erkeklerle çepeçevre sarılı olduğunu öğreniriz. Peter’da ete kemiğe bürünen tipik erkek tavrındaki sinikliği hatırlar: “Bir Başbakanla evlenip bir merdivenin tepsinde duracaktı; kusursuz bir ev sahibesisin derdi (gece, yatağında nasıl ağlamıştı bu söze), kusursuz bir ev sahibesinin bütün nitelikleri var sende demişti” (s. 13, vurgu bana ait).

 

Erkek egemen toplumun kendisine asla gerçek bir özgürlük tanımayacağının farkındadır. Bu nedenle payına biçilen toplumsal rollere (“ev hanımlığına”) veryansın etmektedir: “[A]rtık yeniden evlenmek, çocuk yapmak falan olmadığına göre, herkesle birlikte Bond Sokağı’ndan yukarı bu ağır, şaşırtıcı, ciddi ilerleyiş var yalnız, bu Mrs. Dalloway olmak; Clarissa bile olmamak; bu Mrs. Richard Dalloway olmak” (s. 17). Erkek egemen sınıflı toplum açısından, bir kadının işlevsel olması zorunludur; işlevlerini kaybettikten sonra, heyhat! Nemelazım, gelsin yenisi! Clarissa çok açık bir şekilde bu baskıyı hissetmektedir; kendisi olmadığının farkındadır. Sıkıntısı kendi kendini ele veren türdendir: O, başka birinin dolayımıyla kendisi olabilmektedir.

 

Dış dünyadaki yaşamdan umduğunu bulamayınca (ya da yalnızca bir şey bulamayınca), kendi iç dehlizlerine döner. Yaşadığı toplum kendisine hiçbir alternatif sunmadığından, kendi zihinsel yaratılarıyla ve yeniden yaratılarıyla yaşamakta ve bize bu “gerçeklikler”i sunmaktadır. Kendisini düzenlediği partilerle özdeşleştirmiştir. Topluma sunup sunabileceği en büyük şey parti vermek olan bir kadındır o. Burada Clarissa’nın kişiliği ne yazık ki bir parti olarak tezahür etmektedir: Bir kadının toplumsal olarak var olmasına olanak tanımayan erkek egemen sınıflı toplumun yarattığı korkunç bir sonuç. 

 

Partilerin belirli koşullarda insanlar arası diyalog ve toplumsal iletişim için atılmış bir adım olabileceğini inkâr etmiyorum. Ne var ki bu bağlam içerisinde partinin Clarissa’nın sorununu pek çözmediğini, hatta tersine kötüleştirdiğini rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Sorun şu ki toplum ya da bütünlüklü herhangi bir toplumsal yapı üyelerinin aritmetik toplamından ibaret değildir, gerçek bütün parçaların toplamından daha fazlasıdır. Clarissa’nın sorunu daha derinlerdedir.    

 

Mrs. Dalloway romandaki diğer kadın karakterler gibi yabancılaşmıştır. İnsan emeğiyle var olur, oysa Mrs. Dalloway vazgeçilmez bir işten ya da anlamlı bir toplumsal faaliyetten mahrumdur. Başkalarıyla ilişkileri olsa da, tümüyle yalnızdır. Mrs. Dalloway’de birey, yani safi bireyselleş(tiril)miş, atomize olmuş birey yeni icat edilmiş uçak gibidir. Bir o tarafa bir bu tarafa zikzaklar çizer, tereddüt eder, çarçabuk konum değiştirir ve çok daha önemlisi insanlardan uzaktadır: “Birdenbire dalışa geçen uçak, ansızın bulutlara yükseldi yine, bir halka çizdi, hızlandı, indi, kalktı” (s. 26). Birey, yani yabancılaşmış, demem o ki, toplumsal kimliğini yitirmiş “birey”, tıpkı Mrs. Dalloway’in zihni gibidir: Bir ona atlar bir buna, yalpalar ve bir türlü yolunu bulamaz.

 

Gökyüzündeki uçağı da yeryüzündeki atomize olmuş bireyi de yaratan kapitalizmin ta kendisiydi. Bu birey bir kadın olduğundan, sorun daha da ağırdır: Boş zaman “özgürlüğü” ve eve kapatılmış kadının şu sözümona unutkanlığı, üretken ol(a)mayan bir insan olmanın getirdiği verimsizlik ve erkek egemen baskı.

 

Bu bağlamda, “roket” metaforu da fevkalade manidardır, zira Woolf yabancılaşma ile modern dünya arasındaki yakın ilişkiyi göz önüne sermek için sembolik sahnelere ya da metaforlara (uçak, roket, araba vs.) başvurur. Buradaysa yalnızlığı roketle yan yana getirir. “Kimse yoktu. Sözleri eriyip dağıldı. Bir roket gibi” (s. 29). Roket potansiyel olarak dünyanın iki uç noktasındaki insanın dahi iletişime geçip birleşebilmesi anlamına gelir. Fakat kapitalizmde bu muazzam potansiyel hızlı bir yalnızlıktan başka bir anlama gelmez. Hegel’in diyalektiğiyle açıklamak gerekirse, kapitalizm ya olasılıklar yaratıp bunları küçük bir azınlığa tevdi eder ya da bunları tersi (olumsuz) bir doğrultuda kullanır. Başka bir deyişle, teknolojik olasılıklar illa zorunluluğa dönüşmez (gerçekleşmez), olasılığın zorunluluğa dönüşümü yasası, Hegel’in doğru bir şekilde öngördüğü üzere, koşullara bağlıdır. Dolayısıyla birey artık bilimsel olarak yalnızdır, yalnızlığı tescillenmiştir.

 

Teknolojinin ilerlemesi, yeni buluşlar doğrudan doğruya toplumun tüm üyelerinin mutluluğuna kapı aralamaz. Engels insanın evrimi hakkında uzun zaman önce,[5] insanı diğer hayvanlardan ayıran niteliksel farkın insanların doğa ve dış dünya üzerine kurdukları kontrol ve onu kendi amaçlarına koşturabilmeleri olduğunu söylemişti. Bu bağlamda, Engels sanayi devrimini büyük bir coşkuyla karşılamıştı, zira sanayi sömürünün ve ayrımcılığın olmadığı sınıfsız bir dünyanın nesnel temellerini döşemişti. Gelgelelim bu nesnellik, ancak ve ancak öznel etmen devreye girer ve çağdaş toplumdaki her türlü sorunun kökensel nedeni olan kapitalizmi (burada, sanayinin sermaye tarafından kötüye kullanılmasını) ortadan kaldırırsa yarar sağlayabilirdi. Aksi takdirde sanayi ve teknoloji, bu çift yüzlü Janus, meşum olanını göstermekte bir an olsun tereddüt etmeyecekti.

 

Sözgelimi, teknolojinin gelişimi ev işlerinin ortadan kaldırılmasını mümkün hale getirmiştir. Fakat kapitalizmde kadınların ev içi sömürüsü aile denilen “kutsal” ad altında hâlâ devam etmekte ve şu bilindik erkek şovenist teorilerin değirmenine su taşımaktadır. Bir verimsizliği ifade eden bu kapatılmışlık, hiçbir anlamı olmayan ve varlık nedeninden yoksun bir yaşam üretmektedir. Bu uzlaşmaz çelişki Mrs. Dalloway’de mutsuz, yalnız ve karamsar mı karamsar kadınlar yaratmakta ya da yazarın döneminde olduğu gibi kadınların geriliğin ve gericiliğin kalesi olarak görülmesine (üstelik kadınlar potansiyel açıdan daha devrimci olmalarına karşın) yol açmaktadır. Kapitalizm roman özelinde de görüldüğü üzere kendi sınıfının kadınlarına bile çıkar yol sunamamaktadır.     

    

Burjuva toplumunun yarattığı bu yalnızlık romanın tüm hücrelerine sirayet etmiştir. Sorun yalnızca Richard’ın üstünlük taşlayıcı, mütenezzil, Clarissa’nın da bağımlı olması değildir; zira romandaki diğer kadınların hali pürmelali de ortadadır. Tam bir iletişim kopukluğu mevcuttur ve sanırım “bilinç akışı” yöntemi de bu modern durumun bir uzantısı olarak işlenebilir. “Bilinç akışı” daha bireysel bir tekniktir. Anlatıcı dile getirilmeyen düşünceleri ve duyguları “aktarır”, karakterlerin karşılıklı ilişkileri araya diyalogların serpiştirildiği canlı mütekabil diyaloglar halinde seyredeceğine onun kendi bilincinde akar. Bize “canlı”yken değil, olup bittikten, zihin süzgecinden geçirildikten sonra (ya da tersi?) anlatılır. Dış dünyadan hayal kırıklığına uğramış olan anlatıcı kendi iç dünyasına döner. Anlatının bilinci düz bir çizgide takip etmez (ki bu olumlu bir yöndür), ama kopuk kopuktur. Bireyin yaşamındaki sözceler, olaylar silsilesi birbirinden yalıtık ve iç bütünlükten uzaktır. Birey ve yaşam atomlarına bölünmüştür.

 

Öte yandan bu yöntem epey aldatıcıdır da. Eğer dikkatsiz okur Woolf’un çizdiği güzergâhı takip eder ve onun peşine takılıp giderse, Mrs. Dalloway’in kaderi kolaylıkla unutulabilir. Romanın hemen ilk sayfalarında yazar dil ve biçim sorunuyla yakından ilgili olduğunu belli eder. Daha ilk bakışta aşırı virgül, parantez, noktalı virgül kullanımı dikkat çeker. Yazar dikkatimizi buraya odaklamaya çalışır. Öte yandan, bu teknik yazar tarafından o kadar bilinçli bir şekilde seçilmiştir ki, ortalama bir okur, ilk birkaç satırı ya da ilk sayfayı okuduktan sonra, kafasında genel bir taslak şekillendirebilir: Kitap bu kadının etrafında dönecek. Neden? Çok basit, elimizde her türlü karine var: Kitap adını ondan alıyor, keza onunla başlıyor vs. Ne var ki yazar okurun ağzına bir parmak bal çalar ve sonra Clarissa âdeta sırra kadem basar. Beklenen, güya vaat edilen tepe noktası hiçbir zaman gelmez. Bu anlamıyla, karşımızda Mrs. Dalloway etrafında dönmeyen bir roman vardır. Böylelikle ilgimizin merkezi kayar ve trajik kadın kahramanımız gözden kaybolur.


[1] Virginia Woolf, Mrs Dalloway, çev. Tomris Uyar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s. 123.

[2] Karl Marx, 1844 Elyazmaları, çev. Kenan Somer, Ankara: Sol Yayınları, 1993, s. 182 (değiştirilmiş çeviri).

[3] En azından, romanı yalnızca bir savaş sonrası kasvetliliği olarak analiz etmek, zannımca, onu olduğundan daha az okumak anlamına gelecektir. Başta Clarissa Dalloway olmak üzere, romanda tümüyle oldukları yere kıstırılıp kalmış iç bunaltıcı karakterler mevcuttur.    

[4] Kadınların “bilimsel” yollarla tahakküm altına alınması, erkeklerin uydurduğu kadın hastalıkları, üretici bir faaliyetten mahrum (ve yokluğundan malul) bir kadın, karı koca arasındaki uçurum, kadınların müzmin yalnızlığı vs.

[5] “İnsansı Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü”, Doğanın Diyalektiği içinde, çev. Arif Gelen, Ankara: Sol Yayınlaru, 2002, s. 186-200.