Barışçıl ve Demokratikleşen Bir Türkiye İçin

Bugün Türkiye toplumunun esas meselesi barışçılık ve demokratikleşmeden yana gelişmeler sağlayabilmeyi başarabilmek olsa gerek. Bu çerçevede, öncelikle temel bir sorun olarak Kürt meselesinin ne olduğu ve hangi biçimler altında demokratik bir şekilde çözülebileceği konusunda yenide düşünmenin, yeni açılımlar ortaya koyabilmenin önemi olabildiğince artmıştır.

Erdoğan’ın ve iktidar ortaklarının barışçıl ve demokratik bir Türkiye’ye gidebilecek yolların tümünü birer birer tıkamaya/kapatmaya çalıştıkları artık yeterince açıktır. Söz konusu iktidar çevrelerinin işaret edilen çerçevede ciddi mesafeler katettikleri de ortadadır. Ve şimdi, bir de “yeni” kanunlar eşliğinde sivil vitrinli bir asker-polis rejimine her geçen gün biraz daha yaklaştırıldığımız da artık görmezden gelinebilecek bir durum olmaktan çıkmıştır.

                                                                         ***

Erdoğancılardan Ergenekonculara bir sıra gücün koalisyonuna dönmüş olduğu söylenebilecek mevcut iktidar çevreleri “bölücü terör örgütüne”, PKK’ye karşı savaş adı altında gerçekte en geniş anlamda insanın yaşam haklarına, temel hak ve özgürlüklere, Kürt halkına, değişik inançlı toplum kesimlerine, barışçılık ve demokratikleşme yanlısı çevrelere de saldırıyor, bildik ayrımcılıklar yapıyor, tedhiş ve baskı uyguluyorlar. Bu çerçevede Sünnici, Türk milliyetçisi, şoven söylemleri ardına kadar kullanmaya, bu yolla Türk halkının Sünni kesimini kökten zehirlemeye ve bu temelde toplumu habire kutuplaştırıp germeye çalışıyorlar.

Bu çerçevede, iktidar çevrelerinin her türden yayın aracılığıyla yaygın bir şekilde kullandıkları kimi başat söylemleri çok yönlü olarak deşifre etmek barışçıl ve demokratik bir Türkiye için mücadelenin çok önemli bir cephesi olsa gerek. Örneğin “Tek vatan, tek millet” denen söylemi ele almak, onu çözmek gerekiyor. Bilindiği gibi iktidar çevrelerinin, Erdoğan’ın sıklıkla kullandığı bu söylem, daha sert ya da daha yumuşak denebilecek ayrımlı nüanslarla da olsa MHP ve CHP’nin de benimsedikleri bir söylemdir.  

Şimdi soralım: Bu söylemle ne anlatılmak isteniyor?  “Vatan” nedir, “millet” nedir? Eğer “vatan”dan kasıt Türkiye ise, ben bu Türkiye’den iki Türkiye çıkarmaya çalışan tek bir düşünce çevresinin ya da siyasi hareketin varlığına tanık olmadım. Peki, sözünü ettiğim söylemi kullananların böyle bir tanıklığı var mı? Varsa açıklasınlar! Mevcut Türkiye’yi iki Türkiye’ye çevirmek isteyenler kimlerdir? Böyle kimselerin olmadığı açıktır! Bu halde, “tek vatan” söylemi ile “tek millet”e ait bir vatandan söz edilmek isteniyor ki, bu millet de Türk milletidir ya da Türk Sünni Müslüman ümmettir. Türkiye toplumunu Türk milleti ile özdeşleştirdiğimizde bu, Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olduğunu söylemek anlamına gelir. Bu hesapla Türkiye’de, örneğim Kürt yoktur; varsa da onlar egemen Türklüğün belirlediği esaslar dairesinde yaşamak durumundalar. Zira bu vatan Türklerindir ve Kürtler bu bapta herhangi bir hak talebinde, diyelim ki “ortak vatan” talebinde bulunamazlar! Bulunurlarsa suç işlemiş olurlar ve bu durumda onları cezalandırmak gerekecektir! Türkiye’yi salt Türk Sünni Müslüman bir ümmetin vatanı olarak aldığımızda ise, bu vatan Türk ve Sünni Müslüman olmayan hiç kimsenin “benimdir de” diyebileceği bir vatan değildir!  Dahası, bu ümmetçi söylemde artı bir sahtekârlık da vardır ki o da Sünni Müslüman toplulukların bilinen “modern ulus devletlerce” bölünüp parçalandığını, buna karşın “ümmetin” “tek vatan”da toplanması gerektiğini açıkça söylememesidir. Buna göre, Erdoğan’ın “tek millet, tek vatan” söylemi, “Türkiyecilikten de öte olduğu için” aynı zamanda boydan boya sahtekârlıklarla da doludur. Erdoğancıların “tek vatan” söyleminde, millet esas olarak “ümmettir” ve “ümmet” esas olarak Türk olmak durumunda olduğu için Kürtler, resmen bilinip-tanınsalar da ancak ve ancak ikinci sınıf vatandaş olabilir.

Toparlamaya çalışalım. Dürüst ve cesur olalım. Türkiye toplumu tek bir milletten  ve aynı inançla, aynı mezheple bağlı insanlardan oluşmuyor. Türkiye toplumu dilsel, kültürel, inançsal, vb. bakımından çoklu bir toplumdur. Bunlar biliniyor. Böyle bir toplum ne “modern ulus” olarak ne de “ümmet” olarak örgütlenebilir. Bu halde, “tek millet” söylemi ve bu yapaylıkla bağlı “tek vatan” söylemi bizatihi Türk halkına, dahası spesifik olarak Sünni Müslümanlıkla bağlı Türk halk kesiminin çıkarlarına da aykırı bir söylemdir ve söz konusu söylem altında yer alabilecekleri bir yürüyüş onlar için de sadece yeni yeni felaketlerle sonuçlanabilir.

Evet, bu vatan Türkiye toplumunun tamamının, demokratik esaslar ve usuller çerçevesinde ortak vatanı olsa gerek. Bir toplumun kendisinin ve ona ait bir vatanın birlik ve bütünlüğü sahiden ancak böyle sağlanabilir. Türklük ya da Sünni Müslümanlık adına toplumun dilsel, kültürel, inançsal olarak farklı kesimlerine ayrımcılık, zorbalık ve baskı uygulayarak, onları yok sayarak ya da ikinci sınıf şeklinde konumlamaya çalışarak yol almaya çalışan hiçbir “milletin” ve “vatanın” ne birliği, ne bütünlüğü ne de geleceği olmuştur ya da olabilir!

Türkiye’nin bütünlüklü geleceği mi isteniyor? Bu, Türkiye toplumunun demokratikleşmesine, insan hak ve özgürlüklerine bağlanabilmesine bağlıdır. Buradan bakıldığında Erdoğanca ya da bilumum milliyetçi, şoven ve faşistçe kullanılan “tek vatan, tek millet” söyleminin bütünüyle yalanlar, demagojiler üzerine kurulduğu; bu tarz söylemin sahiplerinin dertlerinin sıradan insanın bilincindeki “vatan” ya da “millet” de olmadığı, kendi çıkarları, iktidarları ya da mutlak iktidar arzuları olduğu gayet kolay görülebilir. “Tek vatan, tek millet” söyleminin Erdoğancı anlamı “mutlak iktidar istiyorum/istiyoruz”dan başka bir şey değildir! Burada esas olarak önemli olan bir diğer durum, bu gerçekliği ya da gerçeklikleri Türkiye halkının geniş kesimlerinin görebilmesine verimli katkılar sunabilmek olsa gerek.

                                                                     ***

Yeni ve demokratik bir Türkiye, tekçi hiçbir düşünce aracılığıyla oluşturulamaz. Bu halde düşünelim! Başına buyruk havalarıyla, hendekler ve barikatlar eşliğinde “fiilî özyönetim” ilan edilen yerlerde birbiri peşi sıra ilan edilen sokağa çıkma yasaklarıyla birlikte “özel” asker ve polis birliklerince kuşatılan, dövülen ve yakılıp-yıkılan kentlerde halkın bizatihi kendisi de kırılıp perişan edilirken, PKK de açık olarak askerî bir yenilgiye uğratıldı. Bununla birlikte, PKK bence siyaseten de yenilgiye uğradı. Kendisine yakınlık duyan halk kesimlerinde de “prestij ve güven” kaybına uğradı. Bunun en somut örneği, söz konusu halk kesimlerinin “devrimci halk savaşı”na katılmamaktan öte, buna açıkça “hayır” demesi, PKK’nin söz konusu yönelimini doğru bulmadığını açıkça söylemesi ve bu yönelimi eleştirmesidir. (Bu eleştiriler, söz konusu süreçte, karşı bir tutumla yeterince sorumlu ve etkili görülmeyen HDP’ye dönük eleştirilerle iç içe yürümüştür.) Buna karşın, söz konusu süreçte askerî/polisiye başarı kazanan iktidar çevreleri (özellikle de AKP) Kürt halkı nezdinde siyaseten kaybetmiştir. Nitekim şu an, yakılıp yıkılan Kürdistan kentlerinde halk arasında AKP neredeyse silinmiş durumdadır. Ama galiba bu durum artık JİTEM’cilerle ayan beyan yan yana duran Erdoğan’ın umurunda değildir. Zira o da ortaklarına benzeyerek, artık halkoyuna değil, halkı teslim almaya, halka boyun eğdirmeye, askere-polise güvenmeye, onları kullanmaya yöneldi. Galiba bu çerçevede Türkiye Kürdistan’ındaki IŞİD’ci, Hizbullahçı çevreleri, köy korucularını da yeniden konumlandırmaya, ayrıca en son Midyat’ta görüldüğü üzere Kürdistan’da Kürt olmayan çevreleri de organize edip hareketlendirmeye çalışacaklardır. Vesselam bu çevreler artık Türkiye’yi batırmak, onun olabilecek barışçıl ve demokratik geleceğini “boğmak” için ellerinden gelen her şeyi, katlayarak yapmaya devam edeceklerdir.

Mevcut iktidar çevreleri, PKK’yi de kullanarak Türkiye toplumunu feci bir şekilde “anormal” ve kötü bir yola sokmuş durumdadırlar. Bu gidiş nasıl durdurulabilir? Barışçıl ve demokratik bir Türkiye’ye gidebilecek yollar nasıl açılabilir ya da kullanılabilir hale getirilebilir? Düşünelim! Çok zamanımız yok!

Altını çizerek belirtmek istiyorum ki eğer TC, demokratik bir şekilde ve Türkiye’nin tüm dil, kültür ve inanç çevrelerinin eşit haklılığı, özgürlüğü temelinde kurulabilseydi, bugün Türkiye’de ne bir Kürt, ne Alevi ne de benzeri bir sorunu olabilirdi. Bu halde?..

Hal şudur: Artık Türkiye’nin barışçılık ve demokratikleşme yanlıları oynayabilecekleri (aynı zamanda tarihsel denebilecek) normal rollerini tam da oynamak zorunda oldukları bir eşiktedirler. Bu rolümüzü neden oynayamıyoruz?