"Yükselen Yeni Nesil" ve Siyaset

Kendilerinden “68’liler” olarak bahsedilmesinden anlaşıldığı gibi 68 hareketi genel anlamda bir nesille bağdaştırılan bir hareket olarak algılanıyor. Gezi eylemleri de bir “gençlik hareketi” olarak görüldü. Gezi eylemlerini destekleyenler gençlik olgusunu bir hayli romantize de ederek eylemleri “yaratıcı ve zeki” bir neslin başkaldırısı olarak nitelendirdiler. Fethullah Gülen ise Türkiye’de “dindar bir neslin yetiştirilememiş olduğundan” yakındı. Buna gençlerin Marksizm gibi, sosyalizm gibi “uçuk fikirlere” daha meyilli olduğu, yaşları ilerledikçe merkez partilerini desteklemeye başlayacakları klişesi de eklendiği zaman Occupy, Podemos, Syriza, altermondializm ve başka pek çok muhalefet platformu bu kalıba sokuluyor. Bunun son derece indirgeyici bir bakış açısı olduğunu gündelik hayatımızdan örnekler düşünerek de anlayabiliriz. Şu anda genç olan insanlar yaşlandıklarında, bir gün kalkıp kahverengi yelekler giymeye, gazete bulmacası çözmeye başlamayacakları gibi orta yaşa geldiklerinde, dünyaya şu andaki merkez partilerle ve genel çoğunlukla aynı şekilde bakmaya da başlamayacaklar. Böyle olacağını düşünmek her neslin aynı koşullarda büyüyüp, aynı deneyimleri yaşayıp, aynı şeyleri hissedeceğini varsaymayı gerektirir. Fakat 60’larda büyüyenlerle, günümüzde büyüyenler aynı dünyanın insanları olarak yetişmediler. Bundan elli yıl sonra siyaset aynı olmayacak çünkü farklı koşullarda şekillenen zihinler tarafından yapılacak.

Şu anda Türkiye’de de fakat özellikle Batı’da demokrasiyi ve bütün siyasi sistemi, ve hatta daha dolaylı yoldan pek çok başka şeyi tehlikeye sokan bir demografik yapıyla karşı karşıyayız. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelen Baby Boom’u doğurganlıkta büyük bir düşüş takip etti. O yüzden nüfus piramitlerine baktığımız zaman belli yaş kategorilerinden çok daha fazla insan olduğunu görüyoruz. Günümüzün demokrasilerinde seçim sayılarla kazanıldığı için bu siyasete de yansıyor. Romalı şair ve devlet adamı Cicero siyasi kararların bilgelikle verilmesi gerektiğini, bilgeliğin en çok yaşlılarda bulunduğunu, dolayısıyla Roma’da meclise boşuna “senato” denmediğini söylüyor. Bu akıl yürütmeye göre günümüzde her şeyin daha iyiye gitmesi gerekiyor. Daha yaşlı nüfusların daha iyi kararlar vermesini, daha bilge çözümler üretmesini varsayıyor Cicero. Antik Roma’daki ömür beklentileriyle, doğurganlık oranlarıyla ve daha da önemlisi dünyanın değişim hızıyla yaşlıların toplumda böyle bir rol oynaması mantıklı olabilir. Günümüzde ise koşullar tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar hızlı değişiyor. 1800 yılına kadar ekonomik büyüme yüzde 0,01 oranında seyretmiş. Bugün ise bir ülkenin ekonomisi yılda yüzde 13 büyüyebiliyor veya küçülebiliyor. Dünya ekonomisi ise yüzde 3-6 bandında seyrediyor. Jeolojik değişimler de şu anki küresel ısınmanın hızından çok daha yavaş gerçekleşiyordu. Çıplak gözle görülmeleri eskiden söz konusu bile olamazdı. Her alanda her gün dünya ölçeğinde yeni kararlar alınıyor ve büyük değişiklikler yaşanıyor. Batı’daki nüfus piramidi dolayısıyla bu kararlar sanki dünya hâlâ 60’larda veya 70’lerdeymiş gibi veriliyor. Çünkü kararları verenler hem seçmen olarak hem de “establishment” olarak o çağın insanları. Kararların nesillere orantılı olarak ne kadar değişkenlik gösterdiğini pek çok yerde görebiliriz. Mesela şimdiki Brexit referandumunda 18-24 yaş arası insanların yüzde 75’i Avrupa Birliği’nde kalmak yönünde oy kullandı. Öğrencilerin ise sadece yüzde 4’ü Brexit cephesinin şövalyesi Nigel Farage’a oy vereceğini söylüyor. Fakat Britanya’da ve özellikle İngiltere’de hatırı sayılır miktarda 65 yaş üstü insan olması farklı bir sonucun çıkmasında rol oynadı. Bernie Sanders ise 18-30 yaş arası seçmenden, önseçimler boyunca, Hillary Clinton ve Donald Trump’ın aldığının toplamının neredeyse iki katı kadar oy aldı. Bir bütün olarak Cumhuriyetçi Parti 1988 seçimlerinden beri 18-30 yaş bandını kazanamadı. Bazen ise gençlerin siyasi tercihlerinin farklılığı kendini ilgisizlikle belli ediyor. Fransa’da son yerel seçimlerde 18-24 yaş arası seçmenin yüzde 80’i oy vermedi. Amerika’da da benzer bir ilgisizlik söz konusu. İki ülkede de milletvekillerinin yaş ortalamasının 60 küsur olduğunu göz önünde bulundurunca, siyaseti hangi kuşağın yönettiği daha da belirginleşiyor. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, Fransa’da Beşinci Cumhuriyet’in kurulduğu 1958 yılında, bu yaş ortalaması 48’di. 1980 yılının Sovyetler Birliği’nde Politbüro’daki yaş ortalaması ise 70’ti. Reformların pek etkili olamaması bununla da ilgili mi, bilemeyiz -ama öyle olması yüksek ihtimal. Günümüzün Batı demokrasilerinde siyasi elitin ve hatta seçmenin önemli bir kısmı geçmişe takılıp kaldı. Avrupa’nın pek çok ülkesinde insanların sadece yüzde 50’si oy veriyor ve partilere duyulan güven azalıyor. Dolayısıyla popülist hareketler kendilerini gösteriyor.

İşin trajik tarafı her ne kadar Syriza veya İtalya’daki 5 Yıldız Hareketi gibi daha yenilikçi olanlar olsa da, çoğunlukla bu popülist üçüncü partiler de bugüne geçmişin çözümlerini uygulamayı uygun görüyor. Mesela Trump segregasyon döneminde uygulanan politikalardan esinleniyor. Marine Le Pen’in söylemi ise 50’li yıllar Fransız Komünist Partisi ile babasından miras aldığı faşist hareketin bir çeşit karışımı. Zaten bu liderlerin cazibeleri çoğunlukla “bazı şeyleri geri getirmek” olgusu üzerine kuruludur. “Make America Great Again” bunun bir örneği. Front National’ın başlattığı “şu söz konusu şahsiyet yaşasa bize oy verirdi” temalı bir kampanya var. Charles de Gaulle, Jean Jaurès, Pierre Mendès France gibi liderlerin yaşasalar kendilerine oy vereceğini söyleyerek seçmeni kendi taraflarına çekmek istiyorlar. Code Geass diye bir mangada, ülkesi işgal altında olan ana karakter, moda olan bir uyuşturucudan bahsediyor. Adı “Refrain” olan bu uyuşturucu, insana geçmişteki güzel anılarını tekrar yaşama hissini veriyor. Dolayısıyla insanlar ülkelerinin işgal edilmesinden önceki anılarını hatırlıyorlar, geçmişe sığınıyorlar. Avrupa’da bazı aşırı sağ hareketlerin iddia ettiğinin aksine bir işgal olmasa da, 60’lara nazaran göreceli bir gerileme söz konusu. Sosyal Devlet ve İş Pazarı eskiden sundukları olanakları sunamayabiliyorlar. 60’ların, 70’lerin ekonomik büyümesi, bolluğu ve her şeyden önce dünyanın geri kalanına karşı olan mutlak avantajları Batı’da şu an çoğunluk olan nesil hatırlıyor. O çağlarda büyüdüler ve insanın psikolojik anlamda büyüdüğü koşullardan kopması mümkün değil. Geçmiş üzerinden siyaset yapmanın Batı’da bu kadar prim yapıyor olması böyle demografik faktörlerle de açıklanabilir.

Demografik geçiş sosyal bilimlerde aşina olunan bir kavram. Her ülkenin yaşadığı, doğurganlığın artması ve ölümlerin azalmasıyla nüfusun ani bir artış gösterdiği zaman anlamına geliyor. Ardından doğurganlık oranları da azalıp ölüm oranları seviyesine indikleri zaman nüfus belli bir noktada sabitleniyor. Bu süreç Dünya Savaşlarından işçi hareketlerine kadar pek çok olayın sebeplerinden bir tanesi olarak gösterildi. Her ne kadar bütün olayları kendi başına açıklayacak olmasa da, nüfus piramitleri de olayları değerlendirmek için bir analiz gereci işlevini görebilir.

Şu anda tersten bir demografik geçiş yaşanıyor. Elbette bu değişim demografi dışındaki alanlara da yansıyor. Batı’da jenerasyonlar arasında yaşlıların lehine bir dengesizlik olmasının siyasi yapılara etkileri bunun kanıtı. Siyaset ve yönetim dünyada değişen diğer alanlara göre yavaş hareket ediyor. Arthur C. Clarke bilimdeki ilerlemelerle ilgili şöyle söylemişti: “Saygıdeğer fakat yaşlı bir bilimadamı bir şeyin mümkün olduğunu söylüyorsa neredeyse kesin olarak haklıdır. Bir şeyin mümkün olmadığını söylüyor ise muhtemelen yanılıyordur.”


* Veriler için bkz. https://www.washingtonpost.com/news/the-fix/wp/2016/06/20/more-young-people-voted-for-bernie-sanders-than-trump-and-clinton-combined-by-a-lot/ ve http://www.telegraph.co.uk/news/politics/ukip/10927390/The-youth-of-today-will-probably-never-vote-Ukip.-Thats-great-news-for-the-Conservative-Party.html