Siyasi Eylemden Kişisel Trajediye: Bir Eylem Nasıl İtinayla Depolitize Edilir?

Bir vakitler Reha Muhtar’ın alameti farikası haline gelmiş bir “Acı var mı, acı?“ sorusu vardı. Zamanla, acı ve dehşeti pornografikleştiren bir medya ve yayıncılık anlayışının ikonik ve karikatürize ifadesi haline gelmişti. 1990‘lar boyunca, Doğu ve Güneydoğu’da kan gövdeyi götürürken, gözaltında kayıplar ve faili meçhuller vaka-i adiyeden sayılırken, medyada savaş çığırtkanlığının ve şehit söylemlerinin öne çıkarılması bir yana, şehit ailelerine örneğin savaşla ve devletin tutumuyla ilgili ne düşündüklerini sormak yerine “Oğlunuzun ölüm haberini aldığınızda ne hissettiniz?” gibi cevabı herkesçe malûm olan ve yarayı deşmekten başka bir işe yaramayan sorular yöneltilmesi de aynı habercilik geleneğinin parçasıydı. Bu münasebetsiz ama aslında habercinin izleyiciye ne sunmak istediğini neredeyse patavatsız denebilecek derecede dürüstçe ortaya koyan soruya, muhatabının neden bir kez olsun “Sana ne?“ veya “Konu benim ne hissettiğim değil, burada ne olduğu” şeklinde cevap vermediğini merak ederdim. Barış bildirisine imza attığımız günden beri geçen yaklaşık 10 aylık süre zarfında, ardı arkası kesilmeyen “İmzalarken ne hissettiniz?”, “Böyle olacağını tahmin ediyor muydunuz?”, “Pişman mısınız?”, “Korkuyor musunuz?”, “Üzgün müsünüz?” gibi soruları bininci kez cevaplarken bu soruyu gitgide daha sık hatırlar oldum.

Elbette bütün sene boyunca maruz kaldığımız güldürürken içimizi kan ağlatan sorular, röportajlarda karşılaştıklarımızla sınırlı değildi. Neticede Emniyet’te sorulan “Bildiriyi kimin talimatıyla imzaladınız?” sorusundan tutun, üniversite rektörlüklerinin sorduğu “Bildiriyi imzalamadan önce okudunuz mu?“ sorusuna kadar envai çeşit tacizkâr garabetle karşılaştık. Mesai arkadaşlarımızın, dekanların, rektörlerin, bazen ima yoluyla ama daha sıklıkla açık açık, bildiriyi okumadan imzaladığımızı söyleyip imzamızı geri çekmemizi tavsiye ettiğine dahi tanık olduk. Bildiriyi okumadan imzaladığını ve imzasını geri çekmek istediğini söyleyen akademisyenlerin, imzacıların uğradığı cezai yaptırımlardan “yırtmış“ olmaları, bu ülkede ya işini kaybetmemek için yalan söyleyecek tıynette ya da gerçekten de okumadığı bir metne imza atabilecek kadar şuursuz olan birilerinin bilinçli bir şekilde siyasi görüşünü belirtenlere tercih edildiğini göstermesi bakımından zaten başlı başına paradigmatik bir örnekti. Bu anlamda, Emniyet’teki sorgulama bu devletin zihin yapısının ifadesi ise, istihbarat bürosu gibi hareket eden üniversite rektörlüklerinin, insanları kaypaklığa itmeye ve sindirmeye yönelik aşağılayıcı soruları da bu ülkenin akademik ikliminin çürümüşlüğüne dair malumun ilamıydı.  “Kandırılmış” olmanın siyasi erdem sayıldığı bir ülkede, en azından devlet ve üniversiteler bazında -tiksinecek çok şey olmakla beraber- bu soruların şaşılacak bir yanı yoktu.

Daha şaşırtıcı olan, davamızla ilgilenen ve gidişata dair endişemizi paylaştıklarını ifade eden yerli ve yabancı basının sorularıydı. İstisnasız her röportajda “Korkuyor musunuz?”, işten atılmadan önce “Sizce atılacak mısınız?”, atıldıktan sonra “Şimdi ne yapacaksınız?” gibi sorular, başta insani bir merak ifadesi gibi görünse de, gitgide acı bir tat bırakmaya başladı. Bir yandan, durdurmaya çalıştığımız olaylar sürerken kendi hikâyelerimizden bahsetmek zül gelir oldu. Diğer yandan, biz, siyasi eylemin kurbanlaşmaya karşı tek çözüm olduğunun ve bu anlamda asla kurban olmadığımızın/olmayacağımızın bilincinde iken, mağduriyet anlatılarına konu edilmek içimize dokundu. Nihayetinde, kendimizi, artık tamamen suskun kalmakla, “Kandırılmadık!“ diye haykırma isteği arasında bir yerde bulduk; bir çift söz söylemek şart oldu.

Hükümetin politikalarına dair somut bir eleştiride bulunan ve siyasi bir eyleme katılan insanlara neden o eylemin konusuna veya kolektif bir özne olarak tavırlarına dair soru sorulmaz da, bir siyasi eylemden bireysel dram hikâyeleri devşirilmeye çalışılır? Elbette kişisel yaşamımızın altüst olması, meslekî varlığımızın hiçleştirilmeye çalışılması, bildirinin yayımlanmasının daha ilk günlerinde bir adamın devlete bizi mahkûm etmesini salık verdiği “medeni ölüm“ün emarelerinin hızla ufukta belirmeye başlaması[1] aynı zamanda toplumsal bir resmin parçasıdır. Bu anlamda, hiç kuşku yok ki, kişisel olan siyasidir. Ancak biz, her şeyden önce meslekî formasyonumuz gereği, kişisel hikâyemizin büyük resimdeki yerini ve uzun vadede tarihsel açıdan nasıl bir sürece işaret ettiğini bizzat anlatmaya yetkinken (ve anlatırken), ısrarla küçük resimde kalmak istenmesinde, geceleri uykularımızın kaçıp kaçmadığının sorulmasında bir tuhaflık yok mu? Korkmadığımızı, kararlı olduğumuzu, güçlü bir dayanışma içinde bulunmanın insanı kurban pozisyonuna sıkışıp kalmaktan kurtardığını ve özne haline getirdiğini anlattığımız röportajlar kırpılıp anlattığımız onca şeyin içinden sadece işten atılma, kısa süre içinde pılını pırtını toplayıp yâd ellere göç etme pasajlarının altı çiziliyorsa, burada, kişisel olanın siyasileştirilmesinden ziyade, siyasi olanın kişiselleştirilmesine yönelik bir tercih var demektir.

Kolektif siyasi eylemler söz konusu olduğunda sistemin bilindik stratejisi magazinleştirme, karikatürleştirme ve kitschleştirmedir. Bugün artık saati beş cente çalışan, sekiz-on yaşındaki Bangladeşli çocukların sweatshoplarda diktiği t-shirtlerin üzerinde gördüğümüz Che’nin veya tüm siyasi bağlamından kopartılıp “sex, drugs and rock’n roll”a indirgenmiş olan ‘68 hareketinin -ki cinsel özgürlüğün, konvansiyonel olmayan yaşam biçimlerinin ve yeni alt kültürlerin oluşturulmasının, muhafazakâr burjuva toplumunda, en azından o tarihsel moment içerisinde, siyasi bir anlam ifade ettiğini de belirtmek gerekir- başına gelenler hepimizin malumudur.[2] Ne yazık ki, etki bırakan tüm siyasi figür, düşünce ve hareketlerin, kitsch popüler kültür unsurları olarak yeniden görünmeye yazgılı olduğunu biliyoruz. Toplumsal hareketlerin sistem açısından yıkıcı olabilecek siyasi boyutları törpülenip politik semboller sevimlileştirilerek pazarlanabilir hale getirilirken, “trajedinin farsa“ dönüştüğünü daha önce de gördük. Ancak Barış İçin Akademisyenler mevzusunda trajedinin farsa dönüşmesi değil, daha ziyade, trajedinin toplumsal bağlamından kopartılıp dar kapsamlı mağduriyet hikâyelerine dönüştürülmesi söz konusu. İmzacılarla ilgili ulusal ve uluslararası basında çıkan haber ve röportajlarda kişisel dramaya ve yenilgi söylemlerine ağırlık verilmesinde, neoliberal zamanların ruhuna işaret eden bir şeyler var. Entelektüel sıfatıyla, kamusal mecrada siyasi ve vicdani bir beyanda bulunan insanlara, bu beyanın içeriğinden ziyade, imza atarken ne “hissettiklerinin” sorulması, ortaya çıkan kolektif hareketin ve bunun verdiği gücü ifade eden söylemlerin yok sayılıp endişe ve korkuya dair cevaplar “koparmaya” çalışılması, basit bir çok satma itkisiyle açıklanamaz. Söz konusu olan, daha ziyade, günümüzün hiçbir eylemi kolektif anlamı içerisinde kavrayamama, bireysel yaşam öykülerinin ötesine geçen bir gerçeklik ve eylem repertuarı kurgulayamama halinin dışavurumudur.

Farklı bir gelecek tahayyül edebilme yetisinin daimi güvencesizlik ve belirsizlikle iğdiş edildiği, yaşamın büyük ölçüde gündelik bir hayatta kalma mücadelesine indirgendiği neoliberal dünyada, siyasi hareketlerin ağırlığı da ancak dolaysız kişisel sonuçları ölçüsünde değerlendirilir. Dolayısıyla, hele Türkiye’deki gibi, neoliberal popülizmin takkesinin düştüğü, rıza üretimi mekanizmalarının aşınıp zor unsurunun ağırlık kazandığı, yani hegemonyanın otoriteryenizme evrildiği durumlarda, muhalif tepki nesnel ya da normatif/etik gerekliliği açısından değerlendirilmez. İktidarla karşı karşıya gelmenin acil ve hayati sonuçları açısından değerlendirilir. Bu da, ses çıkarmanın, alenen tepki göstermenin daima ağır göze alışları gerektiren, biraz “deli işi” bir şey olduğuna dair genel bir kabulü beraberinde getirir.

Uluslararası basının gözünde, yaşananlar “Doğu despotizmine karşı Aydınlanma’nın mücadelesi” ekseninden bir türlü çıkamadığı için, sözü edilen delilik, zincirlerinden boşanmış Prometheus’un deliliğine benzer bir renk alır ve bu kalıptan asla çıkamaz. Bu nedenledir ki, sen “faşizm” veya “tiranlık” gibi hem terimlerin tarihsel anlamını sulandıracak hem de mevcut rejimin özgül tahakküm biçimini gözden kaçıracak kestirmeci tanımlamaları reddedip saatler boyunca mevcut durumun sınıfsal arka planını da anlatsan, kapitalist dünya sistemiyle ilişkisini de analiz etsen, günün sonunda olup olabileceğin tek şey, “Türkiye Avrupa’dan uzaklaşıyor” ve benzeri başlıklı bir haberde, ifade özgürlüğü ve insan hakları söylemine sıkıştırılmış tek cümlelik bir Şark aydınıdır. Ulusal basında ise, bu ülkenin siyasi hareketler geçmişinin kanlı sayfalarına nispeten vâkıf olan bir okuyucuya sesleniyor olmaktan mütevellit, devlet karşısında öznenin güçsüzlüğünün altı çizilir, direnenlerin altüst olduğu iddia edilen yaşam öyküleri üzerinden, siyasi eylemin hiçbir yere varmayacağı yeniden teyit edilir. Hal böyleyken, bu tip haberleştirmeler, bir hareketi depolitize etme ve piyasa değerine dönüştürmenin yanında, daha uzun vadeli bir tahribata yol açar. Siyasi bir harekete katılmanın, insanın hayatını altüst eden, tehlikeli ve bu nedenle de ancak delilik derecesinde adanmış veya saflık derecesinde endoktrine olmuş kişiler tarafından göze alınabilecek “uçuk” bir iş olduğu fikrini genel-geçer bir kabul haline getirir. Bu önkabul, bu işe girenlerin nasıl da kısa süre içinde hayatlarının darmadağın olduğuna, işlerini kaybettiklerine, ülkeyi terk etmek zorunda kaldıklarına, bunları göze almak istemiyorsan -aman!- ses çıkarmaman gerektiğine dair pek de örtük olmayan bir gözdağı da içerir.

Bu gözdağının bu kadar etkili olabilmesinin, bu mesajın kitlelere bu kadar pürüzsüzce ulaşabilmesinin nedeni, en derinde, farkında olarak veya olmayarak tüm seçimlerimize sirayet eden araçsal rasyonalitenin ahlâki otoritesidir. Faydacı ahlâkın hakim olduğu ve neredeyse her şeyin Bentham’ın hazcı hesap şemasının sulandırılmış versiyonları olan “artı/eksi” listeleriyle değerlendirildiği modern toplumda, siyasi eylem de çoğunlukla acil getiri ve götürüleri açısından değerlendirilir. Dolaysız bir değişim hedefine yönelmeyen ve ancak uzun vadede yeni özneleşme biçimleri doğurma potansiyeli taşıyan spontane kalkışma ve işgal hareketlerinin bile her daim küçümseyici bir “Ne oldu ki sonunda? Unutuldu gitti işte” sinizmine maruz kalmaları bundandır. Eylemin kendisinin özgürleştirici ve ufuk açıcı bir yanı olduğu, dahası kolektif hafıza için ilham ve cesaret kaynağı olabileceği fikri, kısa vade dünyası için fazlasıyla muğlak bir vaattir; eyleme geçmenin olası acil ve dolaysız sonuçları ile kıyaslandığında göze almaya değmeyecek bir fedakârlık gibi görünür. Öncesiz-sonrasız, şizofrenik bir “şimdi”nin içerisine hapsolmuşken, büyük bir ihtimalle kişisel yaşam süremizde görmeye ömrümüzün vefa etmeyeceği bir gelecek için harekete geçmek fazlasıyla maliyetli ve riskli bir “yatırım”dır. Tüm hayatın bu şekilde bir yatırım ve geri dönüş perspektifinden ele alındığı bir dünyada, Ithaka’ların anlamı[3] anlatmak zordur. Muhtemelen bu yüzdendir, sosyal hareketler çalışan meslektaşlarımızın bile, kürsülerde attıkları devrim nutuklarından sonra, utanmadan kendilerini “Ne olacak ki sonunda? Hepimiz işimizi kaybettiğimizle kalacağız,” diye teslimiyetin konforuna bırakmaları.

Herkesin kaybedecek bir şeyleri vardır elbette ve kazanılacaklar çok uzak ve belirsiz görünür. Siyasi eylem fırtınalarla, mitik canavarlarla ve kaprisli Tanrıların oyunlarıyla dolu bir macera gibi takdim edilirken, ödenecek taksitler ve kiralar, bakılacak çocuklar ve emeklilikte bir Ege kasabasına yerleşme hayalleri arasında kimse Odysseus olmak istemez. Oysa, unutulan nokta, Odysseus’un da macera olsun diye değil, evine dönmek zorunda olduğu için yola çıktığıdır. Kaybedecek bir şeyleri olanların, onları korumak için mücadeleye girmeye daha istekli olması gerektiğini, başına bir şeyler gelmesinden korkanların, korktukları başlarına gelmesin diye direnmeleri gerektiğini, istemediği bir yaşama mahkûm edilmek karşısında susmanın bir hayatı harcamak olduğunu, ancak onurunu kaybederek koruyabileceğin bir işin zaten “iş” olmadığını, tarihin tam da bu seçimlerle veya seçimlerden kaçışlarla şekillendiğini unutmamak gerekir. Konformize olabilecek kadar alışmaya değer yaşamları ve imkânları olanların, yatağın altına saklanıp, birileri gelip kendilerini bulana kadar zaman kazanma lüksü hiç olmamalıdır. Bugün artık oy vererek seçtiğimiz temsilcilerimizin tutuklandığı, çocuklarımızın tecavüze uğramaları halinde suçluyla evlendirilmelerinin bir çözüm gibi önümüze sürüldüğü, son yüz elli senenin halledilemeyen hesaplaşmalarının ve hasıraltı edilen toplumsal patolojilerinin, yaşayan her şeye yönelen bir şiddet dalgası eşliğinde toplumu topyekûn bir çürüme ve çözülmeye götürdüğü bir tarihsel anda, susmanın salt ahlâki değil, faydacı maliyet bedeli dahi, eyleme geçmenin bedelinden daha yüksektir.

Ve böyle bir anda eyleme geçenleri ısrarla hâlâ toplumsal değişimin aktörü olarak değil, kendi bireysel yaşamlarındaki trajik bir değişimin mağduru olarak göstermeye yönelik “Korkuyor musunuz?”, “Endişeli misiniz?”, “Pişman mısınız?”, “Böyle olacağını bilseniz bu işe girer miydiniz?” gibi sorulara ancak şöyle cevap verilebilir:

Evet, endişeliyiz. Ama sadece kişisel anlamda hayatlarımız çalkalandığı için değil, bu kişisel gibi görünen altüst oluşların işaret ettigi toplam hikâyenin farkında olduğumuz için. Evet, pişmanız, ama imza attığımız için değil, o imzada cisimleşen siyasi eylem bugün ulusal ve uluslararası basın tarafından elbirliğiyle politik bağlamından çıkartılıp bireysel felaket hikâyelerine dönüştürüldüğü ve biz olanca samimiyetimizle işin toplumsal boyutunu anlatmaya çalışırken, basının bunu bir trajedi pornografisine çevirmesine engel olamadığımız için. Evet, artık medyaya konuşmaktan çekiniyoruz, ama başımıza bir şey geleceğinden korktuğumuz için değil, röportajlarda, attığımız imzanın siyasi amacından ve o imzayı atmamızı gerektiren tarihsel ve toplumsal koşullardan bahsettiğimiz bölümlerin, röportaj yayına sokulurken kırpıldığını, tüm anlattıklarımızın magazinel birer işten atılma veya ülkeyi terk etme trajedisine indirgendiğini gördüğümüz için. Ama böyle olacağını bilsek, bir yerine on imza atardık, çünkü pek az siyasi eylem, ne kadar yerinde ve gerekli olduğunu sonradan böylesine dramatik bir biçimde kanıtlamıştır. Ve hayır, -hâlâ ve ısrarla- korkmuyoruz. Çünkü direniş, eylem ve dayanışma korkunun panzehiridir. Yaşadığımız da, kişisel bir dram değil, toplumsal bir trajedinin aktif tanıklığıdır. Ve biliyoruz ki, hayatın bireysel bir günü kurtarma savaşına indirgendiği aşırı bireyselleşmiş dünyada bir araya gelmek, bir kolektivite yaratmak, kelimenin gerçek anlamıyla, olabilecek en politik eylemdir. O yüzden, verdiğimiz geçici rahatsızlık için özür dileriz, ama lütfen kişisel almayın, biz burada siyasi eylem yapıyoruz.



[1] Cem Küçük, “Medeni Ölüm Mekanizmaları”, Star, 16 Kasım 2016.

[2] Örneğin Mark Kurlansky 1968. The Year That Rocked The World kitabinda, 60’ların öğrenci hareketlerinin siyasi bağlamlarından nasıl kopartıldığını ve aslında eylemci özneler olan öğrenci liderlerinin retrospektif olarak nasıl bilinçsiz ve heyecanlı gençler şeklinde sunulduğunu anlatır (Kurlansky, 2005). Benzer bir şekilde David Brooks da Bobos In Paradise kitabında, sermayenin, 68 hareketinin ikonik slogan ve figürlerini popülerleştirmek ve karikatürize etmek suretiyle, bir yandan hareketin sistem karşıtı ruhunu massederken, bir yandan da sistem karşıtlığını semboller üzerinden satın alınabilecek bir metaya dönüştürdüğünden bahseder (Brooks, 2001).

[3] “Hiç aklından çıkarma Ithaka’yı / Oraya varmak senin başlıca yazgın. / Ama yolculuğu tez bitirmeye kalkma sakın / Varsın yıllarca sürsün, daha iyi; sonunda kocamış biri olarak demir at adana / yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin / Ithaka’nın sana zenginlik vermesini ummadan. / Sana bu güzel yolculuğu verdi Ithaka. / O olmasa yola hiç çıkmayacaktın / Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka / Onu yoksul buluyorsan, aldanmış sanma kendini / Geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilegeleştin ki / Artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini Ithakaların“. (Konstantinos Kavafis’in “Ithaka” şiirinden, çev. Cevat Çapan).