Avrupa’dan Şanghay’a Gittikçe Silikleşen Çevre Politikası

Avrupa Birliği ile 1959’da başlayan ilişkisini Ekim 2005’ten bu yana ucu açık tam üyelik müzakere süreciyle yürüten Türkiye’nin, her vuslata eremeyen ilişkinin sonu gibi bu ilişkisi bitmek üzere… Avrupa Parlamentosu’nda ezici çoğunluk, Türkiye ile yürütülen müzakere sürecinin askıya alınması gerektiği yönünde oy kullandı. Bağlayıcılığı bulunmasa da, oylamadan çıkan sonucun hem Türkiye’nin yakın gelecekteki hukuki, ticari ve siyasi hayatını etkileyeceğini hem de Avrupa Birliği Konseyi’nin nihai kararında etkili olacağını söylemek mümkün. Her ne kadar AB tarihinde bu denli uzun, ucu açık ve garip bir üyelik süreci yaşayan başka bir ülke bulunmasa da Türkiye müzakereler sayesinde mevzuatını iyileştirme ve dolayısıyla yurttaşının ve doğasının geleceğini teminat altına alma fırsatı elde etti. Peki bu fırsatı değerlendirebildi mi?

AB’nin çevre korumaya yaklaşımı

1995’te çevre duyarlılığı nisbeten yüksek kuzey Avrupalı ülkelerin (Finlandiya, İsveç) üye olmasıyla gelişmeye ve içi doldurulmaya başlayan AB’nin Çevre Politikası temel olarak, mevcut ve gelecek nesiller için kalkınma ile çevre arasında bir denge sağlanmasını ve çevrenin korunmasını amaçlıyor. Politika, önleyici eylem, çevre tahribatı ile kaynağında mücadele, ortak sorumluluk ve çevrenin korunmasının diğer AB politikaları ile bütünleştirilmesi üzerine kurulu. Müktesebat, yatay mevzuatı, su ve hava kalitesini, atık yönetimini, doğanın korunmasını, endüstriyel kirlenmenin denetimi ve risk yönetimini, kimyasal maddeler ve GDO, gürültü ve ormancılığı kapsayan iki yüzden fazla ortak ve bağlayıcı yasal düzenleme içeriyor. 

Özellikle Paris Anlaşması’nın ardından üye ülkelerinin küresel sera gazı emisyonları içindeki payı %10 olan AB, bu emisyonları 2030’a kadar 1990’daki seviyenin %40’ı oranında düşürmeyi taahhüt etmiş, bunun Paris’teki İklim Anlaşması’nda yer almasını sağlamıştı. Paris’in ardından bu yıl Marakeş’te yapılan iklim zirvesinin hemen öncesinde AB üyesi ülkelerin bakanlarının onayıyla Avrupa Komisyonu’nun olağanüstü toplantısında Paris İklim Anlaşması’nı onayladığı açıklandı. Bu karar, küresel iklim değişikliği mücadelesi adına tarihî bir eşik demek. Türkiye henüz anlaşmayı onaylamadı. BM üyesi sıfatıyla politik taahhütleri açısından anlaşmayı uygun görmesiyle anlaşmanın Meclis gündemine gelmesi gerekli. Türkiye gibi gelişmekte olan ve sera gazı emisyonları hızla yükselme trendinde olan ülkelerin küresel iklim rejiminin dışında kalması, süreç açısından ciddi bir tehlikeye işaret ediyor. O yüzden Türkiye’nin iklim değişikliği hedeflerinin AB’nin 2030 iklim değişikliği hedefleriyle de uyumlulaştırılması gerekli.  

2009’dan beri müzakere ediliyor

27. müzakere başlığı olan Çevre ve İklim Değişikliği Faslı, Türkiye’nin AB katılım müzakereleri kapsamında 21 Aralık 2009 tarihi itibarıyla müzakere etmeye başladığı bir fasıl. O dönem dışişleri bakanı olan Ahmet Davutoğlu, fasıl açılırken, “insani boyutu çok yüksek olan çevre faslının açılmasının Türkiye’nin kendi insanının statüsünü yükseltme isteğinin teyidi” olduğunu dile getirmişti. Bu açıklamanın üzerinden yedi yıl geçmesine rağmen ve bazı kazanımlar elde edilmiş olsa da, mevzuat uyumunda ve AB hedeflerine erişimde hâlâ yerimizde sayıyoruz. Yenilenebilir enerjideki kapasite artışı, atık su ve çöp yönetimi gibi bazı konularda ilerlemeler kaydetse de devlet ve toplum el ele milyonlarca ağacı kesmeyi, dereleri kurutmayı, dağları delmeyi, tarım alanlarını imara açmayı, SİT alanlarını yağmalamayı sürdürüyor. Davutoğlu’nun o gün bahsettiği “statünün” ne kadar yükseltildiğini, yaşam alanlarının, doğal, tarihî ve kültürel varlıkların nasıl rant, talan ve gasp zihniyetine teslim edildiğine bakarak görmek mümkün.  

Son iki yılda Avrupa Komisyonu’nun İlerleme Raporları’nı mülteci pazarlığı sebebiyle suya sabuna dokunmadan yazdığını biliyoruz. O yüzden 2014 raporuna bakalım: “Merkezî ve yerel düzeyde idari kapasite 1990’ların sonuna göre artmış olsa da, tüm düzeylerdeki ilgili otoriteler arasındaki koordinasyonun güçlendirilmesine ihtiyaç var. Çevre korumanın diğer politika alanlarına dahil edilmesi ve yeni yatırımların çevre konusundaki AB müktesebatıyla uyumunun sağlanması erken aşamada.” En kritik ifade ise şu: “Çevre konusunda esas mesele, ekonomik büyüme ile çevresel kaygıları dengelemek.”

Genel olarak AB tarafı, Türkiye’de yasal mevzuat AB ile kısmen uyumlu olsa da, uygulamanın son derece zayıf olduğunun altını çiziyor. Örneğin sulak alanlar, milli parklar, ormanlar ve SİT alanlarını inşaata açan Torba Yasalara sokuşturulan yönetmelik değişikliklerinin AB’nin Çevre Müktesebatı’na taban tabana aykırı olduğu açık. Mevzuata uyum ve uygulama alanlarında daha güçlü bir siyasi irade ile çevre ve iklim değişikliği konularında düzenli diyaloğun kurulması hemen hemen tüm raporlarda vurgulanan bir konu. 

Halkın katılımı ve bilgiye erişim

Bunların yanında Türkiye, hemen her raporda, çevre mücadelesi verenlerin canını çok sıkan konu olan ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) yönetmeliklerinin doğru düzgün uygulanmaması yüzünden de eleştiriliyor. AB sınırları içinde belirlenmiş doğal çevre koruma ağı Natura 2000’de yer alması gereken SİT alanları halen belirlenmiş değil. Taslak halindeki Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanunu, AB müktesebatı ile uyumlu değil. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

AB’nin önemli talepleri arasında halkın katılımı ve halkın bilgiye erişimi konularında AB müktesebatına uyum yer alıyor. Türkiye, Aarhus (Çevresel Konularda Bilgiye Erişim, Çevresel Karar Verme Sürecine Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi) ve Espoo (Sınır Aşan Çevresel Etki Değerlendirme) sözleşmelerini imzalamadı. Aarhus Sözleşmesi çevresel konularda halkın bilgilendirilmesi, karar mekanizmalarına halkın katılımı ve yargıya başvurulabilmesiyle ilgili konuları içeriyor. Espoo ise sınır aşan boyutta çevre kirliliğine yol açan faaliyetlerin proje aşamasında taraf ülkelerin ve kamunun katılımıyla ele alınmasını amaçlıyor. Türkiye, AB’nin özel önem verdiği sınır aşan konularda iç hukuka aktarım ve kamuya danışmanın arttırılması konularını ele alan bu iki sözleşmeye taraf olup olmamayı üyelikle birlikte değerlendireceğini belirtiyor.

Özetlemeye çalıştığım çalışmaların, müzakereler devam ettiği sürece ve iyimser bir bakış açısıyla, eninde sonunda yerel mevzuatı müktesebatla uyumlu hale getireceğini, AB’nin ısrarla üzerinde durduğu uygulamaların zamanla hayata geçeceğini ummak mümkün. Ancak çevre konularında, siyasette olsun toplumda olsun yaygın ve kemikleşmiş duyarsızlığın göz yumduğu geri dönüşsüz tahribatın geldiği nokta şimdiden büyük boyutlarda. OHAL’in, hukuksuzluğu kural haline getirerek bu gidişatı hızlandırdığını da belirtelim. Diğer taraftan AB ile ilişkilerde girilen karanlık dönem sürecin bekasına dair ciddi belirsizlikler içeriyor. Sözün özü, AB çevre normları AKP iktidarının önceliği olmadığı gibi tamamen doğa düşmanı, hoyrat inşaat ve fosil enerji üzerine bina edilmiş olan ekonomik modelinin önünde engel oluşturuyor. O yüzden de asla dikkate alınmıyor.

Avrupa ile Orta Asya kriterleri

Ve iktidar, AB ile ilişkiler ne zaman istemediği gibi gelişse, elini güçlendirmek adına sanki birbirinin alternatifiymiş gibi Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye olmaktan bahsediyor. Birkaç yıl önce gündeme gelen Şanghay Örgütü’ne üyelik, AB üyeliğiyle ilgili gelişmelerle birlikte soğuduğu raftan indirilip tekrar ısıtıldı. Elbette biri diğerinin muadili olamayacak kadar “ayrı dünyaların” örgütleri bunlar. AB bütün sorunlarına rağmen ulusüstü siyasi ve iktisadi bir bütünleşmeyi hedefleyen yapısal bir oluşum, ŞİÖ ise hükümetlerarası ve güvenlik ağırlıklı konjonktürel bir oluşum.  

AB'nin ekonomi, politika, güvenlik ve insan hakları konusunda bağlayıcı bir müktesebatı, üye ülkelerden parlamenterlerin temsil ediği ve kısmi yasama gücü bulunan bir meclisi, mahkemesi, marşı ve tüm üye ülkelerin bayraklarının yanında kullandığı bir bayrağı bulunurken bunlar ŞİÖ'de mevcut değil. Haliyle, örgüte üye ülkelerin içişlerine en ehven müdahalede bulunması söz konusu bile olmayan ŞİÖ’nün kuruluş ve işleyiş kriterleri arasında çevreye dair herhangi bir uygulama alanı da yok. “Environmental protection” (çevre koruma) âdet yerini bulsun diye olsa gerek, üyeler arasında ilişkilerin geliştirilmesi istenen konular arasında zikrediliyor.[1] 2001’de kurulan örgütün altı üyesi Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Rusya, Tacikistan. Hindistan ve Pakistan aday ülke. Örgütün diyalog ortakları Azerbaycan, Ermenistan, Kamboçya, Nepal, Sri Lanka ve Türkiye.

ŞİÖ üyelerinin çevre koruma performansı

Yukarıda özetlemeye çalıştığım AB’nin Çevre Faslı kapsamındaki uyum gereklerinden sonra ŞİÖ’nün çevresel hiçbir normunun olmaması, iktidarın arayıp da bulamadığı “konforlu” alan. Bu örgütün bir arada yürüttüğü herhangi bir çevre politikası olmadığı için ülkelerin ayrı ayrı çevre koruma ve iklim değişikliği performanslarına bakalım.

Üç yıl önce Erdoğan’ın başbakan olduğu dönemde Putin ile bir araya geldiği bir toplantıda, Türkiye’nin elli yıldır AB kapısında olduğundan serzenişle bahsederek, “Ben diyorum ki Şangay İşbirliği Teşkilatı’na gelin, Türkiye’yi alın. Bizi de bu sıkıntıdan kurtarın. Biz bunun yanında Avrasya’daki ülkelerle ilgili serbest ticaret anlaşmasına da varız,” demesi işte o konforlu alana işaret ediyor.  

2016 başında Yale Üniversitesi tarafından açıklanan Dünya Çevre Performansı Endeksi’nde (EPI) yer alan veriler, ŞİÖ’ye üye devletlerle müstakbel aday Türkiye’nin durumunu gayet net gösteriyor.[2] Endekste ülkeler çevresel sağlık sorunları, hava kalitesi, suyun temizliği, su kaynakları, tarım, ormanlar, balıkçılık, biyoçeşitlilik ve habitat ile iklim ve enerji başlıkları altında inceleniyor. Endeksin genel sıralamasında 180 ülke içinde Rusya 32, Kazakistan 69, Kırgızistan 71, Tacikistan 72, Türkiye 99, Çin 109, Özbekistan 118. sırada yer alıyor.  

Rusya’nın, genel sıralamada üst sıralarda yer almasına rağmen alt başlıklar incelendiğinde 113. sıra ile performansının en kötü olduğu alan biyoçeşitlilik ve habitat koruması. Özellikle karasal özel koruma alanlarının korunmasında notu çok düşük. Yine havadaki azot oranı ve sera gazlarındaki artış oranı açısından sorunlu. Çalışmadan diğer ülkelerin ve Türkiye’nin genel olarak güvenli olmayan hava kalitesi, karasal ve deniz habitatlarının, ayrıca biyoçeşitliliğin korunması alanlarında sınıfta kaldığı anlaşılıyor. Gelişmişlikle çok yakın bir ilişki gösteren endeksteki ilk 30 ülkenin 25'i Avrupa ülkesi.

Bu yıl Germanwatch tarafından açıklanan İklim Değişikliği Performans Endeksi’nde de (CCCPI) benzer bir durum mevcut.[3] Küresel sera gazı emisyonlarının %90’ından sorumlu 58 ülkenin değerlendirildiği ve ilk üçte hiçbir ülkenin yer alamadığı raporda, 48. sıradaki Çin, 51. sıradaki Türkiye, 53. sıradaki Rusya ve 59. sıradaki Kazakistan “çok kötü ülkeler” liginde yer aldılar. ŞİÖ içinde bulunan diğer üç ülke değerlendirmeye alınmamış. İlk 15’te yer alan ülkelerin 13’ü Avrupa ülkesi. 

Aslında tüm veriler birbirinin sağlaması gibi. 2015’te Paris’te gerçekleştirilen COP21 sonrası (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Konferansı) yayımlanan sonuç bildirgesinde yer alan verilere göre, Çin küresel sera gazı emisyonlarının % 20,09’undan, Rusya ise % 7,53’ünden sorumlu. Bu iki ülkenin emisyonları şu haliyle dünyadaki toplam emisyonların dörtte birinden fazla (Kazakistan %0,84, Kırgızistan %0,03, Tacikistan %0,02, Özbekistan %0,54). Türkiye’nin sorumluluğu ise %1,24 oranında.[4]  

Diğer yandan, özellikle Çin ve Rusya’nın küresel anlamda en ciddi hava, su ve toprak kirliliği yaratan ülkeler arasında başı çektiğini unutmamak gerek. Bunlarla ilgili sayısız örnek verilebilir. Ayrıca, çağımızda dünyada insan eliyle gerçekleştirilmiş en büyük çevre felaketi olarak anılan Aral Gölü’nün çölleşmesi, örgütte yer alan ülkelerin hepsini bir şekilde ilgilendiriyor. Aral Gölü artık yerini dünyanın en “genç” çölü olan Aral Çölü’ne bıraktı. Petrol sızıntıları, nükleer atıklar, endüstriyel kirlilik, su kaynaklarının kullanılamaz hale gelmesi ve kronik hava kirliliği ŞİÖ ülkelerinde en fazla görülen çevre ihlalleri olarak karşımıza çıkıyor.

Elbette, gezegeni elbirliğiyle kirlettik, havasını, suyunu, doğal dengelerini bozduk. Ancak, bugün gelinen noktada Paris Anlaşması’nın da etkisiyle, yavaş ilerlese de dünya çözüm arayışında, bir çabanın peşinde. Bir ülkenin adının daha iyi, eşit, adil ve temiz bir dünya için çalışanlarla ya da sorumluluk almadan kirletmeye devam edenler arasında yer alacak olması tamamen o ülkenin seçimi… Türkiye için bunun yolunun ŞİÖ’den geçmediği aşikaâr.

TABLO 1


NOTLAR:
(1) İnsani Gelişmişlik Endeksi 2015 verileri, UNDP.

(2) COP21 Final raporu verileri, 2016, UNFCCC.

(3) AB-28 verisi yaklaşık olarak WRI 2012 verilerine dayanarak ifade edilmiştir.

(4) Dünya Bankası verileri, 2015.

(5) İklim Değişikliği Performans Endeksi 2017 verileri, Germanwatch.

(6) WRI CAIT verileri, 2016.

(7) Yale Üniversitesi Çevresel Performans Endeksi 2016 verileri, Yale EPI.

(8) AB-28 üye ülkeleri ülke bazında ve ağırlıklı olarak ilk 30'da yer almaktadır.

*Renk kodları aşağıdaki tabloda ve grafiklerde sunulmuştur.

TABLO 2




*Tablolar Ekoloji Kolektifi’nden ODTÜ Yer Sistem Bilimi Doktora Öğrencisi Arif Cem Gündoğan tarafından hazırlanmıştır.