Tek Adam ve Toplumsal Barış Geriliminde “Türk Modeli”: Ortadoğu’dan Türkiye’ye Dersler

Aydınlanma çağından bu yana demokrasi, onu arayan toplumlar için hiçbir zaman kolay elde edilebilir bir kazanım olmadı. Bugün birer demokrasi olarak ele aldığımız toplumlar, demokratik bir hükümet modelinin barış içinde bir arada yaşamanın tek yolu olduğu sonucuna tarih veya teori kitapları okuyarak değil, bu olguyu bizzat deneyimleyerek varabildiler. Bugünden geriye doğru baktığımızda, bu deneyimleme sürecinin sürekli ilerlemeci sonuçlar doğurmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyle ki insanlık, tarihin en kanlı topyekûn savaşını yaşadığında demokrasiden bihaber değildi, tıpkı bugün de olmadığı gibi. Her ne kadar özgürlük, eşitlik ve barış içinde bir arada yaşamı sürdürebilir bir şekilde koruyabilme konusunda eksiklikleri olsa da demokratik kurumlar çok büyük ölçüde bu deneyimleme sürecinin bir ürünü olarak ortaya çıktılar.

Türkiye’nin de bu deneyimleme sürecine tamamen yabancı olduğu söylenemez. Toplumların ‘’kendi kendimizi nasıl yönetmeliyiz?’’ sorusuna cevap ararken tarih boyunca sürekli ilerlemeci bir tutum sergilemediği olgusu ise Türkiye örneğinde kendisini büyük ölçüde doğruluyor. Özellikle, zaman zaman gündeme gelen hükümet sistemi tartışmalarında tek taraflı somut adımların atıldığı, âdeta tüm erkleri cumhurbaşkanının etrafında şekillendirecek anayasa değişiklik teklifinin geldiği bugünlerde, ‘’yüz kırk yıllık parlamenter sistem deneyimimiz’’ daha dikkatli incelenip gerekli dersler alınmazsa, bu geriye doğru giden deneyimleme sürecinde tehlikeli bir dönemece daha girilmiş olacak. 

Geçmişteki deneyimlerin bugünkü hükümet sistemi tartışmalarına önemli ölçüde ışık tutabileceğini düşünüyoruz. Fakat öncelikle bugünkü tartışmaların temeline ilişkin bir tespit yapmamız gerekiyor: Bugünkü hükümet sistemi tartışmaları, Türkiye’de mevcut parlamenter sistemin yapısal ve işlevsel sorunları olduğu ve bu sorunların çözümü için topyekûn yeni bir sisteme, başkanlık sistemine, geçişin gerekli olduğu iddiasına dayanıyor. Bir başka deyişle, Türkiye’nin hükümet sistemine ilişkin tüm sorunlarının parlamenter sistem kaynaklı olduğu ve bu sorunların tümünün başkanlık sistemine geçilerek çözüleceği varsayılıyor. Bu noktada, başlı başına bir mit olan bu varsayımın başkanlık sistemi savunulurken yaratılan birtakım başka mitlerle desteklendiğini söyleyebiliriz. Bu mitlere göre eğer başkanlık sistemine geçilirse, koalisyon ihtimali engellenerek istikrar garanti altına alınacak, yönetimde çiftbaşlılık giderilecek ve güçler ayrılığı sağlam bir şekilde tesis edilecektir.

Hükümet sistemi tartışmalarının temelindeki problemleri anlayabilmek için yaratılan mitleri mercek altına almak gerekiyor. Öncelikle parlamenter sisteme karşı başkanlık sistemi savunulurken kullanılan temel argümanlardan biri olan güçler ayrılığı meselesinin, Türkiye’deki hükümet sistemi tartışmalarında esaslı bir yer tutmadığının altını çizelim. Yasama ve yürütme organları birbirinden bağımsız meydana gelip birbirlerini ancak olağanüstü durumlarda feshedebildiklerinden, başkanlık sisteminde güçler ayrılığının parlamenter sisteme göre daha sağlam olduğu görüşü yaygındır. Fakat uygulamalar etkin fren ve denge mekanizmaları olmaksızın salt sistem değişikliğinin güçler ayrılığını sağlamlaştırma noktasında anlamsız olacağını gösteriyor. Nitekim ABD’deki başkanlık modelinin en güçlü yanı temelde çok düzeyli yönetim ve çift meclisli yasamaya dayanan güçler arasındaki etkin fren ve denge mekanizmalarının yanında bağımsız ve güçlü bir yargının varlığıdır. Denge ve fren mekanizmalarının etkin olmadığı ve yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı durumlarda ise başkanlık sisteminin nasıl kolaylıkla otoriter/totaliter yönetimlere dönüştüğünü ise en iyi Latin Amerika, Afrika veya Ortadoğu’daki örneklerde görebiliriz.

Türkiye’de ise güçler ayrılığının etkin olmamasının parlamenter sisteme içkin sorunlardan ziyade güçlü bir parlamenter sistemin olmayışından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Öyle ki seçim sistemi, siyasi partiler kanunu ve meclis iç tüzüğündeki çeşitli düzenlemeler yoluyla yürütmenin yasama organı üzerindeki etkinliği bir çeşit vesayet olarak değerlendirilebilir. AKP hükümetlerinin, iktidarda oldukları süre boyunca yürütmenin yasama organı üzerindeki etkinliğinden faydalandıkları ve bu etkinliği sınırlandıracak bir yasa değişikliği önermedikleri gibi, hükümetin yargı organına daha fazla müdahale edebilmesinin önünü açan adımlar attıklarını biliyoruz. Nitekim güçler ayrılığının hükümet açısından bir ‘’ayak bağı’’ olarak tanımlanması ve yasamanın yürütme üzerindeki denetiminin iktidar partisi milletvekillerince ‘’oğlan bizim kız bizim, niye denetleyelim?’’ anlayışıyla ele alınması güçler ayrılığının başkanlık sistemi savunucuları nazarındaki değerini gösteriyor. Dolayısıyla mevcut anlayışla yapılacak bir sistem değişikliğinin güçler ayrılığı sorununu çözmeyeceğini ve hatta daha da büyüteceğini söyleyebiliriz.

Başkanlık sistemi savunucularının yarattığı bir diğer mit ise, mevcut sistemde yönetimin çift başlı olması, yani yetki ve sorumlulukları açısından yürütmenin başında olan başbakanın yanı sıra, cumhurbaşkanının da yürütmeyi ilgilendiren birçok yetkisinin bulunması. Böyle bir sorunun aslında sıradan bir parlamenter demokraside var olmadığını ve büyük ölçüde 1982 Anayasası’ndan kaynaklandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayrıca, 2007’de yapılan ve cumhurbaşkanının halkın doğrudan oylarıyla seçilmesini öngören anayasa değişikliğiyle bu sorunun bizzat AKP hükümeti tarafından derinleştirildiği de ortada. Dolayısıyla AKP’nin on dört yıllık iktidar döneminde, cumhurbaşkanının yetkilerinin sınırlandırılıp tekrardan sembolik bir makama dönüştürülmesiyle giderilebilecek bu sorun, şu anda öne sürülen anayasa değişikliğinde tüm yürütme yetkilerinin cumhurbaşkanına verilmesiyle çözümlenmek isteniyor. Ayrıca yürütme yetkilerinin tümünü elinde toplayacak cumhurbaşkanının, sorumluluğunun ne oranda artacağı da henüz soru işareti. Eğer anayasal olarak sorumlulukta yetkilerle orantılı bir artış olmaz ise, ‘’yönetimde çiftbaşlılık’’ sorunun yerini ‘’denetlenemeyen tek adam yönetimi’’ sorununa bırakacağını söyleyebiliriz.  

Özetlersek, başkanlık sistemi savunucuları tarafından sıkça öne sürülen, güçler ayrılığı ve yönetimde çift başlılık sorunları, parlamenter sistemin ilgasıyla değil, güçlendirilmesiyle çözümlenebilecek sorunlardır. Öyle ki sağlıklı bir biçimde işleyen diğer hiçbir parlamenter demokraside gündeme gelmeyen bu sorunların, Türkiye’de 1982 Anayasası’yla ortaya çıktığı, AKP’nin on dört yıllık iktidarı süresinde de çeşitli uygulamalarla derinleştiği söylenebilir. Bu açıdan Türkiye’deki başkanlık sistemi ısrarını en iyi koalisyon ihtimali endişesiyle açıklayabiliriz. Nitekim Türkiye’deki başkanlık sistemi savunucuları, yakın tarihteki koalisyon dönemlerini yerden yere vurarak, başkanlık sisteminin koalisyon hükümeti sorununu çözeceğini ve böylece hem siyasi hem de ekonomik istikrara büyük katkı sağlayacağını ileri sürüyorlar. Fakat günümüz koşullarında siyasi ve ekonomik istikrarı tamamıyla buna bağlamak hiç gerçekçi değil. Yapılan araştırmalara göre ekonomik büyüme ve insani gelişmişlik ile hükümet sistemi arasında doğrudan bir ilişki olmadığı gibi, günümüzde siyasi ve ekonomik istikrar için ‘’öngörülebilirlik’’ kavramının öne çıktığını ve bunun için uygulanan ekonomik politikaların sağlamlığının yanı sıra özellikle hukuk devleti ilkesinin önem kazandığını söyleyebiliriz. Nitekim altı aylık aradan sonra tek parti iktidarının tekrar sağlandığı tarih olan 1 Kasım 2015’ten bugüne dek gerek ekonomik büyüme verileri, enflasyon ve döviz kurundaki dalgalanmalar gerekse terör olayları, darbe girişimi ve içinde bulunduğumuz olağanüstü hal göz önünde bulundurulduğunda, istikrarın öngörülebilirlikle birlikte hayli azaldığına ve tek parti iktidarının tek başına istikrarı sağlama konusunda ne kadar yetersiz kaldığına tanık oluyoruz. Ayrıca çeşitli sebeplerden ötürü koalisyon hükümetlerinin sürekli kurulup dağılmasının ciddi bir istikrarsızlık sorunu yaratacağı sadece Türkiye’nin aklına gelen bir fikir değil. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri koalisyon hükümetlerince yönetilen Almanya’da, bir başbakanın ancak yeni başbakanın seçilebilmesi durumunda düşürülebileceğini öngören ‘’yapıcı güvensizlik oyu’’ uygulamasıyla sık sık hükümet krizlerinin yaşanması ve seçimlerin tekrarlanmasının önüne geçiliyor.

Yapıcı güvensizlik oyu ve buna benzer birçok mekanizmayla parlamenter demokrasilerin siyasi ve ekonomik istikrarsızlık sürecine girmesi etkin bir biçimde engellenebiliyor. Fakat yine de ‘’koalisyon meselesi’’ni sadece istikrar açısından değerlendirmek bu konunun daha esaslı yönlerini gözden kaçırmamıza sebep olabilir. Sözgelimi Türkiye’de hükümet sistemi tartışmalarının kategorik olarak koalisyon karşıtı bir tutumla başkanlık sistemi meselesine indirgenmesinin aslında Türkiye siyasetinin öteden beri en önemli sorunlarından biri olan çoğunlukçuluk ve gücü merkezîleştirme/tek başına yönetme takıntısından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bu takıntının sonucu olarak savunulan başkanlık sistemi gibi; çoğunlukçu ve gücü merkezîleştirici projelerin, halihazırda oldukça derin olan toplumsal kamplaşmaları daha da derinleştireceğini görmeliyiz. 

‘’Tek başına yönetme’’ takıntısı ile toplumsal barış arasındaki gerilim Türkiye’ye has bir olgu değil. 2011 yılında Tunus ve Mısır’da halkın ‘’ekmek, onur, özgürlük’’ sloganıyla sokaklara dökülmesiyle başlayan ve her iki ülkede de diktatörlerin devrilmesiyle sonuçlanan Yasemin Devrimi’nin üzerinden altı yıl geçti. Devrim sonrasındaki dönemin başlarında gelişimleri paralel ilerleyen Tunus ve Mısır, anayasa yapım ve seçim süreçlerinin ardından bugün birbirinden çok uzak iki noktadalar. ‘’Arap Baharı’nın tek başarılı örneği’’ olan Tunus, Müslüman çoğunluklu bir ülkenin gördüğü en özgürlükçü anayasalardan biriyle siyasi geçişini büyük ölçüde tamamlayıp diğer problemleriyle uğraşırken, Mısır’da devrim yüzlerce insanın öldüğü kanlı bir askerî darbeyle sonuçlanmış ve askeriyenin siyaset üzerindeki vesayeti perçinlenmiştir.

Peki en baştan beri gelişmelerin bu kadar paralel ilerlediği Mısır ve Tunus’ta sonuçlar neden bu kadar farklı oldu? Elbette bu iki ülkenin demokratik gelişimlerini karşılaştırırken sosyoloji, demografi, coğrafya ve ordunun siyasetteki yerine ilişkin temel farklılıklarla karşılaşabiliriz. Fakat devrim sonrası süreçte bu iki ülkede meydana gelen sosyal ve politik atmosfer, birçok benzerliği de içerisinde barındırıyor. Bu benzerlikler arasında, Tunus’ta Bin Ali, Mısır’da Mübarek iktidarının on yıllarca baskı altında tuttuğu muhalefet grupları arasında İslâmcıların toplumsal taban olarak en büyük grubu oluşturması ve bu sebeple devrim sonrasında İslâmcıların iki ülkenin de ulusal politikalarında ön plana çıkmasından bahsedebiliriz. Bu durumun bir sonucu olarak, iki ülkede de,   toplumun yarıya yakını İslâmcı bir hükümeti desteklerken, geri kalanının böyle bir hükümetin hayat tarzlarına müdahale etme ihtimalinden endişe duyduğunu, bir başka deyişle Türkiye’de de çoğu zaman sözü edildiği gibi bir  ‘’laik kesim-dindar kesim’’ ayrışmasının meydana geldiğini söyleyebiliriz. Aslında devrimin talepleri açısından pek bir anlam ifade etmese de, devrim sonrası süreçte her iki ülkede de laik-İslâmcı kutuplaşması ulusal politikayı belirleyen en etkili faktör haline geldi. Fakat İslâmcıların bu iki ülkedeki tutumları birbirinden önemli ölçüde farklı gelişti. Tunus’ta İslâmcı Nahda Hareketi, ulusal düzeyde yapılacak kurucu meclis seçimlerinde tek başlarına hükümet kuracak çoğunluğu elde etseler dahi, ülkenin içinden geçtiği ve çok boyutlu sorunları beraberinde getiren geçiş döneminin tek bir parti veya anlayış tarafından idare edilmeyecek kadar hassas olduğu gerekçesiyle başka partilerle koalisyon kuracaklarını açıklayarak kendisini bağlamıştı. Nitekim seçim sonuçları açıklandıktan sonra kurucu meclisin 217 sandalyelisinin 90’ını kazanan Nahda Partisi, seküler ve sol kimlikleriyle bilinen iki partiyle koalisyon kurarak geçiş dönemini geniş tabanlı bir hükümetle yürütmeye çalışırken, bir yandan da cumhurbaşkanlığı seçimi için de aday çıkarmayarak sol kimlikli bir insan hakları aktivistinin seçilmesini kolaylaştırmıştı. Mısır’da ise hem parlamento hem de cumhurbaşkanlığı seçimlerinden galip çıkan Müslüman Kardeşler ülkeyi bir yıl süreyle tek başına yönetmeyi tercih etti. Bu süreçte her iki ülkede de gündeme gelen kadın hakları, şeriatın hukukunun geçerliliği gibi toplumsal fay hattı yaratan konular gündeme gelirken laik-İslâmcı kutuplaşmasının iyice derinleştiğini ve bu süreçte iki ülkede de laik ve sol kimlikleriyle sembolleşmiş bazı aktivist ve siyasetçilerin suikasta uğramasıyla bu kutuplaşmanın sokağa taştığını söyleyebiliriz. Laik-İslâmcı ayrımından ötürü meydanlar dahi âdeta ikiye bölünmüşken, iki ülke de ciddi bir iç savaş tehlikesi yaşıyordu. İşte tam bu noktada kaderleri şimdiye kadar büyük ölçüde benzeşen bu iki ülke artık farklı yollara giriyordu: Mısır’da göstericiler tarafından giderek otoriterleşerek, İslâmcı hayat tarzını dikte ettirmek ve özgürlükleri kısıtlamakla suçlanan Cumhurbaşkanı Mursi ve Müslüman Kardeşler hükümeti yönetiminden herhangi bir şekilde taviz vermezken, Tunus’ta yönetimi toplumun değişik kesimlerini temsil eden partilerle paylaşan Nahda Partisi ülkenin en büyük işçi sendikasının arabuluculuğuyla, tüm parti liderlerinin mutabık kaldığı bir seçim takviminin hazırlanmasıyla görevi seçimlere kadar bir teknokratlar hükümetine devretmeyi kabul etti. Bu sürecin sonunda Tunus’ta ulusal düzeyde mutabakat sağlanıp seçimlere gidilirken, Mısır’da askerî darbe sonucu ülkenin devrimden beri elde etmeye çalıştığı tüm demokratik kazanımlar kaybedilmiş oldu.                

Mısır ve Tunus örneklerinin bize gösterdiği, özgürlük, eşitlik ve demokrasi arayışındaki toplumların içlerinde barındırdığı kamplaşmaların ancak sosyolojik olarak o toplum için kapsayıcı hükümet sistemleriyle çözülebileceği olgusudur. Türkiye’nin yakın tarihinde de, toplumsal kamplaşmanın derinleştiği kırılma noktalarında sorunların, gücü merkeze alan, çoğunlukçu önlemlerle çözümlenmeye çalışıldığını görüyoruz. 1961 yılında yazımı tamamlanan bir anayasanın, 1971’de hak ve özgürlükler açısından bol bulunup daraltılmasına ve 1982’de tamamen çoğunlukçu ve dışlayıcı öğeler barındıran bir anayasayla değiştirilmesine rağmen bugün Türkiye toplumunun çoğul ve karmaşık sosyolojik yapısı yeniden çok partili bir meclis yapısı ortaya çıkardı. 12 Eylül’de kurumsallaşan çoğunlukçu ve iktidarı tek merkeze teslim eden yapılar bugüne dek Türkiye’nin kronikleşen sorunlarının üstüne benzin dökmekten başka hiçbir şey yapmadı. Türkiye’nin bugünkü eşitlik ve özgürlük durumuna bakıldığında, ‘’istikrarlı’’ AKP hükümetlerinin de  “tek başına” bu sorunları çözmede başarısız olduğu apaçık ortadayken, başkanlık sistemiyle hedeflenen tek başına hükümet etme gayesinin, toplumsal sorunları daha derinleştireceğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla istikrarlı tek parti iktidarına dayanan ve ‘’Arap Baharı’’nı yaşayan ülkelere örnek gösterilen ‘’Türk modeli’’nin çöküşü sadece Tunus özelinde değil, bizzat Türkiye’de de ayyuka çıkmış durumda. Bu sebeple yazının başında da belirttiğimiz gibi, yüz kırk yıllık parlamenter sistem deneyimimizde eşitlik, özgürlük ve demokrasi yolunda attığımız tüm adımları doğrusuyla yanlışıyla etraflıca değerlendirip geçmişte yaptığımız yanlışları tekrarlamamak adına deneyimlerimizin bizi doğruya yönlendirmesini sağlamalıyız. Bu doğrultuda sanırım yapmamız gereken ilk şey tüm kurumları tek başına yönetme amacıyla dönüştürme takıntısından kurtulmak. Ve kabul etmeliyiz ki bir zamanlar Ortadoğu’ya model olma kapasitesi küresel düzeyde yüceltilen Türkiye’nin bugün Tunus’tan öğrenecek çok şeyi var...    


Edgar Şar, 2013 yılında Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü dereceyle bitirip, lisans derecesini almıştır. Aynı yıl Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde başladığı yüksek lisans öğrenimini, ‘Laiklik ve Demokrasi İlişkisi: 2000’lerde Türkiye Örneği’ başlıklı teziyle tamamlayan Edgar Şar, aynı bölümde doktora öğrenimine devem etmektedir. Aynı zamanda Yıldız Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışan Edgar, güncel araştırmalarında laikliğin çağdaş siyaset teorisindeki anlamları ve laikliğin Türkiye’de geçirdiği evrim üzerine yoğunlaşmaktadır. Akademik ilgi alanları arasında laiklik ve demokrasi kuramları, din sosyolojisi, Türkiye siyaseti ve anayasa hukuku bulunmaktadır. Edgar Şar; Avrupa Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (PS:EUROPE) Akademik Araştırmalar Direktörlüğünü yürütmektedir.

Seren Selvin Korkmaz, lisans ve yüksek lisans derecelerini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden almıştır ve aynı bölümde doktora eğitimine devam etmektedir. Araştırma alanları karşılaştırmalı siyaset, sosyal dışlanmanın ekonomi politiği, kimlik politikası, kent politikası, demokratikleşme ve Türkiye’deki siyasal gelişmelerdir. Akademik kariyerine Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde devam eden Korkmaz, Uluslararası Siyaset Bilimi Derneği (IPSA) üyesidir. Boğaziçi Üniversitesi’nde çeşitli derslerin ve projelerin asistanlığını yürütmüştür. Sivil toplum alanında da çalışmalarını sürdüren Korkmaz, çeşitli sivil toplum kuruluşları ve araştırma merkezlerinde çalışmış; birçok kongre, çalıştay ve seminerin organizasyonunda aktif olarak yer almıştır. Seren Selvin Korkmaz aynı zamanda; Türkiye ve Avusturya’da yayımlanmış dergi ve web yayın platformlarında editörlük yapmış, Avusturya’da yayımlanan Borsa Panorama dergisinin yazı işleri müdürlüğü görevini üstlenmiştir. Seren Selvin Korkmaz; Avrupa Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (PS:EUROPE) Türkiye Direktörlüğünü yürütmektedir.