Islaklığı Hissetmeyen Bir Nesil

Hava kurşun gibi ağır. Ama bağırmak istemiyorum. Sesler yükselince ne söylendiği anlaşılmıyor ve kulakları sağır eden bir gürültü çıkıyor, bıçaklar bileniyor. Eskiler, hayatı şekle değil öze bakarak tahlil etmeli, der. Sufilerin tabiriyle lübb, bazı filozofların tabiriyle cevher, kelamcıların tabiriyle de zat denen bir öz meselesine dikkat çekerler. Artık ego ya da self deniyor. Freud'un tanımıyla şahlanmış bir at üzerindeki şövalye meselesi.

Erdoğan Özmen, Birikim Güncel'de (http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=1121&makale=Se%E7imin%20Ard%FDndan:%20Jouissance%20Vaadi%20Olarak%20Politika%20I) okuduğum yazısında “Niçin?” diye soruyordu. “Niçin, hangi saik ve özlemlerle, ne umarak insanlar böylesine zalim ve vahşi bir sermaye-tiranlar koalisyonuna evet demiştir? İğrenç bir kötülükler rejimini deşifre eden onca hakikat karşısında bunca insanı sağır ve kör bir konuma sıkıştıran ne tür bir arzu ve güdülenmedir?”

İnsanı durdurup düşündüren bir soru. Şöyle bir etrafıma bakıyorum. Küçücük çocukların cinsel tacize, tecavüze uğradıktan sonra öldürüldüğü haberleri geliyor. Bahçe duvarı tartışması birkaç cana mal oluyor. Kadın cinayetinin olmadığı gün yok. Her an kapımızın önünde bir mafya çatışması yaşanabilir. Devletin önemli bütün kurum ve yöneticilerinin dahil olduğu bir yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet çarkı isyana, toplumun genelinde bir itiraza yol açmıyor, hatta destekleniyor. Asırlardır içinde yaşadığımız, soluk alıp verdiğimiz binanın duvarları çoktan yıkılmış da biz mi yeni fark ediyoruz acaba? Harabeler arasında mı dolaşıyoruz? Görünen o ki, başarı denen sınırsız ve eksiksiz zevke ulaşmak için her yolu mübah sayan, hukuk tanımayan, utanma sakınma bilmeyen, önüne çıkan engelleri her ne olursa olsun aşmaya azimli insanlarla karşı karşıyayız. Başından gaz fişeğiyle vurulup 269 gün komada kalan, hepimizin gözleri önünde eriyip giden 14 yaşındaki Berkin öldüğünde, “borsa fazla etkilenmedi” diyenle, dokuz yaşındaki çocuğa tecavüz edip izbeliğe atan aynı insan tipi. Yerel seçimlerin ardından toplumsal ve bireysel bütün ilişkilerimizi kuşatmış ağır bir yozlaşma ve çürüme içinde olduğumuzu fark ettik. Asıl mesele küresel kapitalist sömürü sistemi desek de bu toprakların tarihine, geçmişine göz atmakta yarar olduğunu düşünüyorum.

Erken modern dünyanın süper gücü Osmanlıydı. Dini ve emperyal temelli üstünlük psikolojisiyle, kendi dışındaki dünyada olup bitenleri, gelişmeleri izlemedi. Kibir Osmanlının yıkımı oldu. Tanzimatla birlikte atılan adımlar, dünyanın yeni koşullarına uyum sağlama çabası Cumhuriyet'in ilanı ile devam etti. Bu süreç Batı'ya körü körüne bir hayranlık değil, Batı'daki gelişmeleri kendi bünyesine katarak devam etme niyeti taşıyordu.

Modernleşmenin sadece bir tarihsel praksis sorunu olmadığı bilinir. Bilim ve teknoloji ile doğayı denetim altına alan Batılı beyaz Hıristiyan erkek beşeri dünyayı da tasarımlayacağına emindi. Özne-nesne ikiliği üzerinden yeni bir medeniyet inşa edilecekti. Biz de bu kervana katıldık. Ordu, bürokrasi, yargı, ekonomi, sağlık, eğitim, basın gibi birçok alanda modern Türkiye'nin temelleri II.Abdülhamid döneminde atıldı. Namık Kemal'den bu yana aydınlarımız 'eğitim şart' dediler. Geleneksel dünyada eğitimin hedefi, aileden tekkeye ve okula uzanan ortamlarda adap denen davranış kurallarını özümseyerek kendiyle ve dünyayla barışık eline, beline, diline hakim olabilen iyi insanlar yetiştirmekti. Herkes haddini bilirdi. İnsanlara sınırlarının öğretildiği hiyerarşik bir anlayış, zanaat öğretimi alanında da geçerliydi. Ahilik gibi. Kısacası, her alanda usta çırak ilişkisine dayalı bir eğitim süreci esastı. Yeni okullar açılırken hali hazırdaki tecrübelerden ders çıkarılmadı. Kendi modelimizi inşa edemedik. Ve her şey yaz boz tahtasına döndü. Batı 21.yüzyılda postmodern çağı yaşarken, yaşadığımız toprakların da dahil olduğu İslam dünyası 19. asırda modern Batı ile karşılaşmasının muhasebesini bitirememiş durumda. Ne eğitimi eğitim, ne hukuku hukuk, ne adaleti adalet. Ne yapmalı, sorularının tekrar tekrar sorulduğu bugünlerde Bedri Gencer'in 'İslamda modernleşme' kitabını okuyorum. Şerif Mardin'in 'çığır açıcı inceleme' dediği hem keyfiyet hem kemiyet itibariyle büyük bir eser olarak kabul ettiği, sunuş yazısına imza attığı, Doğu ve Batı'yı kuşatan, çok katlı bir mukayeseli perspektif. Bu kitap Batılı araştırmacıların da ezberini bozacak, diyor Mardin. Vahy edilmiş her din gibi İslamda da modernleşme mümkün değil, kastedilen Müslüman aydınların düşünüşündeki modernleşme. Kitapta üç kattan bahsedilebilir. Yazarın önsözde belirttiği gibi, birincisi, dinin dışarıdan değiştirilmesi anlamına gelen sekülerleşme de denen modernleşme karşısında üç İbrahimi din Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamın zorlandığı modernleşmenin mukayesesi. Ortak yanlar, her dine göre değişen alanlar ele alınmış. İkincisi, Batılı ile İslami modernizmin mukayesesi. Üçüncüsü, Batılı modernlik karşısında Türk ve Arap İslam düşüncelerinin mukayesesi. Araptan kasıt İslam modernizminin kaynağı Mısır. Gencer 'İslam dünyasının yaşadığı bunalımın özünde sanıldığı gibi bilgiden ziyade ahlak ve irade kusurunun yattığı sonucuna vardık.' diyor. Bugün yaşanan krizin pedagojik ve etik olduğunu söylüyor. İslam dünyasında, Batı'da amansız bir özgürlük mücadelesine yol açan, ne insanları doğuştan günahkar yaratan bir tanrı, ne de kilise ve devlet gibi iktidar aygıtları vardı. Dolayısıyla modern anlamda ne hürriyet, ne serbesti, ne iradi, ne de yasal özgürlük arayışı söz konusuydu. Bizim topraklarda hürriyet kelimesinin 19. yüzyılda Namık Kemal ve arkadaşları tarafından ilk kez kullanılmaya başlandığını öğrendim. Namık Kemal hürriyetin Allah tarafından bahşedilen, insanın fıtratında içkin, devredilemez bir hak olduğunu savunuyormuş. Yani kişinin isteyerek başkalarına kul olmaya hakkı yok. Kaderine sahip çıkma tabirinin anlamı da Batı'da ve Doğu'da farklı. Kısacası eğitim yöntemi başka, kavramları aynı olmayan iki dünya aynılaştırılmak istenmiş. Film aslında 1839'da kopmuştu. Sultan Abdülhamit'in kurduğu okullarda yetişen Mustafa Kemal sürecin devamını sağladı. Bu süreklilik içinde Osmanlı ve Türk modernleşmesine yön veren milliyetçi ideolojinin karakterini belirleyen, tarihi, devletin bekası kaygısı. Bu bakımdan Batı'dakinden farklı olarak ulustan çok devlete vurgu, Türk laikleşmesinde rol oynadığı söyleniyor. Modernleşme ve sekülerleşme hızlanırken sivil alanda milleti bir arada tutan ortak Sünni inancın güçlendirilmesine özen gösterilmiş, ancak yönetim katında onlara pay verilmemişti. 28 şubat dönüm noktası oldu. Köprünün altından çok sular aktı. Artık Müslümanlığını öne çıkaran bir hükümetimiz var. Kadrolar değişti. Türkiye’de Müslümanlığın büyük bir canlanma yaşadığına hükmedilebilir. Ne var ki dindarlıkta korkunç bir yozlaşma yaşanıyor. Sızdırılan telefon konuşmalarından bahsetmiyorum. Başbakan danışmanlarının, medyadaki yandaşlarının yazılarını, konuşmalarını izliyor musunuz? Yeşil Türklerde -seçim sonrası- hep bir küçümseme, bıyık altından gülüş hali yerleşti. Karşıtlarını ciddiye almıyor, dalga geçiyor, tepeden bakıyorlar. Aynı cümleleri tekrar ediyor, demagoji yapıyorlar. O kadar kendilerine güveniyorlar ki, ötekini aşağılamada beyaz Türkleri bile geçtiler. Hakikat ve güzelliği hedefleyen geleneksel nitel bilgi, salt bilimsel nicel bilgiye dönüştüğü için çoktan seçmeli sınavlarla kervan yürüyor nasıl olsa. Hoşgörü, adalet, ahlak hak getire... 1994 yerel seçimlerinin ardından Kadın Eserleri Kütüphanesinde Bakanlığın da desteğiyle bir medya projesi yürütmüştüm. Ulusal medyada kadın haberleri bağlamında yükselen muhafazakarlığı ve İslamcılığı bir dönem çok sıkı izledim. O günden bu yana İslamcı medyayı takip etmeye, ne söylendiğini kavramaya özen gösteririm. Sayelerinde farklı bilgiler edindim. Ali Şeriati'yle tanıştım. İnsanın kendini görebilmesi için başkasının önemini fark ettim. Gelinen noktada ise karamsarlığa kapılıyorum. Erdoğan Özmen'in de vurguladığı gibi, seçim gecesi balkondaki topluluğun kompozisyonu, bunun akıl edilmiş olması, cesaret edilmesi çok şey anlatıyor: Hukuk, ahlak, adalet hiçbir şey tanımıyor, hiçbir şeye inanmıyorlar. Dini hassasiyetleri kışkırtarak, hukuku, ahlakı yok sayarak, hiçbir terbiye ölçüsüne aldırmadan sürdürülen bir siyaset biçimiyle ve kadın çocuk demeden tecavüz eden, döverek insan öldürenlerle beraber yaşıyoruz. Ancak, yargılardan değil somut durumlardan hareket ederek değerlendirme yapmalıyız. İslamcılar siyasi ve manevi üstünlüğün verdiği özgüvenle tevekkülün anlamını genişleterek cüz'i iradesini kullanamaz hale geldi. Tıpkı modern zamanların başlangıcında Batı'yla Doğu'nun arası nasıl açıldıysa öyle bir aralıktalar. Belki de bu yüzden Osmanlı aydınlarının öncelikli hedefi halka cüz'i iradenin önemini, yani kişinin kendi yaptıklarından sorumlu olduğunu hatırlatmaktı. Şimdi herkes kendi tarafındakilerle konuşuyor. Dinler tarihiyle ilgilenen herkes insanoğlu/kızındaki inanma ihtiyacını görebilir. Tarih boyunca insanların ne denli ipe sapa gelmez şeylere inandığına bakılırsa bu ihtiyacın gücü kolayca anlaşılabilir. Bu durum, aynı zamanda kökendeki anlamsızlık inançsızlığı da barındırır. Çözümsüz bir ikilem belki. Batı'yla Doğu gelenek görenekleri, eğitim tarihi, kavramları ne denli farklı olursa olsun bizim buralarda iç içe geçmiş. Geri dönüşü olmayan bir noktadayız, üstelik şimdi küresel bir köyde yaşıyoruz. Gerçek sentez bu topraklardan çıkacak. Ama nasıl? Dünyanın her köşesinde aynı sorunlarla boğuşuluyor. Batı gibi İslam dünyasının yaşadığı da özünde epistomolojik değil, etik bir kriz. İslam'da modernleşme tartışmalarında 'artık eskisi gibi alimler çıkaramıyoruz' diye şikayet ediliyor ya... Ahlaklı olmadan alim olunamaz bence. Beyaz Türklere küfretmekten vazgeçmedikleri sürece aynı kaderi paylaşacaklar. Yok aslında birbirlerinden farkları. Tayyip Erdoğan, AKM'nin cephesine bayrak ve Atatürk resmi astırtarak, gizlisi saklısı kalmayan yenikemalist/devletçiliğini ilan etmişti. Yetmemiş ki Reza Zarrab'ı ekrana çıkardıklarında arkasına bayrak asıyorlar. Hükümet yanlısı bir televizyon kanalında vicdan kelimesiyle rahatça dalga geçilebiliyor. Bu anlayışla hakkaniyetli ve kalıcı bir barış sağlanamaz. Hükümet-cemaat itişmesi de bitecek gibi değil. İki gün evvel kol kola yürüyenler, bugün birbirlerinin üstüne en galiz küfürlerle saldırıyorlarsa sana bana neler yapmazlar ki... Üstelik yeni bir kuşak geliyor. Geçenlerde, kreş çalışanı bir arkadaşım çocuklarda beden denetiminin artık olmadığından yakındı. Ne demek istediğini tam anlayamadım. Meğer, ıslaklığı hissettirmeyen bebek bezleri önemli bir soruna yol açıyormuş. Eskiden çocuğun tuvalet eğitimi kolaydı, diyor. Bezini ıslattığında rahatsız oluyor, bu sayede çocuk bedenini denetlemeyi öğreniyordu. Islaklığı hissettirmeyen bezler ise çocuğu rahatsız etmiyor ve asla kendini denetlemesi gerekmiyor. Çeşitli yöntemlerle çiş söylemeyi öğreniyorlar öğrenmesine ancak erken dönemde edinilmesi gereken bir özelliğe sahip değiller, kendi bedenlerini denetlemeyi bilmiyorlar. Bu durumun nelere yol açacağını psikiyatristler, psikologlar araştırabilir. Tahliller, tespitler bir yana, hayat doğal olanın kültüre, kültürün iktidara dönüşümüyle sürüp gidiyor. Kişinin kendi dışına çıkması, kendine dışarıdan bakabilmesi zor. Kendimize mahkum ve mahpus yaşıyoruz. Tarihsel tecrübelerimiz pranga üstüne pranga vurmuş. Elimiz ayağımız bağlı. Halimiz hal değil yani, ancak Gezi'yle birlikte farklı bir sürece girildi. Teorinin geride kaldığı pratiğin öne çıktığı bir süreç bu. 'Zıpla... zıpla... zıplamayan Tayyiptir' sloganını düşünün. Öyle bir noktaya geldik ki, adım atmak, yürümek geri kalmak anlamını taşıyor. Zıplamak şart.

Gezi isyanı Tayyip Erdoğan'ın geri geri yürümesine, gericileşmesine neden oldu. Başbakanımız fabrika ayarlarına döndü. İktidarın şehvetiyle kendinden geçti. Gözü hiçbir şey görmüyor. Sol cenah ise aynanın önüne geçip kendine bakmayı beceremiyor.

Dünyanın gelecek siyaseti, iletişim çağının olanakları sayesinde, lidersiz ve yatay bir örgütlenmeyle gerçekleşecek. Tıpkı Gezi gibi. Gezi Partisi bunun ilk örneği olarak doğmuş. Gezi Partisinin kurulduğunu duyunca ciddiye almamış, gezinin ruhuna uymaz ki demiştim. Partinin program ve tüzüğünü okuyunca şaşırdım. Bence herkes göz atmalı. Farklı kültürlerin, farklı düşüncelerin bir arada bulunduğu, “merkez üstü” bir parti kurulmuş. 'Rakibimiz çarpık siyasi yapı ve dolayısı ile onun yaratmış olduğu sistem' diyorlar. Tek kırmızı çizgileri karşıt görüşleri yok sayma ve tahakküm kurma anlayışı. Gezi Partisi bir iletişim ağı. Hali hazırdaki sistem partileriyle hiç bir benzerliği yok. Doğrudan demokrasi için yola çıkmışlar. Parti başkanı sadece bir sözcü. Bloklar halinde tek renkten oluşan partilerin sonunun geldiğini düşünüyor, tüm görüşleri temsil eden bir konsensus sistemi kurmak istiyorlar. Haberiniz olsun istedim.