Kıbrıs Sorununda Yeni Yöntem Arayışı (1): “Kapsamlı Çözüm”den “Adım Adım Çözüm”e

Kıbrıs meselesi, mazisi ve bugünüyle Türkiye’de pek bilinmeyen, dahası akademik ilgiye de mazhar olamayan bir mesele… Arada bir, “Kıbrıs’ı satıyorlar!” diye feveran eden birkaç kişi olmasa, muhtemelen Annan Planı döneminden bu yana Kıbrıs’ta yürütülen müzakere süreçlerine dair, okur-yazar çevrelerin kahir ekseriyeti de dahil, Türkiye kamuoyunun pek fikri ve merakı da olmayacak. Türkiye’deki yakıcı siyasal atmosfer ve yoğun gündem de bu ilgisizliğin nedenleri arasında elbette… Öte yandan, bu meseleyle yatıp kalkan Kıbrıslı Türkler de en son Crans-Montana’da yürütülen ve çok kısa bir süre içinde “çöktüğü” ilan edilen görüşmelerden sonra, bu meseleden artık ikrah getirir bir ruh hali içerisine girmiş durumda. Çözüme en çok ihtiyaç duyan taraf olarak Kıbrıslı Türkler, müzakereler karşısında yıllardır pasif izleyiciler pozisyonunda, “masa”dan gelecek iyi haberleri “bekliyor”; ancak aynı “girdi”, şaşırtıcı olmayan biçimde her defasında aynı “çıktıyı” üretiyor: “Kapsamlı çözüm” arayışındaki müzakereler çöküyor, taraflar birbirini suçluyor, bir süre sonra müzakere süreci aynı paradigma içinde yeniden başlatılıyor. Gelinen noktada, çözümsüzlüğün toplumda yarattığı ruh hali, Kıbrıslı Türk entelektüelleri kaçınılmaz olarak bir tartışmanın içine çekiyor: Kıbrıs’ın kuzeyi, yeni çözüm yöntemini arıyor.

Yeni yöntem arayışına kulak tıkayan Kıbrıs’ın kuzeyindeki milliyetçi sağ ve merkez sol, geleneksel pozisyonlarında asılı kalmış durumda... Çözümün yolu, ilk grupta kümelenenlere göre müzakere masasını artık tamamen unutmaktan geçiyor. Bu kesim, Crans-Montana’daki “çöküşü”, uluslararası alanda yok hükmünde olan KKTC’nin yükselişine tahvil etmeye, çöküşten KKTC’ye bir meşruiyet zemini devşirmeye çalışıyor.[1] Merkez sol ise kısa vadede, en azından Kıbrıs Türk toplumundaki bu bıkkınlık geçip, “KKTC tanınsın” ısrarının şekillendirdiği bu netameli hava dağılana kadar siyasal vurguyu müzakerelerden ziyade “iç siyaset” üzerinde tutmanın gayreti içerisinde… Orta vadede ise, hiçbir şey olmamış gibi müzakereleri “kapsamlı çözüm” çerçevesinde devam ettirmenin ve çözüme buradan ulaşmanın hayalini kuruyorlar. Yani milliyetçi sağ gibi, merkez sol da siyasi argümanlarını bir “mucize” beklentisinin üzerine inşa ediyor.

“Kapsamlı çözüm”, “her şeyde anlaşmadan hiçbir şeyde anlaşmış sayılmayız” şeklinde özetlenebilecek bir önkabulü esas alıyor. Kıbrıs’ta federasyona dayalı bir çözüme geleneksel olarak sahip çıkmakla beraber, konforlu/kolaycı siyasetten bir türlü vazgeçemeyen ya da -iyimser bir tahminle ifade edeyim- yeni bir yaklaşım geliştirmeye cesaret edemeyen Kıbrıs Türk merkez solundaki kadrolar, artık safdilliğe varan bir tutumla, her şartta “kapsamlı çözüm”e dört elle sarılıyor. Ancak “kapsamlı çözüm”, müzakeredeki taraflardan birinin -Kıbrıs Rum tarafının- “Türkiye askerini çekmezse ve garantörlükler son bulmazsa bugüne kadarki tüm çabaları çöpe atarım” diyebilmesine; öteki tarafınsa “her şeyde anlaştığımız durumda bile, dönüşümlü başkanlık kabul edilmezse çözüm de zinhar olamaz” diye diretebilmesine imkân sağlıyor. En son müzakere sürecinin gerçekleştiği Crans-Montana’da yaşanan da kabaca buydu.

Crans-Montana’daki müzakereleri yakından izleyenler ve Kıbrıs Türk basınındaki hâkim görüş şu: Diğer meselelerin yanı sıra, bilhassa “güvenlik ve garantiler” konusunda Kıbrıs Rum tarafının ısrarı ya da tersine Türkiye’nin yeterli açılımı yapmaması, süreci çıkmaza soktu. Kıbrıslı Rum lider Nikos Anastasiadis, Avrupa Birliği’ne üye bir devletin garantöre ihtiyaç duymadığı ve Türkiye’nin askerlerini Ada’dan çekmesi gerektiği konusunda ısrarcı... Kıbrıs Türk toplumunun çoğunluğuysa, bilhassa 1960’lı yılların yarattığı travmanın ve son zamanlarda yüksek perdeden konuşma imkânı bulan Kıbrıslı Rum radikal milliyetçilerin etkisiyle, Türkiye’nin garantörlüğünün devam etmesinden yana… Bu tablo karşısında Türkiye, Kıbrıs Rum tarafının inadından da “faydalanarak”, “ne asker ne garantiyi kabul ederiz” (“sıfır asker, sıfır garanti”) tavrına bir açılımla karşılık verdi. Buna göre Türkiye, belirli sayıda askerini çekecek, müzakerelerin doğuracağı federal devlet kurulduktan sonra ise bu mesele o günün koşullarına göre yeniden değerlendirilecekti… Bu açılım, muhtemelen Türkiye’nin de bu öneriyi yaparken tahmin ettiği gibi, rağbet görmedi.

Öte yandan, Kıbrıs Türk müzakere heyeti açısından, “siyasi eşitlik” ve “dönüşümlü başkanlık” meselesi, yani kurulacak federal devlete belirli periyotlar halinde Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk liderlerin dönüşümlü olarak başkanlık yapması öncelikli konular arasında... Kıbrıs Türk liderliğinin “siyasi eşitlik” konusundaki ısrarını Kıbrıs Türk toplumunun çok büyük ölçüde paylaştığını söylemek mümkün. Kıbrıs’ın çatışmalı tarihinin en temel itici güçlerinden biri, zaten, en azından Kıbrıs Türk toplumu açısından bu “siyasi eşitlik” konusu... Yani bu konuda Kıbrıs’ın kuzeyinde bir fikir birliği var ve siyasi eşitliğin pazarlık dahi edilemez bir hak olduğu düşünülüyor; ancak “siyasi eşitliğin” kaçınılmaz olarak “dönüşümlü başkanlık”tan geçip geçmediği konusunda farklı görüşler de mevcut. Bu konunun anlaşmayı engelleyecek kadar hayati bir önemi haiz olmadığını düşünenler var. Bununla beraber, federasyona dayalı çözüm yanlısı bloğun en büyük ve en örgütlü bileşeni olan, merkez sol çizgideki Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin (şu anda KKTC Meclisi’nde en çok milletvekiline sahip olmakla beraber ana muhalefet pozisyonundadır) Genel Başkanı Tufan Erhürman, dönüşümlü başkanlığı getirmeyen bir anlaşmaya “hayır” oyu vereceklerini Crans-Montana’dan çok önce açıklamıştı.

Bu olup bitenler karşısında, Kıbrıslı Türk entelektüellerin bir kısmı, müzakerelerde “kapsamlı çözüm” yerine, “adım adım çözüm” adı verilen bir yönteme geçilmesi gerektiğini savunuyor. Zira “kapsamlı çözüm” arayışına dayalı yöntemde, müzakere süreci “ya hep ya hiç” mantığıyla ilerletildiği için aslında çözümsüzlüğe hizmet ediyor ve masa her defasında yeniden “çöküyor”. “Adım adım çözüm” yöntemi ise “her konuda anlaşmış olmayı beklemeksizin” Kıbrıs’ın iki yakasının farklı alanlarda karşılıklı işbirliği yapmasını ve uzlaşı sağlanan ya da sağlanabilir olan konuların kapsamlı çözüm “ihtimali”ne kurban edilmeksizin somut adımlara tahvil edilmesini öneriyor. Dahası “adım adım çözüm”, örneğin Maraş’ta mal iadesi yapılması ve bu malların kullanıma açılması gibi konularda, karşı tarafı beklemeksizin, tek taraflı olarak adım atılmasını/atılabilmesini de sonuç verici bir yöntem olarak gündemde tutuyor.[2] Kıbrıs’ın iki yakası arasında bilhassa iktisadi bağların geliştirilmesi; çözüme dönük somut ve kalıcı açılımların her konuda anlaşmış olmayı beklemeksizin hayata geçirilmesi ve karşılıklı “bağlantıların” (bağımlılıkların?) inşa edilmesi de “adım adım çözüm” perspektifiyle son derece uyumlu...[3] Buna göre, farklı sektörlere dair planlamalar yapılırken Ada’nın bir bütün olarak düşünülmesi ve tarafların güçlü yanlarının eşzamanlı olarak devreye sokulması, Ada’nın kuzeyinin ve güneyinin birbirini “tamamlayan” parçalar olarak ele alınması gerekiyor.[4] Bu çerçevenin, uygun koşullar sağlandığı ve toplumsal meşruiyet kazandığı ölçüde, ağırlıklı olarak iktisadi bağların kurulup tahkim edilmesinden başlayarak adım adım gerçekleşecek organik bir dönüşümü ve toplumsal bütünleşmeyi sağlayacağını düşünmek mümkün.

“Adım adım çözüm”, müzakere sürecinin yukarıdan aşağıya örülen bir süreç olmaktan çıkıp, daha doğrusu “yalnızca” bu şekilde örülen bir süreç olmaktan kurtulup aşağıdan yukarıya örülen bir süreç olmasını sağlayacak, Kıbrıslı toplumları doğrudan doğruya sürece dahil edecek bir bakış açısına dayanıyor. Bu, “Kıbrıslı çözüm” olarak ifade edilen, “içeriden” bir çözüm geliştirilmesine de uygun bir bakış açısı… Böyle olduğu ölçüde de Kıbrıs’ta tutunabilmesi ve kök salabilmesi, kendine güçlü bir toplumsal taban bulmasına bağlı. Hem şimdiye kadar olanlarla kıyaslanmayacak derecede cesur, somut ve kalıcı adımları gerektirdiği hem de radikal milliyetçi kesimler tarafından akamete uğratılmasının engellenebilmesi için…

“Adım adım çözüm”, ilk defa Cenevre ya da Crans-Montana görüşmelerinden sonra ortaya atılmış olmamakla beraber, geliştirilmeye ve derinleştirilmeye muhtaç bir tartışma olarak Kıbrıs’ın kuzeyinde “henüz” emekleme dönemini yaşıyor. Dahası, hayata geçirilebilmesi için Kıbrıs Rum toplumunda da güçlü bir karşılık bulması gerekli… Bu başarıldığı takdirde, gündelik hayatla sınanabilecek, yaşamın parçası haline gelebilecek bir çözüm imkânının da kapılarını aralayacak.

 

Yarın, Kıbrıs Sorununda Yeni Yöntem Arayışı ile ilgili Mete Hatay’la söyleşi.



[1] Bu konuda Kıbrıs’ın kuzeyinde sağın alternatifi pozisyonunda olan, KKTC’nin restorasyonunu geleneksel milliyetçi çizgiden daha “inceltilmiş” bir biçimde savunan bir diğer odağa dair şuraya bakılabilir: http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/7486/kktc-nin-yeni-partisi#.WWswznBSA2w  

[3] Doğrudan “adım adım çözüm” üzerine kurgulanmamakla beraber, bu konuyu ilgilendiren ve konuya çerçeve kazandırma potansiyeli taşıyan en güncel çalışma PRIO Kıbrıs Merkezi’nden Mete Hatay ile Harry Tzimitras’ın hazırladığı rapordur: Tzimitras, H. ve Hatay, M. (2016). The Need for Realism: Solving the Cyprus problem through linkage politics. Metnin tamamı için şuraya bakılabilir: https://www.brookings.edu/wp-content/uploads/2016/10/turkey_20161005_cyprus_problem.pdf

[4] Anılan rapora bakınız.