Sabit Fikrin Tahakkümü

Tarihsel ve toplumsal şeylerin bilgisi hakkında şüpheciliğin uç konumlarında duran, her türlü haklılık yargısının sadece politika alanındaki iktidar mücadelesiyle kurulabileceğini, söylem-dışı “doğru bilgi” kriterleri olamayacağını savunan rölativist dostlarım kızacaklar şimdi. Ben yine de bildiğimi okuyayım: Osmanlı Ermenileri konferansının sebep olduğu hınç tufanı, milliyetçi histerinin son hallerini ifşa etmenin yanında, bilimsel üretimin kollektif ve muhalif özerkliğine bu aralar ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu gösterdi. Okuduğunuz bu kıssanın hissesi de, hemen zikredeyim, budur: Bilimsel üretimi, habercilik alanının faşist yatkınlıkları teşvik eden ahkâm teknisyenlerinin merhametine terk etmeye vargücümüzle, dayanışma içinde direnmemiz; özerk bir akademik üretimin doğruluk/yanlışlık kriterlerini savunmamız; toplumsal tarihyazımının itibarını ırkçı azgınlığa karşı korumamız gerekiyor.

Kanâat Teknisyenliği

Bugün etraf, hemen her güncel meseleyi tekelleştirmeye meyilli sabitfikir (birleşik yazıyorum, doxa’nın karşılığı olarak) aşıklarıyla dolu. “Sabitfikir aşıkları”, ya da “doksozoflar”, Platon’un Devlet’i ile haşır neşir olmuş bazılarına tanıdık gelebilir. İnsanın şeylerin düzenini ve doğasını bilme yeteneğini olumlayan Platon, bilgiye karşı insanın şeyler hakkında kanâat üretme eğilimine ayrıcalık tanıyanları eleştiriyordu. İnanması kolay, gündelik hayatın göze görünen, ortakduyusal hali hakkındaki hikâyeleri ustaca yayabilen sabitfikir aşıkları, Platon’a göre, ait oldukları topluluklarda hâkim olan fikir ve ahlâk standartlarını sorgulamadan benimserlerdi.

Kendilerini mütefekkir ve bilge sayan bu tür ahkâm sultanlarının günümüzde habercilik alanı sayesinde politik, ekonomik ve diğer güncel tartışmaları (“küfre” karşı aşıladıkları) sabitfikirlerin tekeline hapsettiklerini müteveffa sosyolog Pierre Bourdieu de ayrıntısıyla incelemişti. Çabucak tüketilecek, “sokaktaki insan”ın kolayca hazmedebileceği, müesses nizâmın sırtını sıvazlayacak türden kanâat üretimi, Bourdieu’ye göre, televizyon ve gazete habercilerinin (ve yazarlarının) ve onların yardakçısı stratejist, yayıncı, sanatçı, akademisyen, vs. kimlikli doksozofların denetimine girmişti. Sözde etik bir “tarafsızlık” hâlesi taşıyan (“her görüş temsil edilmelidir”) bu medya endeksli sabitfikir üretimi, bilimsel bilgi üretimini “halkın kabul edebileceği” kanâatlere tahvil etmek amacıyla zamanla akademide kendi işbirlikçilerini de yarattı. Bugün Türkiye ekranlarına baktığınızda geniş bir politik yelpazeye yayılan bu sabitfikir aşıkları “her görüşün temsiliyeti” illüzyonu altında politik olarak tartışılabilir ve tartışılamaz olan konular üzerindeki sürekli bir tekel kavgasının oyuncuları olarak görülebilirler.

Habercilik alanının sosyal bilimsel üretim üzerindeki sıkça devletlû bir çehreye bürünen tahakkümü, Osmanlı Ermenileri’yle ilgili nihayet Bilgi Üniversitesi’nde yapılabilen konferans etrafında koparılan yaygara ile iyice ayyuka çıktı. Hukukçu, akademisyen, köşe yazarı, emekli subay, haber dairesi müdürü, eski istihbaratçı vb. kimlikleriyle sabitfikir aşıkları, alandaki konumları ırkçılıktan sağ-liberalizme kadar çeşitlilik gösterse de, Ermeni meselesinin hangi biçimde tartışılabileceği hakkında, “halkın görüşünü” yansıttığına imân ettikleri kriterleri sosyal bilimcilere zorla dayatmaya uğraştılar.

Sabitfikir Tahakkümü

Bilimsel bilginin üretilmesi ve paylaşılmasından bütün anladıkları ya “âmirine rapor yazmak” ya da Siyaset Meydanı ile sınırlı gibi gözüken bu güruh içinde meselenin (resmî) tarihini çalışan sosyal bilimciler de var. Özellikle bu oyuncuların, habercilik alanı dışında örgütlenen milliyetçi-popülist saldırganlığa da aymazlıkla sırtlarını dayayıp Osmanlı Ermenileri’nin tarihi konusundaki en yetkin isimlere yine habercilik alanından tedarik ettikleri söylemsel araçlarla saldırmaları (“vatan haini”, “Hınçak-Taşnak komitacıları”, “sözde-bilimsel”, “Sorosçu”, “Türk düşmanı”, vs.) Türkiye’de akademik üretimin kalitesi hakkında bir sürü şey anlatıyor dinlemek isteyene. Bu cengâver akademisyenlerin bir kısmının da kendilerine “anti-emperyalist” ya da “bağımsız” sosyal bilimci tanımını uygun gördüklerine ise, BBP’lilerin Kemalistlerle omuz omuza bayrak ve yumurta salladıkları bir ahvâlde, şaşırmıyoruz artık.

“Merkez” medya organlarının (ve konserveledikleri sabitfikirin) sosyal bilime dışarıdan standart dayatılmasına bir katkısı da, muhalif sosyal bilimcilerin senelerdir, defalarca sığlık ve zayıflıklarını gösterdikleri akademik “kanâat önderlerinin” bilimsel konumlarının sorgulanmamasıdır. (Mesela: Resmî tarihçiliğin en bilimsel örneklerinden biri olarak pazarlanan, Hikmet Özdemir ve Yusuf Halaçoğlu gibi isimlerin önderliği ile hazırlanmış Ermeniler: Sürgün ve Göç başlıklı çalışmanın içerdiği belge tahrifatı ve çarpıtmalar, Taner Akçam tarafından kanıtlarıyla ifşa edilmiş, haliyle kendisini “vatan haini” olarak gören doksozofların ilgisini çekmemişti. Akçam’ın ifşaatı Birikim’in Mart 2005 sayısında okunabilir. Yine medyatik olamamış bir ifşaat, Akçam’ın da arasında bulunduğu birkaç muhalif tarafından, milliyetçilerin hiç okumadıkları Mavi Kitap’ı keşfedip başlattıkları “emperyalist propagandadır, yalandır” kampanyasının bilimsel cehâleti hakkındaydı.)

Medyanın o kutsal “görüşler dengesi” miti (ki aynı eşmantıkla sosyal bilime dayatılmaktadır), Osmanlı Ermenileri’nin tarihçiliğinde uluslararası planda olgu kabul edilen hususları “tartışmaya” çalışır – her Taner Akçam’a “denk” bir Şükrü Elekdağ tedavüle sokulmalıdır. İfade özgürlüğü adına, yahut AB süreci endişesiyle aşırı tepkileri eleştiren bir söylem “denge”ye katılabilir. Yine de asla tartışma konusu olmayacak olan, mesele milliyetçilik karşıtlığı olduğunda ortada bir “denge” filan olmadığıdır: Sabitfikirlerle inşa edilen ve tapınılan “kamuoyu”na kazınmış etnik önyargılarla (“millî hassasiyetler”) yüzleşilmeyecektir.

Tahakküme Karşı Bilimsel Eylem

Osmanlı Ermenileri hakkındaki tarihçilikte bilimsel tasalarla değil, politika alanındaki hâkim görüşlerden tedarik edilerek sürdürülen inkâr tavrı, bugün bilim insanlarıyla muhafazakâr çevreleri karşı karşıya getiren “bilinçli tasarım” tartışması ile karşılaştırılabilir. Henüz tam anlaşılamayan unsurları olsa bile bugün evrim sürecinin mekanizmalarının çoğu, pek çok tür için ifşa edilmiş ve açıklanmış durumdayken bu birikime “teori” deyip onu teolojik safsatayla aynı kefeye koymak isteyen çevreler, milliyetçi tepkiselliğe benzer bir mantık kullanıyorlar. Bir taraftan bilimsel tartışma retoriğini taklit eder görünürken, kendi “denk” teorilerinin meşruiyetini alanın dışındaki bir mecradan, vahye dayalı bir “gösterme” mantığı olan dinsel öğretilerinden alıyorlar. Elbette ki toplumsal tarih alanında gösterilebilen doğruların mahiyeti farklı, ama burada da, olan biteni açıklarken kullanılan argümanları alanın dışından, milliyetçi sabitfikirden içeri taşıyanlara karşı mücadele etmek gerekiyor.

Bunu söylemek, bilimsel üretimin politika alanından yalıtılmasını istemek değil, tersine, gayet de politik sebeplerle (mağdur edilenlerin susturulan öykülerini öne çıkarmak, adalet arayışında olmak, hatırlamak, demokratikleşme, vb.) sosyal bilimin muhalif özerkliğini savunmalı. Bourdieu’nün en parlak öğrencisi Loïc Wacquant’ın bir mülakatında söylediği gibi, sabitfikirin en iyi çözücüleri eleştirel düşünce ve bilimsel eylemdir.

Sabitfikir aşıklarının engellemek için her türlü düşmanca girişimi denedikleri Bilgi Üniversitesi’ndeki konferans, bu tarz doxa-çözücü kollektif bilimsel eylem açısından umut verici bir adımdı. Sosyal bilim alanındaki eyleyiciler, sadece kendilerinin üretim faaliyetini değil, bütün yurttaşları tâbiyet altına almakla tehdit eden baskıcı etnik ayrımcılığa karşı bu tarz dayanışmalarla, daha fazla, daha cüretkâr araştırmayla mücadele edebilirler. Bu çok cepheli mücadelede medyanın vasatlaştırıcı, 15 dakikalık şöhretinin albenisine kapılmak yerine habercilik alanına kendi kurallarını dayatmak için akademi içinde kuvvet biriktirmelidirler. Akademi alanından ahkâm teknisyenlerinin dışlanması, hayırlı bir başlangıç olacaktır.