Parçalanmış Zamanların İzinde

Nihayetinde toplumda yaşayan her grup ve grup aidiyeti etrafında kendi benliğini kurmaya çalışan her birey kendine ait bir zaman tasavvuruyla birlikte varlığını sürdürür. Bu zaman tasavvuru veya tahayyülü grup içi birlikteliğin ve dayanışmanın kurucu öğesi olarak işlev gösterdiği kadar öznenin kendi benliğini oluşturmasını ve bu benlik üzerinden yaşamla kendine has bir ilişki kurmasını da sağlar. Dahası ötekiyle ve orada-uzakta olanla kurulan her bağlanma ve ilişki edimi beraberinde paylaşılan veya ortaklaşılan bir zaman tahayyülünü ve bu tahayyül etrafında oluşmuş zamansal imajları gerektirir. Geçmişe, şimdiye ve geleceğe dair tahayyüllerde asgari bazı müştereklerin kurulmuş olması gerekir. Geçmişe, şimdiye ve geleceğe yönelik üretilen söylemler, imajlar ve duygulanım biçimleri grubu bir arada tuttuğu kadar grup içi kimlik oluşumuna ve öznelliğin kuruluşuna da destek olur. Bütün bu süreç şu meşhur “Hayatın anlamı nedir?” sorusuna verilmiş bazı cevaplara da mesken olur.

Dayanışmayı bu zamansal tahayyül sağlıyorsa, o vakit çatışma ve kavganın gerisinde de zamana, zamanın deneyimlenmesine ve tasavvur edilmesine dair bir kavga olsa gerek. Toplum olarak bahsettiğimiz birliktelik veya ayrışma biçimi homojen ve büyütülmüş/genişletilmiş küçük bir grup ütopyasının tersine daima çatışan, parçalanan ve yer değiştiren farklı gruplaşmaların birliktelik imkânlarından veya imkânsızlıklarından oluşur. Bu farklılaşma veya farklılaşmayı mümkün kılan ve var eden sınırlardan bir tanesi de grupların ve grup içi bireylerin zamana yönelik geliştirdikleri ve paylaştıkları zaman tahayyülüdür.

Farklılaşmış zamanları disipline etmeye veya yönetmeye çalışan siyasal erk ise kendi yönetim stratejisine uygun bir zaman anlatısı veya tahayyülü geliştirir. Bu bazen bilinçli siyasalarla bazen de iktidarın ortağı olan grupların iktidarı sürdürme ve daim kılma arzuları doğrultusunda şekillenen söylemlerin ve performansların bir etkisi ile oluşur. Dolayısıyla toplumsal grupların zamanı bazen iktidarın zamanı ile ortaklaşırken bazen de o zamanla tam bir zıtlık içinde çatışır ve kavgaya tutuşur. İktidarın meşruiyet sağlama ve kendini yeniden üretme stratejileri bağlamında kurmaya çalıştığı zaman tahayyülü içerisinde daha çok zafer, fetih, refah, ilerleme, gelişme ve büyüme gibi kavramlar kendine yer bulurken; muhalif kesimlerin zamanı bozulma, yozlaşma, gerileme ve çürüme gibi eleştirel bir zaman tahayyülünün izlerini taşır. Bazen kullanılan kavramlar ortaklaşsa bile bu kavramların etrafında kümelen diğer kavram setleriyle birlikte kurulan anlam adaları farklılaşır. İktidar adaleti getirdiğini ve refahı sağladığını iddia ederek bu kavramların taşıdıkları açıklığı iptal ederken; muhalifler bu kavramları asla tamamlanmayacak ve sürekli bir arayışa konu olacak bir anlam seti etrafında örer. İşin aslı iktidarın kullanıma soktuğu bütün kavramlar ontolojilerinde yer alan açıklığı kaybetmeye başlarlar. Nihayetinde, iktidar şiddetini ilk olarak kavramlar ve anlamlar üzerine gösterir.

Bu kısa yazıda, benim üzerinde durmak istediğim daha çok bu farklı zaman deneyimlerinin gündelik yaşamla olan ilişkisi. Zaman etrafında oluşan asimetri ve zamanın seyrine dair üretilen tahayyüller ve imajlar her grubun gündelik yaşamında farklı duygulanımlar ve bu duygulanımlara bağlı ifade ve performans biçimleri oluşturur. Zamanı nasıl algıladığımız ve deneyimlediğimiz kamusal ilişkilerimizden bireysel ve özel ilişkilerimize kadar birtakım etkiler ve kodlar üretir.

Türkiye örneğine baktığımızda deneyimlenmekte olan başka farklı zamanları şimdilik dışlayarak zamanın iki farklı deneyim biçimi üzerine düşünebiliriz. Bir tarafta iktidarın ve muktedirlerin zamanı, diğer tarafta ise kırılmış ve bastırılmış direnişler ve kamusallıklar üzerine kurulu muhaliflerin zamanı. Bu iki zaman bir soyutlamanın ötesinde gündelik yaşamın en kılcal damarlarına kadar sirayet eden ve oradan da hem grupların hem de bireylerin kendileriyle kurdukları benlik stratejilerine hükmeden bir çerçeveye işaret ediyor. Bu çerçeve psikolojik vaziyet üzerinde etki ürettiği kadar insanların kamusallaşma biçimlerini veya kamusallaşamama hallerini de inceden inceye işleyen bir durumu anlatıyor. Muhalefetin veya iktidar dışı grupların bu hali onların yaşadıkları ve deneyimledikleri zamanla ilişkili olarak bizlere birçok şeyi fısıldıyor. Bu zaman deneyimi mevcut nahoş ahvalden kaynaklandığı kadar bu ahvalin yarattığı kara deliğe teslim olmanın ataletinden de kaynaklanıyor. Yitirilmiş kamusallıklar ile kaybedilmiş ütopyalar ve umutlar yeniden ele geçirilmek isteniyorsa bunun en etkili yollarından bir tanesi de zamanla kurulan ilişkiyi yeniden ele almak ve deneyimlenen zamanın durağında bir mola vererek kayıp zamanın izini sürmek.  

Kendinden ve kibrinden emin bir şekilde bütün kamusal alanları kontrol ederek bir zafer ve fetih zamanı inşa etmeye çalışan muktedirler, kendi dışlarında kalan grupları çoğu durumda dikkate alınmayacak ve hatta gerekirse kurban edilecek varlıklar olarak görerek ortak asgari bir zamansallığın bütün imkânlarını da tüketiyorlar. Kendi mutlu zamanlarının fantastik zaferleri onları toplumun zamansal parçalanmışlığını görmekten alıkoyuyor. Bu hal, iktidarın kurmaya yeltendiği zamanı mutlaklaştırarak ve homojenleştirerek başka zamanların ayırdına varılmasını imkânsız kılıyor. Tam da bu imkânsızlık iktidarın ve muktedirlerin zamanının kısıtlılığını ve gelip geçiciliğini damgalıyor. Şüphesiz imgesel düzeyde sarhoşlukla kurulan bu fantezi zamanı Lacancı manada Gerçek’in kendisini en sonu hissettirmesiyle birlikte şoka uğrayacak ve kendi kısmiliğini anlayacaktır.

Zamanın ürettiği baskı ve duygulanımlar belki de en çok muhalifler tarafından deneyimleniyor. Muhalifler yorgunluk, bıkkınlık ve tekrarın tekrarından usanmış bir haleti ruhiye içinde inşa edemedikleri kamusallığın onların üzerine bir karabasan gibi çökerek kendi zamanlarını buharlaştırmasını deneyimliyorlar. Muhalifin zamanı iki defa parçalanmış durumda. Muhalif, ilk olarak topluma kayıtlı olan ve silinemez bir zamansal parçalanmışlığı deneyimler. İkinci olarak da kendi zamanını kuramadığı ölçüde kendi zamanının bizzat parçalanmışlığı içinde kalır. Onca şikâyet, onca keder ve dert bu zamansal sıkışmışlığın yansımalarından başka ne olabilir ki! Paolo Rossi’nin belirttiği üzere: “Derin bir bunalıma, kabul edilemez bir şimdiki zaman duygusu karşısındaki sıkıntıya, insani şeylerin yararsızlığı ya da önüne geçilemez bir felaket beklentisi ile tepki gösterilebilir. Ama aynı zamanda, bir büyük değişimler çağında yaşandığı izleniminin umuda yol açması da olasıdır…”[1] Zamanın seyrini tersine çevirme ve onu bir umut zamanı haline getirme ancak yitirilmiş ve kaybedilmiş kamusallığın yeniden inşasıyla imkân haline gelecek olan kamusal zamanların peşinde giderek mümkün olabilir.


[1] Paolo Rossi, Gemi Batıyor, Seyreden Yok, Dost Kitabevi, Ankara, 2002.