Burası, Agora Meyhanesi…

Uzay Yolu’ndaki “Işınla beni Scotty!” çok bilinen bir sözdür. Ben bu sözü 24 Haziran seçimlerine uyarlamak istiyorum. Scotty, bizi, CHP’li Mahmut Tanal’ın seçim çalışmalarını yürüttüğü Erzurum’a ışınlayacak. 24 Haziran’ın bir hafta öncesi ile sonrasına gidip geleceğiz.

Muhalefetin büyük başarı kazandığı 7 Haziran seçimlerinde, Erzurum’daki oy dağılımı şöyle olmuş: AKP, yüzde 52 ile birinci parti; MHP, 23 ile ikinci; HDP’nin oyu 18; CHP’ninki ise yüzde 2 küsur.

Erzurum’un bir köyünde yaşıyoruz. Seçim arifesi, köyümüze CHP’li bir milletvekili geliyor. Oyumuza talip. Aradan üç sene geçmiş. Bize bir hikâye anlatıyor. Yolsuzluktan, yoksulluktan bahsediyor, hukukun üstünlüğü, Saray’ın müsrifliği vs… Ve bütün bu anlatımı yaparken, tabii ki alabildiğine popülist bir dil kullanıyor. Ülkenin gidişatında yanlışlar var, tamam, milletvekili adayı da gelip bu konulara bizim dikkatimizi çekiyor.

24 Haziran’daki seçim sonuçlarına bakalım: Erdoğan, yüzde 72 oy alırken Muharrem İnce’ye on oyun biri gitmiş. Millet İttifakı ise, Erdoğan’dan 1,5 puan daha fazla alarak handiyse 74’ü yakalamış. Peki, bizim oyumuzu, muhalefet nasıl algılamış? Seçimden önce defalarca gelip oy istemişlerdi. Oysa, seçimden sonra görüyoruz ki, bu kof popülist söylemin yaldızları derhal dökülmeye başladı. Biz, bir anda “asıl sürünenler” olarak başımıza gelenlere “müstahak” olduğumuzu öğrendik. CHP’li vekil, kafamıza ne zaman dank edeceğini de söyledi: Yapılan yol ve köprüleri kemirip buzdolabı yalamaya başladığımızda.

Böylece, “Köylü milletin efendisidir”den bir anda “Orada bir köy var uzakta”ya geçmiş olduk. “Gitmesek de, görmesek de, o köy bizim köyümüzdür.” Buradaki “biz”, pek tabii ki, biz değiliz.

Tanal’ın sözlerini bir yana bırakıp milyonlarca kez izlenen bir sokak röportajına geçmek istiyorum. Bir muhabir, Üsküdar’da gidip halka mikrofon uzatıyor. Kısa boylu, başı sarıklı, sakallı bir adam, muhabirin “Kime oy vereceksiniz?” sorusunu yanıtlıyor. Bu arada, adamın epey aksanlı bir konuşması olduğunu görüyoruz. Aksan, doğal olarak, biz İstanbulluların fark ettiği bir şey. Mizahi bir değeri var -köye gelen kumpanyanın komedi oynaması gibi. Adamın AKP’ye oy vereceğini öğreniyoruz. Muhabir, “Neden?” diye soruyor. Adam da kendince verdiği oyun nedenini açıklıyor. “Çalışıyor,” diyor. Böylece, daha öncekilere “çalışmadılar” demiş oluyor. Ama konuştukça açılıyor. AKP’nin bir mucize olduğunu, Osmanlı’dan sonra gelseydi ülkenin zirvelere ulaşacağını söylüyor… Bilinmedik terane değil. Zirveden kastının da ne olduğunu bilmiyoruz. Ama ne olmadığına dair güçlü kanaatlerimiz var: Demokrasinin kurumsallaşması, sanat, gelir eşitliği, OECD endeksi, doğayı korumak, hayvan hakları, dünyanın en iyi üniversitelerinin açılması… Bunların hiçbiri değil. “Zirve”, büyük ihtimalle, “en güçlü” olmak manasına geliyor. Merdivenin basamaklarını bu şekilde tırmanınca, en güçlü de, üç kıtaya hükmeden Osmanlı oluyor.

“Yıllardır memleketi oyaladılar, bir çivi çakmadılar,” diyerek bazı yasaklar saymaya başlıyor: “Takke yasağı”, “eşarp yasağı”, “üniversitede başörtüsü”… Nasıl oyaladıklarını da anlatıyor: “Laiklik elden gidiyor, irtica geliyor…” Derken, tam o anda, tahminen elli yaşlarında bir kadın röportajın arasına giriyor. Adamın sözünü kesip, karşı argümanını söylüyor: “Sen önce dişlerini fırçala.”

Adam da, kadın da siyasetçi değil. Ama aslında siyaset yapıyorlar ve biz siyasetin bu şekline hayli aşinayız. Adam, belli, İstanbullu değil. İstanbul’a da kimbilir ne zaman gelmiş, hangi şartlar altında… Ama şu geçen on beş yılda onu çok mutlu eden gelişmeler olmuş. Köyde başladığı hayatını, öyle ya da böyle, büyükşehre taşımış. Bir şekilde intisap etmiş. Merkeze gelemediyse de çevreye tutunmuş. Bu yazdıklarım, doğrudan bu sakallı adamın gerçekleri olmayabilir. Ama bu aşamalardan geçmiş çok büyük bir kitle var. Elli sene önce köylülüğün nüfustaki oranı kaçtı; şimdi kaç?

Sarıklı adam, “Bak kızım,” diyerek, bir ilaç almak için beş saat beklediğini ama bu iktidar sayesinde, artık, gerekirse ambulansla gidip gelebildiğini söylüyor. “Daha önce niye yapmadılar?” Çok somut şikâyetleri var: Suların iki gün akıp beş gün kesilmesi, bulanık akması, evinin oraya çöplerin yığılması, bir ay beklemesi gibi -“Lağım içiyorduk,” diyor o sırada oradan geçen bir başka adam. Bu kadar somut olmayan bir şikâyetini daha anlatıp gidiyor: “Alçak Batı”, laikliğin elden gitmekte olduğu gibi sözlerle bu ülkeyi seksen sene oyalamış. Biz bunlarla oyalanırken teknolojik yeniliklerden uzağa düşmüşüz. Batı ise teknolojik ilerlemeye ağırlık verdiği için bizi geçmiş.

Bu sözlerin hepsini eleştirmek mümkün. Ama adamın “gerçekliği” bizimkinden çok farklı. Tunusbağı’nda oturuyormuş. Bir ay çöplerin toplanmadığını söylüyor. Bir ay değil de, bir hafta olsun. Üsküdar’ın arka sokaklarında yaşayan birinin, “kendini çöplükte yaşıyor hissetmesini” değiştirmez. Bu adam, yıllarca kendini değersiz hissetmiş. Şimdi, AKP iktidarında, ilk kez, değerli hissediyor. “Kendini değerli hissetmek” işin manevi boyutu ve sadece sözle yapılan bir şey değil. İlaç alırken, su içerken, elini yıkarken, abdest alırken, sokakta yürürken… “Değerli hissetmenin” maddi boyutları da var. Belki zamanında çevrilmiş bir gecekonduya tapu geldi, belki kentsel dönüşüm vurdu, belki başka bir şey. Ama mutlaka bir şeyler oldu. Daha önemlisi, hiç olmadıysa bile, birilerine oldu. Dolayısıyla, bir beklenti, bir umut var. Otuz sene önce Ataşehir’de bir dönüm arsaya kondurulan derme çatma bina, bugün bin asgari ücret ediyor. Mobilizasyonun hızı dehşetengiz. “Bir gün bize de vurur” beklentisi, üstüne ambulansla gelip sana ilaç yazan devlet. Bunlar daha önce görülmüş şeyler değil. Zaten adam da “Daha önce neden yapmadılar kızım?” diyor.

Peki, karşı mahallenin “gerçekliği” nasıl bu kadar farklı oluyor? Adamın bütün anlattıklarına verilen cevap: “Sen önce dişini fırçala.” Bu cümlede korkunç bir tahakküm var. Kendini değerli hisseden adama, aslında hiçbir şey olmadığı bildiren bir bakış var. Meşhur “Halk plajlara hücum edince vatandaş denize giremedi” sözünü doğrulayan, son derece nobran, sevimsiz, ama bir o kadar da çaresiz bir argüman bu. Çünkü argüman falan değil.

Murat Belge, kitabında, bu nobranlığın nereden geldiğine bakmış. “Popüler”, “popülist”, “pop müzik” gibi kelimelerin kökeninin Latince “halk” manasına gelen “popolum”dan geldiğini söyledikten sonra çarpıcı bir tespitte bulunuyor.

Batı Avrupa’da, Latince’den oluşmuş dillerde (Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi) ve ayrıca İngiltere’de bizim kullandığımız şekilde kullanılıyor. Almanca’da “halk” için “volk” kelimesi var ve “pop” kökü orada geçerli değil. O kökten gelen “Pöbel” Almanca’da “kuru kalabalık”, “sürü” gibi olumsuz anlamlar taşıyor. Bu, ilginç bir durum. Çünkü bizim “halk” dediğimiz bu kavram, geçmişe doğru gittikçe, Almanlar’ın “pöbel”den anladıkları şeye yaklaşır. Bizde de zamanında öyleydi; öyle olduğu içindir ki “halk plajlara hücum edince vatan denize girememişti”[1]

“Sokaktaki adam” bir konuda fikirlerini söylüyor. Bir şeyler yaşamış, şikâyet etmiş, beğenmiş, ne olmuşsa olmuş. Mikrofon uzatılmış, anlatıyor. Oradan geçen başka biri de o adam gibi düşünmüyor. Olabilir. O da kendi fikrini söyleyecek. Ama bunun için beklemeye tahammülü yok. Vatandaş çünkü o. İleri geri konuşan adama haddini bildirmeden geçip gitmeyecek. Sonra da evine gidip, siyaset yaptığını, bu ülkeyi savunduğunu düşünecek.

Fakat bizim agoradaki tartışmalar başkasına benzemez. Dişini fırçalamayan, yakasına broş takmayan, İstanbul lehçesinde konuşmayan, kısacası bizden olmayan bu agoraya giremez. Zaten agora isteyen yok, bize Serinofil Lokali gibi bir yer yeter.



[1] Murat Belge, “Popülizmin Arkeolojisi”, “Siz İsterseniz…” içinde, İletişim, İstanbul, 2018, s. 106.