Viva Alaçatı!

Mayıs ayının hemen başında, Avrupa’nın en çok turist çeken şehirlerinden biri olan Barselona’da, kısa bir tatil yaptık. Ezelden beri, mimariyle beraber büyümüş ve yaşamış olan kent, hemen herkesin malumu olduğu üzere, ’92 Olimpiyatları’na hazırlık aşamalarıyla beraber baştan aşağı –deyim yerindeyse- “elden geçmiş”. Sanayi tesisleri bütünüyle şehir dışına taşınmış, geçmişin bütün sanayi/liman kentleri gibi endüstriyel faaliyetlere ayrılan sahil şeridi plajlarla bezenmiş ve artık bunca çabadan sonrası; bizim de nihayet bir parçası olduğumuz turist istilası. Katalunya’nın başkenti; eşsiz mimari abideleri, sayısız samimi kafeleri ve elbette yedi düvele nam salmış futbol kulübü ile tastamam turizm çevresinde örgütlenmiş, kocaman bir Disney Land olma istikametine yönelmiş vaziyette. Bu tarif ve tespitin kulağa acımasız geldiğini sanıyorum. Ne var ki turizm, dinamik ve tüketici doğası gereği, tahrip gücü yüksek bir kuvvettir.

/

Bütün sokakları birbirinden cazip şehrin, tarihi El Born bölgesi ve ışıltılı kumsalları arasında kalan otantik Barceloneta mahallesinde, flâneur edaları takınmış iki turist çalımlarıyla gezinirken, memleketimizde Fransız balkonu dediğimiz dar balkonlardan birine iliştirilmiş bir pankart dikkatimi çekti. Hiç de buyur edici olmayan bu pankartın üzerinde “ Hoşgeldin Turist. Burada tatil evi kiralaman, bu mahallenin sosyo-kültürel dokusunu zedeliyor ve vurgunculuğa yol açıyor; mahalle sakinleri taşınmaya zorlanıyorlar. Sana iyi tatiller. ” yazıyordu. Bakışlarımı tekrar aşağı indirdiğimde ise, önlerinde bebek arabası olduğu halde yine aynı binadan çıkan genç bir Rus çift gördüm. Nazarımda turizm, tam da bu anın çağrıştırdıklarından ibarettir.

Tabii turizmin önayak olduğu dönüşümlerden mustarip olan yalnız Barceloneta ahalisi veya Akdeniz havzasının kadim kentleri değil. Türkiye’nin batısında, bilhassa seksenlerde yoğunlaşan ve ivmelenerek süren bir inşa hali var. Bu kıymetli rant sahalarından en günceli ise, magazin sayfalarının sükseli yıldızı Alaçatı. Bu kasabada olup bitenlerin en azından son safhasına yetişebildiğimden –ve hatta mütevazı bir aktörü olduğumdan- , turizm devinimi ve bu devinimin neticelerine dair bir takım gözlemler sunabileceğimi ümit ediyorum. Alaçatı’da olan, Alaçatı’da kalmasın.

Alaçatı’ya Turist Bakışı

Barselona ve Alaçatı’nın mukayese edilmesi elbette abesle iştigaldir. Barselona tarihi bir merkez, her şeye karşın halen koca bir kültür, kulübün meşhur şiarına ithafla söylersek; mes que un plat de paella[1]. Alaçatı ise kısa tarihinde üçüncü defa el değiştiren ufak bir istasyon sanki. Bir kısmı Boşnak olsa da, “yerli nüfus” büyük nispette Selanik ve Kavala mübadillerinden müteşekkildir. Alaçatı’yı var eden ise, buralar “Batı Anadolu” olmazdan evvel Ege medeniyetinin müsebbibi olan Rumlar. Kasabanın mazisi de 19.yy’dan öteye gitmiyor desek yeri. Mübadeleyle gelen Türk nüfus devlet eliyle buraya yerleştirilmiş ve bir miktar toprak sahibi de edilmiş. Alaçatı’ya göçmeye mecbur edilenlerden bir kısmı, Rum’dan kalan geniş taş evlere yerleşme olanağı da bulmuş (tabii bu evler zamanla mübadillerin yaşam tarzına göre bir takım tadilatlara uğrayarak amorflaşmış). Bugün kırklı yaşlarında olan pek az Alaçatılı’nın dedesi veya ninesi Alaçatı doğumlu herhalde.

Bu yeniden ve geçmişi katbekat aşan inşa faaliyetleri eliyle turizme arz edilen Alaçatı, her şeyden çok bir film stüdyosuna benzetilebilir. Bütünüyle “turist bakışı” için üretilmiş; bu manada bir western film kasabasını da andıran, maksada yönelik, işlevsel bir yerleşimden söz ediyoruz. İşçi Rumlardan, mübadil Türklere devrolunan ve en nihayetinde turizmin eline geçen bir kasabadır Alaçatı.

Turizm akınına uğrayan kozmopolit kentlerin kaderi, ekseriyetle turist bakışına yönelik tadillerle belirleniyor. Oysa Alaçatı, doğrudan ve neredeyse sıfırdan, bu bakışa yönelik yaratılmış bir turizm vahası. Bütün öğelerin turist bakışı için sıfırdan tasarlandığı bir uğrak (resort). Peki, bu bakış, kullandığımız bağlamda ne manaya geliyor?

...bakış göstergeler aracılığıyla oluşturulur ve turizm bu tür göstergelerin koleksiyonuyla ilgilidir. Örneğin turistler Paris’te öpüşen iki kişi gördüklerinde, baktıkları şey “değişmeyen, romantik Paris”tir; İngiltere’de küçük bir köy görüldüğünde, turistler “gerçek (mutlu) İngiltere”ye bakıyor olduklarını düşünürler.[2]

O halde turizm hareketliliği için öncelikle bir tür stereotipleştirme; mekânın ve zamanın, talep olan anlam ve bu anlamı sağlayacak göstergelerle doldurulması ihtiyacı hâsıl olur. Alaçatı, turist bakışının had safhada tatmini için yürürlüğe konmuş bir projedir. Kalbi bir türlü tam manasıyla Ege’de kalamayanların içine sinecek Ege rüyasının vücut bulmuş halidir. Turistin imgeleminde öyle olması gerektiğinden, handiyse bütün doğramalar mavi tonlarına boyandı. Butik oteller, eviniz kadar konforlu ve huzurlu. Turist fantezisinde Ege’yle özdeş olan zeytinyağlı yemekler, “anne mutfağında” nasılsa, tam da öyle sunuluyor şimdi[3]. Genç kadınlar İstanbul’daki arkadaşlarına Instagram ve Facebook kanalıyla nazire yapabilsinler diye, beyaz badanalı duvarlardan mis kokulu begonviller dökülüyor. Kahvaltı sofralarını envaı çeşit ev yapımı reçeller, köylüden temin edilen katkısız peynirler, domates gibi kokan organik domatesler dolduruyor. Gelenek, adil ticaret, ekolojik tarım… Turist bakışının aradığı bütün romantik Ege göstergeleri, Alaçatı’da eksiksiz olarak mevcuttur desek yeri.

Böylelikle “ideal” ve aynı zamanda “gerçek” bir Ege kasabasından, neredeyse kusursuz bir turistik tatminden söz etmiş oluyoruz. Ne var ki turizm, ancak karşıtı olan düzenli çalışmanın varlığı ile mümkün olabilir. Dolayısıyla turistlik sürdürülebilir bir hal olmadığı gibi, turizmin koşullarından biri de hazzın asla tatmin edilememesi; böylelikle turist olma durumuna dair arzuların yeniden üretilebilmesidir. Tatilin; kısacık la dolce vita ’nın sona ermesiyle beraber çalışanlar yeniden ofislerine kapanacaklar, o güneşli mevsimin havailiğini özleyerek ve yeniden o harikulade tecrübeyi tadabilmek motivasyonuyla rutini sürdüreceklerdir. Çalışma mecburiyeti hasebiyle hazzın (mütemadiyen) ertelenmesi; turizmin muhtelif arzu nesneleri olan Paris, Barselona veya Alaçatı’ya dair fantezileri; dolayısıyla bütün turizm hareketliliğini ve tatil kavramını mümkün kılan yegâne unsur.

Eski ve Yeni Yerliler

Alaçatı’yı büyük ve aynı zamanda turistik kentlerden ayıran bir başka hadise ise yerellerin vaziyeti. Örneğin Venedikliler, kentlerindeki turizm tahribatından, büyük gemilerin durağı olmaktan usanmış vaziyetteler. Oysa Alaçatı’nın turizm öncesi sakinleri mevcut durumdan neredeyse hiç şikâyetçi değiller. Alaçatı köy merkezindeki evlerini satanlar, büyük nispette Petekler Mahallesi’ne taşınırlar. Petekler ile Alaçatı’yı, Belediye’nin de önünden geçen işlek yol ayırır. Orada da müstakil evler var tabii ama bunlar yazlık mantığıyla inşa edilmiş betonarme; ısı yalıtımı, tesisatı zayıf yapılardır. Aslında Alaçatı’daki demografik dönüşüm de bir nevi gentrifikasyon çalışması. Ancak bu sefer iş devlet kurumlarının doğrudan müdahalesi ile yürümüyor. Turizm sermayesi Alaçatı içerisindeki evleri satın alıp köyü mutenalaştırıyor. Akabinde, Alaçatılı mülkünü satarak elde ettiği parayı, yolun karşısından yazlık-ev almak için turizm sermayesine geri ödüyor. Önceleri köy içerisinde büyük bir evde yaşayan geniş aile, “dolaylı mülk takası” ile beraber Petekler Mahallesi’nden iki küçük ev alarak bölünüyor ve bunu kazanç olarak görüyor.

/

Gençlerin çoğu da durumdan epey memnun esasen… Sadece televizyonda görebildikleri bronz teni ve pırıl pırıl dişleri ışıldayan genç şarkıcı, artık kapılarının önünden yürüyerek geçiyor. Televizyondan aşina oldukları şöhretlerle fotoğraf çektirme şansları bile var! Hem Bodrum ve Marmaris gibi daha kozmopolit turizm merkezlerinin aksine, ekmek parasının peşinden Alaçatı’ya gelen Kürt nüfus da pek az. Prestijli mekanlarda ya İstanbul’dan hususi nakledilen tecrübeli personel, ya da Alaçatı’nın, iş ilanlarının klişe jargonuyla söyleyecek olursak; “prezantabl, diksiyonu düzgün” gençleri istihdam ediliyor. Kürtlerin ucuz emeği sadece inşaat işlerinde geçer akçe. Bu vaziyette Alaçatılılar da “niteliksiz yabancılar gelip ekmeğimizi elimizden aldı” minvalinde göçmen karşıtı, ırkçı hezeyana kapılmamış oluyorlar.

Bu yaz itibarı ile revaçta olan Hacı Memiş Mahallesi ise halen yerlilerin ağırlıkta olduğu nadir köşelerden. Burası –turizmin bir film seti gibi kurduğu Kemal Paşa Caddesi’nin aksine- yerleşimin yoğun ve kesintisiz sürdüğü bir yer. Birkaç yıl evvel mahalledeki toplam esnaf sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadardı ve Çeşme ziyaretçilerinin pek azı bu mahallenin farkında idi. 2013 Haziranı’nda, Hacı Memiş’te de nihayet dikkat çekici bir hareketlilik olduğunu gördüm. Bütün binaların dış cepheleri tadilata uğramış, giriş katlarına da ya bir butik ya da bir restoran açılmıştı. Kemal Paşa Caddesi ile halen boy ölçüşemeyecek kadar da olsa, ciddi bir kalabalık akıyor artık buradan.

Hacı Memiş Mahallesi’nin aşağılarında ufak, serin bir meydan vardır. Burada, daha ziyade ihtiyarların gelen geçeni izlediği iki kahve yer alırdı. Bugün bu iki kahveden biri meyhane, diğeri ise şık bir restoran... İhtiyarlar ise meydanın tenha köşesinde, hâlihazırda satılık olan bir taş binanın gölgesine sığınmış haldeler. Bu güzel bina da el değiştirdikten sonra, küçük meydanda Alaçatılı’nın hiçbir alanı kalmamış olacak. Tükenme tehlikesi ile karşı karşıya bir canlı türünden bahsediyormuşum gibi, farkındayım. Durumun vahametini sergilemesi açısından, kahvelerin bitişiğindeki muhtarlığın bile uzak bir noktaya taşındığını, kıymetli yerine ise bir restoran açıldığını belirtmek sanırım kâfi gelecektir. Bu çarpıcı (fakat müstesna olmayan) dönüşümü, yerlilerin deneyimlediği halet-i ruhiyeyi nasıl kavramalıyız?

Bir mahalle, kasaba veya bölgenin “mekanları”, yerel insanların artık o yeri kendi mekanları/yerleri hissedemeyecekleri ölçüde turistler tarafından doldurulur. Pek çok turist, görsel olarak mekanı kendilerine mal ederek ve yerel insanlara mekanlarını yitirdikleri duygusu yaşatarak geçip gider. Ziyaretçilere “ötekiler” gözüyle bakılır. Ancak bazı yerlerin sadece ziyaretçilerden dolayı var olduğu kabul edilmelidir...Bir anlamda ziyaretçiler orada yaşayanlar kadar “gerçek” yöre insanlarıdır.[4]

Alaçatı için “film platosu” metaforunu kullanmak burada mazide ve halen bir yerel nüfus barındığının inkârı anlamına gelmez. Fakat Alaçatılılar sahip oldukları özel veya kamusal mekânları, belki on sene önce tek tük gördükleri hevesli ziyaretçilere teslim etmeye devam ediyorlar. Doğrusu, ziyaretçilerin “öteki” pozisyonu hayli kısa sürdü. Hızla parlayan ve büyüyen Alaçatı’da, evinin önüne iki sandalye atıp neşeli kalabalıkları izleyen mübadiller ve Bugünün Alaçatısı’nı var eden ziyaretçiler aynı nispette “gerçek” yöre insanı. Yöre insanı kümesinin eksik tek halkası ise, burayı çok önce terk etmek mecburiyetinde kalmış olan Rumlar.

Hangi Alaçatı?

Geçen yaz sanırım, sohbet ettiğimiz, boyunlarından siyah gövdeli Nikon kameralar sarkan bir çift, bu şirin balıkçı kasabasının artık bambaşka ve turistik bir beldeye dönüşmüş olmasından üzüntüyle bahsettiler. Bugün Alaçatı dediğimiz alan, esasen on dokuzuncu asrın ortalarında, yakınlarında ticaret limanı kurularak iskâna açılmış. Antik Yunan şehirlerinden biri değil. Etrafı tellerle çevrilmiş bir amfi tiyatro da yok buralarda. Zaten ismi de rastgele türetilmiş gibi duran bir bileşik kelime; Ala-Çatı. Üstelik denize de mesafeli. Kentli orta ve üst sınıfların hayallerinde kurguladıkları, günün birinde medeniyetten vazgeçip yerleşecekleri o meçhul ve masum balıkçı kasabası olmamış hiç. Urry bu tip romantik tasalar için

Kitle turizminin sonuçlarına yönelik kaygı esas olarak bir “orta sınıf” endişesidir (diğer pek çok çevre kaygısı gibi).[5]

diyor. Doğrusu, mevzu bahis turizm olunca bu tip kaygıların fazla naif ve beyhude olduğunu düşünüyorum. Aynı endişeli ve romantik çiftin yolunu Alaçatı’ya düşüren; onların romantik ve aktüel Alaçatı algısını mümkün kılan da kitle turizminin mevcut olanak ve sonuçları. Maksadım orta sınıf endişelerini yargılamak değil. Sadece, Alaçatı’ya yönelik romantik eleştirilerin de yine turizmin mana âleminde cereyan ettiğini kaydetmek isterim. Bugün Alaçatı’yı paketleyip sunan, romantik bakışı Alaçatı’nın bir vakitler ıssız bir balıkçı kasabası olduğuna ikna eden; hatta anti-Alaçatı bir tatil tarzını olanaklı kılan da turizm devinimi. Bunların hiçbiri, turizm dışı bir tercih değil esasen.

Üstelik ben Alaçatı’yı talihli addediyorum. Sermayenin görüş alanına giren her yeri bekleyen akıbet, posası çıkarılana kadar tüketilmek. Bütün güzel manzaralar (tabii insan gözü onlara erişip artık orası bir "manzara" olduktan sonra) eninde sonunda turizmin hırsına kurban gidiyor. Öte yandan, Alaçatı’nın kısmeti tam da bu noktada sökün ediyor; ne mühim bir mazisi, ne de etkileyici bir doğal güzelliği olan kasaba turizm sayesinde harika bir peyzaja ve romantik Ege kasabası görünümüne kavuşuyor. Meseleye buradan yaklaştığımızda, Alaçatı’nın hikâyesi, tahrip edilmiş bir yeryüzü cennetinin trajedisinden ziyade, Las Vegas timsali, çölün ortasına kurulmuş bir turizm vahasının macerasıdır. Batı Anadolu’daki çoğu bahtsız kasaba, sayısız cennet koy ise, önce birkaç küçük pansiyon, peşinden alles inklusive konaklama sunan bol yıldızlı oteller ve nihayet kooperatif yazlık siteleri maharetiyle ziyan edilmiş vaziyette.

Çerçeveyi böyle belirledikten sonra, Alaçatı’yı veya herhangi bir tekil örneği aşarak nihayet daha temel bir soruya ulaşabildiğimizi umut ediyorum; hapsolduğumuz çalışma - izin sarmalı içerisinde, alternatif bir turizm anlayışı, sahiden mümkün mü?


[1] FC Barselona Katalan kimliğinin popüler alandaki temsiliyetini de üstlendiğinden, en yaygın sloganı “Bir kulüpten daha fazlası” anlamına gelen, mes que un club’tır. Paella ise her turistin en az bir defa tattığı, bulamaç halinde bir pirinç yemeğidir.

[2] Urry, John. Mekanları Tüketmek. 1. Baskı. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1999. s. 182

[3] Evinizdeki rahatlığa ve annenizin yemeklerine özlem duyuyorsanız, neden tatile çıktığınız ise başka bir soru.

[4] A.g.e., s. 227

[5] A.g.e., s. 184