İnsanın İnsaniyetsizliği

“Hiçbir hayvan züppe olamaz.”

“İnsan, hayvanın ölümcül hastalığıdır.”

Alexandre Kojeve

“Kutbun yakınlarında bulunan, hâlâ insan olarak adlandırılan ve biraz daha biçimsizleşmesi halinde bu ismi yitirmesi eli kulağında olan bu sadece dört ayak yüksekliğindeki biçimsiz iki ayaklının, yitmekte olan bir türün görüntüsü olmadığını kim söyleyebilir ki?

Diderot

“Kimse felsefi düşüncelere dalmadan, simge ve benzetmelere kapılmadan ve evrenin domuz gibi çığlık attığını duymadan, uzun süre durup (hayvanların boğazlanmasını) izleyemez.”

                                                                          Upton Sinclair

“Hakiki bir erdem yaşayan tüm canlıların akrabalığı anlayışını temel almalıdır.”

Cornelius Cardew

İnsanları başlıkta dünya ve insan olmayan canlılar karşısında egemenlik ve tahakkümü temsil ve icra ettiği, düşünceyi bu temelde belirleyip ilan ettiği için bilinçli olarak başa ve öne aldım. Walter Benjamin modern insanın doğayla kurduğu ilişkinin insanın doğa üzerindeki hâkimiyeti için var edilmiş anlamında kullanılmasa da tamamen teknik olduğunu özellikle belirtmesi de bu egemenlik ve tahakkümle ilgilidir  (akt. Giorgio Agamben, Açıklık, İnsan ve Hayvan, çev. Meryem Mine Çilingiroğlu, YKY, 3. Baskı, Mart 2015).

Teknik ilişkinin temel özelliği ise karşıdakini çoğunlukla nesneleştirerek tartışması, olay ve olguları normalleştirip kabul edilebilir hale getirmesi kadar bunu bir ilericilik olarak benimseyip önerebilmesi ve bunun karşısında insan olmayan canlıları yargılayıp cezalandırabilmesidir. Kurulan teknik ilişki ve yorum insanın hem insana, hem doğaya hükmetmesinin sonuçlarından biri olmadan önce bu hükmetmeyi kolaylaştırıyor ve kural haline getiriyor olmasından dolayı da önemli ve tartışılması gereken bir sorundur. 

Bu teknik bakış ve kavrayışı artık insanı da tehdit eden eski, yani Ortaçağ’a kadar giden ve çoktan kalıcılaşmış bir insaniyetsizlik biçimi olarak alabilir ve anlayabiliriz. Dünya bu insaniyetsizliğin egemenliği, tahakkümü ve yargılaması altındadır. Bu durum ya da gelişme bir zaman sonra özellikle felsefeyi -başka disiplinlerle arasında gittikçe açılan mesafeye de bağlı olarak- doğrudan ve tamamen aklın ve tabii tekniğin, doğal olarak otoritenin alanında kalan bir şey haline de getirmiş ya da buna yol açmıştır.

Bu noktada Giorgio Agamben’in insanlarla insan olmayan canlılar arasındaki tek sorunun ve farkın sonradan öğrenilen ya da kazanılan “doğuştan gelen ve doğal bir veri olmayan” ama “insani olana ilişkin en belirgin işaret halini alan” dil olduğunu belirtmesi de büyük ölçüde ve daha çok bununla, yani egemenlikle ve onun sonuçları ile ilgilidir. Çünkü dil insan olmayan canlıların taraf olarak olmadığı/bulunmadığı ya da alınmadığı, bu yüzden de insanın belirlediği ve kendini konuşturduğu, ifade ettiği ve bunu egemenlik biçimi alanı haline getirdiği tek alan ve biçimdir. 

Bu yüzden Giorgio Agamben’in bu sözlerini dünya karşısında insanlığın insanlığını tekrar geri kazanması tartışmasıyla birlikte düşünmek, hatta insanlığından daha da olma halini biraz da bu dille açıklamak ve ilişkilendirmek zorundayız. Üstelik dil nerdeyse ve tamamen yazının tarafına geçince durumun daha da vahimleştiğini felsefenin dünyayı tartışmaktan çok razı etmeye ve bunun felsefesini yapmaya ve tekniğini tartışmaya yöneldiğini söyleyebiliriz. Kaldı ki böylesi bir dil büyük ölçüde otoritenin dili olmaya da baştan eğilimlidir.

Giorgio Agamben’in Filozof ve Yoksulları’nda felsefenin düzeni için “ayıklama ve kısıtlama düzenidir istidat değil” demesini de yine felsefenin aşıp aşmayacağı tartışmalı bir sorunu olarak kabul etmek zorundayız (çev. Aziz Ufuk Kılıç, Metis, 2009). Bu aynı zamanda felsefeyle gelişme/istidat arasındaki mesafeyi ve bunu doğurabileceği sorunları açıklamaya ve belirtmeye çalışmaktadır diyebiliriz.

Bu noktada felsefe, kendi içindeki bölümlemeleri ve bunların kendi arasındaki tartışmalarını saymazsak büyük ölçüde insan-merkezlidir ve dünyayı bu temelde açıklamak ve onaylamak eğilimindedir. Hatta böylelikle bir zaman sonra akademizmin de baskısı ve desteğiyle her türden konu ve sorunun teknik bir tartışmaya dönüşmesi mümkündür. Biz bunun en vahim ve somut karşılığını dünyadaki Elias Canetti, Hannah Arendt, Günther Anders, Giorgio Agamben, Peter Ringer, John Berger, 0xana Timofeeva, Carol J. Adams gibi önemli örneklere ve onların geliştirmeye çalıştıkları düşüncelere rağmen insan-merkezliliğinin önce insan sonra insan olmayan canlılara dönük tavrında buluyoruz.

Bu yüzden tarih boyunca insanları hayatta tutan ama yaşamasına izin vermeyen hapishane, hastane, kamp gibi kapatılma mekânları tartışılırken barınaklar ve orada yaşamaya, yani hayatta kalmaya çalışan insan olmayan canlılar insan-merkezliliğinin sonucu olarak bu tartışmanın dışında kalmıştır/tutulmuştur. Aynı şekilde şehrin asıl ahalileri periferiye sürülürken onlardan önce sürülmüş olan insan olmayan canlılar söz konusu bile edilmemiştir. John Berger bile bugünün dünyasının tam bir hapishane ve orada yaşayanların hapishane arkadaşı olduğunu söylerken insan olmayan canlıları anma gereği duymamıştır. Hatta bu yüzden Elias Canetti, Giorgio Agamben, John Berger gibi yazar ve düşünürler bir zaman sonra bu eksikliklerinden dolayı insan olmayan canlılar, özellikle hayvanlar için ciddi parantezler açmak, yani yazmak zorunda kalmışlardır.

Şu biliniyor:  Uygarlık ve onun modernizmi, post-modernizmi insan olmayan canlıların doğal alanlarını adım adım işgal ettiği ve onlara yaşayacak bir dünya bırakmadığı için bugün sokak kedilerinden ve köpeklerinden ve şehre dahil olmuş yaban hayvanlarından söz edebiliyoruz. Bu dediğimiz insanın insana da, insan olmayan canlılara da yeten zulmü karşısında diyecek pek bir şey bulamamış olması mümkün Zeynep Direk gibi felsefeciler için insanla insan olmayan canlılar arasında geçen ve insanın aleyhine sonuçlanan tekten örnekler karşısında bile  “önlem”  alma arzusunun asıl kışkırtıcısı olabiliyor. 

Zeynep Direk Kayseri’nin Hacılar ilçesinde yaşanan acı olay karşısında “Eğer bir hayvan vahşileşmişse ve başka evcil hayvanların ve insanların hayatına zarar verme ihtimali varsa, onun bunu yapmasına engel olmak gerekir. Birlikte yaşadığımız başka hayvanları korumak adına, doğal güdüleriyle şiddet davranışı gösteren hayvanların haklarının ihlal edilmesi zorunluluk haline gelebilir. Sonuç olarak, intikam almadan vahşileşmiş hayvanların yol açtıkları tehlikelere karşı önlem almak insan sorumluluğudur” (Gazeteduvar, Forum, 14 Ocak 2018) diyebiliyor.

Oysa önlemden kastının ne olduğu hem insana hem de insan olmayan canlılara yönelik tarih boyunca dünyanın başvurduklarından büyük ölçüde biliniyor. Bu da hepsinin yerinden yurdun edilmesi, yani sürülmesi ya da barınaklara, kapmalara kapatılarak Giorgio Agamben’in ne öldür ne de yaşat diye açıkladığı hayatta tutmak ya da mahkemeye çıkarıp yargılayıp cezalandırmak, olmadı linç etmektir. Kaldı ki linç kültürü içinde özellikle hayvanlara yönelik cezalandırmanın insanlara yönelik linç kadar yer kapladığını tarihten ve bugünden biliyoruz.

Onunla da bitmiyor, Ece Ayhan’ın söylediği bir şey vardır: “Tarihe bakarsanız anlarsınız!” “Uygarlığın ilk günlerinde ve Ortaçağ boyunca hayvanlar insanlar gibi görüldü; çeşitli suçlarla suçlandılar, bu suçlarla yargılandılar, suçlu bulundular ve gerektiği biçimde cezalandırıldılar” (George Ryley Scott, İşkencenin Tarihi, Hayvanlara Yapılan İşkenceler, çev. Hamide Doğukan, Dost, 2001). Bu tür cezalandırmaların en önemlilerinden birisi 1557’de Fransa’da bir çocuğu yemekten suçlu bulunan domuzun diri diri yakılmaya mahkûm edilmesidir. Aynı dönemde itiraf ettirmek için hayvanlara işkence yapıp, inilti ve bağırtılarını suçu kabul etmeleri olarak görülmesi oldukça yaygın bir durumdur. Yine aynı şekilde 1457’de bir domuz beş yaşındaki bir çocuğu öldürmekten asılmış, 1474’de Basel’de bir horoz, “yumurtanın üstüne oturmak gibi tuhaf bir suç” işlemekten kazığa bağlanıp yakılmıştır. (örnekler için bkz. İşkencenin Tarihi).

Başka ve vahim bir örnek olarak binlerce göçmenin denizlerde ölmesi ve buna izin verilmesi, insan olmayan canlıların bulunduğu yerde öldürülmesi yukarıda sözünü ettiğimiz hayatta tutmanın kendini her zaman şiddete ve öldürmeye açık tuttuğunun da açıklaması oluyor. Bunlara bakarak insan-merkezci Zeynep Direk’in “engel olma” ve “haklarının ihlal edilmesi” dediği -bu ikisi insanın dünya üstündeki tahakkümünü ve tek dönüştürücü olmasını onaylamaktan ve istemekten başka bir anlama gelmiyor- şeyin pratikteki karşılığının ne olduğunu da bilmekte ve anlamakta zorluk çekmeyebiliriz.

Yanı sıra bunlar büyük ölçüde ötekini yok etme gibi bir hakkı baştan kabul eden ve bunu kendinde gören bir anlayışın en ağır sonuçlarından biridir. Bu noktada Carol J. Adams’ın erkekliğin yeniden inşası olarak kabul ettiği şeyi, ne yazık ki erillik biçimi olarak söz konusu felsefecinin kadınlığının yeniden inşası olarak da kabul edebiliriz (Etin Cinsel Politikası, çev. G. Tezcan ve M. E. Boyacıoğlu, Ayrıntı, 2013).

Buraya kadar belirtilenler insanın ve otoritenin her bir şeye yönelen zulmü, Burcu Aktaş’ın “Bir ayı mı yoksa insan mı vahşidir?” sorusuna insanın vahşi olduğu yanıtını vermemizi kesinlikle kolaylaştırır (Burcu Aktaş’la görüşme, Likya Bademci, Diken, 18 Kasım 2018). Tam da burada Alaxendre Kojeve’nin “İnsanın tarihin sonunda yok olması kozmik bir yıkım değildir: Doğal dünya ezelden beri olduğu gibi kalır. Bu, biyolojik bir yıkım da değildir: İnsan; Doğa ve verilmiş Mevcudiyet ile uyum içinde bulunun bir hayvan olarak hayatta kalır,” demiş olması da hem felsefe hem de felsefeci için bir anlam ifade etmiş olmayacaktır. (akt. Giorgio Agamben, Açıklık, İnsan ve Hayvan). Carol J. Adams Etin Cinsel Politikası’nda erkekliğin kadın ve hayvanları nesneleştirmesini “kayıp gönderge” kavramıyla açıklar bundan Zeynep Direk habersiz olmalıdır ki, bir kadın olarak insan olmayan canlılara yönelik tam bir erillik ve mutlak egemenlikle önlem alınması ve haklarının ihlal edilmesi çağrısı yapabilmektedir.

Sonuç olarak felsefenin de, başka disiplinlerin de insanın insaniyetliği ve böyle bir dünya arzusu ve birlikte yaşama için Greg Garrard’ın “daha iyi ve daha az insan-merkezci olan metaforlara ihtiyacımız var” deyişini tartışmaya ve bunun insan ve insan olmayan canlıların birlikte yaşamasına dönüşecek öneri ve arzulara, ve Codrnelius Cardew’in sözünü ettiği gibi yaşayan tüm canlıların evrensel akrabalığını tanımaya ihtiyaç var (Ekoeleştiri, çev. Ertuğrul Genç, Kolektif, Nisan 2016).