Richard J. Bernstein ile Söyleşi: Şiddetin Düşünsel Yaşamı

Brad Evans, şiddetin tezahürleri ve nedenleri üzerine düşünürlerle yaptığı söyleşi dizisine Richard J. Bernstein ile devam ediyor. Türkçede Radikal Kötülük (çev. Nil Erdoğan) kitabıyla bilinen ve son kitabı Violence: Thinking Without Bannisters’ı kısa süre önce yayımlayan Bernstein, New School’da felsefe profesörü olarak çalışıyor.

Bu diziden daha önce Gayatri Spivak (“Hukuk Adaletten Şaştığında”, https://goo.gl/mx2hUV), Simon Critchley (“Şiddet Tiyatrosu”, https://goo.gl/nNrHJG) ve Henry Giroux (“Unutmanın Şiddeti”, https://bit.ly/2RTFrEW) ile yapılan söyleşiler de dilimize çevrildi -U.Ö.

*** 

Brad Evans: Çalışmalarınızın hatırı sayılır bir kısmı şiddetin fiziksel boyutlarından daha ziyade uzun uzadıya düşünsel boyutlarına odaklanıyor. Buna Siyah Yaşamlar Değerlidir ve Dakota Boru Hattı Karşıtı Hareket gibi yapısal şiddete maruz kalanlar da dahil. Neden?

Richard J. Bernstein: Bu gruplar önemli; çünkü yapısal şiddetin eleştirisini yapmaya kalkıştığınızda, çoğu zaman ilk bakışta görülemeyen ama aslında tam da karşı karşıya olduğunuz güçlüklere kafa tutan gruplar bunlar.

Sorunuzda üstü örtük olarak duran bir öğeyi ele alarak başlamama müsaade edin. Yapısal şiddet de dahil olmak üzere şiddet hususunda her ağzımızı açtığımızda tarihsel bağlam konusunda tetikte olmamız gerektiğini düşünüyorum. Çoğunlukla fiziksel zararı ve/veya öldürmeyi şiddete ilişkin yegâne paradigmaymış gibi ele alıyoruz. Gelgelelim, bu yaklaşım bizi aşağılama ve eziyet de dahil olmak üzere şiddetin başka biçimleri karşısında kör bırakıyor.

Oysaki çok daha önemli bir husus var: Tarihin bir döneminde şiddet olarak görülmeyen ama bir başka döneminde şiddet olarak değerlendirilmesi gereken davranış biçimleri. Klasik bir örnek vereyim. Çoğu insan Franz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri eserini devrimci şiddetin övgüsü olarak yorumlar. Bense bunun yanıltıcı bir yorum olduğunu düşünüyorum. Kitabın asıl hedefi, söz konusu mücadelelerin direndiği sömürgeci şiddetin keskin vahşetini gözler önüne sermektir. Tarihin uzunca bir dönemi boyunca sömürgecilik, yerli halkların medenileştirilmesinin “meşru” yolu olarak görüldü. Şiddet de sömürgeci imparatorluklar tarafından tanımlandığı biçimiyle bir nizam ve intizam aracı olarak “meşru” görüldü.

Bugünse Fanon’un eserleri ve başka post-kolonyal çalışmalar sayesinde sömürgeci şiddetin bütün dehşeti gözler önüne serilmiş halde. Buna benzer bir şeyi, kadınlara yönelik istismar konusunda bir zamanlar makul görülen ama artık şiddet biçimi olarak değerlendirilen davranışlar için de söyleyebiliriz. İnsanların şiddetin yeni ve örtük biçimlerinin farkında olması ve dolayısıyla bu şiddete karşı durması için her daim bir politik mücadele yürütülmüştür.

Siyah Yaşamlar Değerlidir ve Dakota Boru Hattı Karşıtı Hareket gibi mücadelelerin en önemli yanı, insanları tam da şiddetle ilişkili konularda politikleştirmektir. Amerika Birleşik Devletleri’nde “ırk sorunu”nun teşhisi ve tedavisinde sivil haklar hareketi ve siyahi bir başkan seçilmesi sayesinde önemli bir yol kat edildiği gibi giderek yaygınlaşan bir mit var. Aslında gerçek durum şu: Afro-Amerikalılar uzunca bir süredir şiddetin hem örtük hem de görünür her biçimine maruz kaldılar ve bu şiddet zerre kadar azalmış değil. Dahası, beyazların Yerli Amerikan halklarına uyguladığı yapısal şiddet Amerikan politikasının değişmez bir özelliği haline geldi.

Yeni şiddet biçimlerini ifşa edip bunlara kafa tutacak yeni politik hareketlerin ne zaman su yüzüne çıkacağı asla önceden tahmin edilemez; ancak şunu üstüne basa basa söylemek istiyorum: Şiddetin görünür kılınması ve ona direnmek söz konusu olduğunda, politik mücadele (başarısız olduğunda bile) vazgeçilemezdir.

B.E.: Özellikle tahakküm ve şiddet üzerine düşünmek bakımından şüphesiz ki halen çok büyük bir entelektüel borcumuz olan Hannah Arendt’i bizzat tanıyordunuz. Sizce bugünün dünyasını görseydi ne düşünürdü?

R.B.: Evet, kendisiyle 1972’de tanıştım ve üç yıl sonraki vefatına kadar da ciddi bir entelektüel alışverişimiz oldu. O zamandan beri de düşüncesiyle hemhal olmaya devam ediyorum. Hiç şüphe yok ki, eğer ömrü vefa etseydi Birleşik Devletler’de ve bugün dünyanın dört bir yanında olup bitenler onu dehşete düşürürdü. Bu dünyanın, onun modern çağın politik açıdan yozlaştırılmış toplumsal eğilimlerine ve felaketlerine dair en berbat korkularını doğruladığını görürdü.

Arendt, karanlık zamanlardan söz ettiğinde yalnızca totalitarizmin korkunçluklarına gönderme yapmıyordu. Men in Dark Times adını taşıyan kitabında şöyle demişti: “Eğer kamusal alanın işlevi insanların kim olduklarını ve ne yapabildiklerini, iyisiyle kötüsüyle, hem sözde hem de özde gösterebildikleri bir görünüşler uzamı sağlayarak, yapıp ettiklerine ışık tutmaksa, o zaman bu ışık, ‘güvensizlik’ ve ‘derin devlet’ sayesinde var olanı açığa çıkarmak yerine halının altına süpüren bir söz kurularak, eski hakikatleri yaşatma kisvesi altında her türlü hakikati manasız entipüftenlik derekesine düşüren ahlâki ve diğer türlü tembihlerle söndürüldüğünde karanlık çöker.” Bu ifadeyi kaleme aldığında takvimler 1968’i gösterse de, bunun günümüzle son derece yakından ilişkili olduğunu düşünüyorum.

Gelgelelim, Arendt’in bir de öteki yanı vardı. Kaderi ve tarihsel zorunluluğu merkezine alan her türden iddiayı reddetti; “doğuş” adını verdiği yeni politik başlangıçların olanaklılığına vurgu yaptı. İnsanların bir araya gelebileceğine, birlikte tartışıp harekete geçebilecekleri bir kamusal alanın yaratılabileceğine ve tarihin akışının değiştirilebileceğine olan inancını hiç kaybetmedi.

İşte tam da bu yüzden şiddete dair kavramsal bir yaklaşıma sahip olmak çok önemli. Arendt, iktidar ile şiddetin yanı sıra kurtuluş [liberty] ile zorunluluk [necessity] arasında da keskin bir ayrım yapmıştı.

Bu ne anlama geliyor? Onun sözdağarında iktidar ve şiddet birbirine taban taban zıttır. Bu yaklaşım ilk bakışta paradoksal gibi görünüyor. Tabii, iktidarı geleneksel biçimiyle, yani birinin bir başkası üstünde güç uygulaması ya da yöneten ve yönetilen şeklinde düşünürsek bu iddia paradoksaldır.

Max Weber devleti, yöneticilerin meşru şiddetine dayanan bir yönetme biçimi olarak tanımlamıştı. Arendt, eğer iktidarı bu şekilde anlarsak, C. Wright Mills’in “Bütün politika bir iktidar mücadelesidir ve iktidarın nihai biçimi de şiddettir,” derken yerden göğe kadar haklı olduğunu söyler.

Kökleri son derece derinlere uzanan bu iktidar anlayışına karşı olan Arendt, salahiyeti [empowerment] düşünme biçimimizle hayli yakın olan bu yaklaşıma itiraz eder. İktidar/güç, yalnızca insanlar müzakereye dayanan bir eylem için bir araya geldiklerinde vücuda gelir. Bu türden bir iktidar/güç, nedeni ne olursa olsun insanlar birbirinin üstünü çizmeye başladıklarındaysa ortadan kalkar.

Birleşik Devletler’deki sivil haklar hareketinin ilk dönemlerinde ve Doğu Avrupa’daki bazı Komünist rejimlerin çöküşüne destek veren ve şiddete başvurmaktan çekinmeyen hareketlerde şahit olunan tam da buydu. Şiddet daima iktidarı yok eder; ama bu türden bir iktidar/güç yaratmaz.

Arendt’in iktidar ile şiddet arasındaki ayrımı, kurtuluş [liberty] ile özgürlük [freedom] arasındaki ayrımıyla da yakından ilişkiliydi. Ona göre kurtulmak, bir şeye maruz kalmamak anlamına geliyordu; konu, ister yoksulluğun sefaletinden ister tiranlıktan kurtulmak olsun…  Tiranlardan ve totaliter hükümdarlardan kurtulmak silahlı mücadeleyi gerektirebilir. Gelgelelim, bu türden bir kurtuluş, Arendt’e göre insanların kamusal ilişkilere etkin bir biçimde katılıp uyum içinde hareket ettikleri dünyevi bir gerçekliğin vücut bulduğu kamusal özgürlükten kesinkes ayrılması gereken bir şeydi.

Peki, tüm bunların “gerçek” dünyayla ne ilgisi var? Olmaz mı! Bush Hükümeti’nin 2003 yılında Irak’a yönelik askerî müdahalesini “meşrulaştırma” biçimi bunun çok acı verici bir örneğidir. Amerikan halkına, şayet Saddam Hüseyin’in bir kez şiddet yoluyla devrilirse, ardından yalnızca Irak’ta değil, çok daha geniş bir Ortadoğu coğrafyasında demokrasi ve özgürlüğün çiçek açacağı söylendi. Bu tam anlamıyla saçma sapan bir şeydi ve halen de öyle.

Ne yazık ki, zalimlerden kurtulmanın kamusal özgürlüğün büyüyüp serpileceği kamusal mekânların oluşması için asla kâfi olmadığını tekrar tekrar ve bir kez daha öğrenmek zorunda kaldık. Kamusal özgürlük, insanların birbirleriyle eşit paydaşlar olarak bir araya gelmeye gönüllü oldukları, kamusal meselelerde fikir sahibi olup sorumlu biçimde eyledikleri pratiklerin geliştirilmesi sayesinde elde edilebilir.

B.E.: Şiddet üzerine düşünmekte önemi yadsınamayacak bir başka düşünürün, yani Walter Benjamin’in çalışmalarına dönmek istiyorum. Yaşadığımız döneme denk düşen, kendi şiddet eleştirimizi geliştirmek için onun çalışmalarından nasıl faydalanabiliriz?

R.B.: Walter Benjamin oldukça karmaşık bir düşünürdür. Erken döneminde kaleme aldığı “Şiddetin Eleştirisi” başlıklı makalesi de konu üzerine en çok tartışılan yazılardan biridir. Kendi adıma Benjamin’in müdahalesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum; çünkü şiddeti ele almak için yüzleşmek gereken çok temel sorulardan (yanıtlardan değil) bahsediyor. Örneğin: Hukuk ile şiddet arasındaki ilişki nedir ve hukuk ne zaman şiddeti körükler? Şiddette polisin rolü nedir ve devletler neden krizleri çözmek için zaman zaman şiddete başvurmaya meyillidir?

Benjamin, bunlara ve benzer sorulara basit yanıtlar vermek yerine, yürüttüğü sorgulama sayesinde, meşru ve gayri meşru şiddet arasında ayrım yapmanın ya da sistemli şiddet döngüsünü kırmanın ne kadar güç olduğu gibi çetin hakikatleri gözler önüne serdi.

Walter Benjamin’in yakın arkadaşı olan Hannah Arendt, bir seferinde insanları eğitmenin yegâne yolunun, onlara yüzleşmek zorunda kalacakları kafa karışıklıkları aşılamak olduğunu söylemişti. Benjamin’in düşüncesinde bu denli kıymetli olduğunu düşündüğüm şey de, bizi, yani okurlarını şiddet konusunda derinden etkileyen kafa karışıklıklarına maruz bırakmış olması.

B.E.: Şiddet döngüsünü kırmanın güçlüklerinden söz ettiniz. Hem Birleşik Devletler’de hem de dünyanın dört bir yanındaki insanlar arasında çok daha barışçıl ilişkiler geliştirmek maksadıyla şiddetin tarihine baktığımızda ondan ne öğrenebiliriz?

R.B.: Şiddetin kökünün yeryüzünden tümden kazınabileceğine inanmıyorum. Gelecekte de, şimdiden öngöremeyeceğimiz yeni şiddet biçimleriyle karşı karşıya kalacağız. Yine de kesinkes kötümser değilim. Şiddetin tarihinden şunu öğrenebiliriz: Şiddet hakkında konuştuğumuzda spesifik ve somut olmamız gerektiğini. Büyük “İ” ile İlerlemeye değilse de, küçük “i”yle yazılan ilerlemeye inanıyorum.

Daha önce Fanon’dan ve sömürgeci şiddetin “geleneksel” biçimlerini eleştiren diğer isimlerden, ayrıca bu sömürgeci şiddete karşı durmak ve onu alaşağı etmek için uğraşan toplumsal ve politik hareketlere katılanlardan bahsetmiştim. Elbette, her zaman bir gerileme olabilir ve kimileri ortada yeni bir şey olmadığını, yalnızca sömürgeci şiddetin daha incelikli versiyonlarının mevzubahis olduğunu söyleyecektir. Buna bir itirazım yok. Ne var ki, eski sömürgeci sistemin çöküşü, şiddetin gayri insanileştirici bir biçiminin sırtını yer çalmada bir gelişmedir. Birleşik Devletler’de siyahilerin linç edilmesi bir zamanlar yaygın bir pratikti. Şiddetin bu biçimine karşı verilen mücadele on yıllar aldı. Bu küçük “i”yle bir ilerleme olsa da, ortada siyahilere karşı şiddetin yeni ve kırıcı başka biçimleri var. 

Yirminci yüzyıl boyunca, Hindistan’da Gandhi’den Polonya’da Dayanışma’ya kadar şiddet içermeyen hareketlerin kudretleriyle devlet şiddetinin üstesinden geldiği pek çok örneğe şahit olduk. Şiddetle başa çıkma hususunda feminist, gey ve lezbiyen hareketlerde de benzeri ilerlemeler yaşandı. Bu türden ilerlemelerin, şiddeti tamamen ortadan kaldırmadığı, yalnızca yeni şiddet biçimlerinin eskilerinin yerini aldığı için önemsiz olduğunu söyleyenler her zaman olacaktır. Bu türden bir tavır, meslektaşım Simon Critchley’nin “pasif nihilizm” dediği şeye kapı aralar. Nihilist ya da kinik bir tepkiyi kabul etmem mümkün değil.

Dolayısıyla şiddetin onur kırıcı yeni (ve eski) biçimlerine karşı hem gözümüzün hem de kulağımızın mütemadiyen açık olması gerektiğini düşünüyorum. Çabalarımızın büyük bir kısmının suya düşebileceğini aklımızdan çıkarmadan şiddete karşı durmalı ve direnmeliyiz. Şiddet mağdurlarının yaşadığı ıstırap, acı ve aşağılanmaların üstesinden gelmenin önemini hiçbir surette hafife almamalıyız. Christopher Lasch’un umuda dair sözlerini alıntılayarak bitirmeme müsaade edin. Bu sözlerin şiddetin tanımlanması, şiddete karşı durulması ve direnilmesiyle son derece ilişkili olduğunu düşünüyorum:

“Umut, yaşama dönük köklü bir güveni ima eder; umudu olmayanlara komik görünen bir güvendir bu. (…) Umutlu kişi, her daim en kötüye hazırlanır. Bünyesinde umuda yer açanların yaşama duydukları güven, geçmişte yaşadıkları hayal kırıklıklarından sağ çıkamamış olsaydı zaten bu kadar kıymetli olmazdı; dahası, geleceğin çok daha fazla hayal kırıklığına gebe olduğunu bilmek umuda yönelik süregiden ihtiyacın gerekçesidir. (…) İhtiyatsızlık, şeylerin bir şekilde olup olabilecek en iyi haliyle gerçekleşeceğine körü körüne duyulan inanç, durum öyle olmadığında bile şeylerin künhüne varmanın zayıf da olsa bir ikamesini sağlar.”


Söyleşinin orijinali The New York Times'ta yayımlanmıştır.


Çeviren: Utku Özmakas