Phaidros, Yazı, Unutma

Platon’un Phaidros’ta yazıya ya da, denebilir ki, yazılı söze getirmiş olduğu eleştiri, enikonu olmasa da kısmen şu şekilde özetlenebilir: Yazı, unutturur. Yazının unutturma hali, tabii ki yazılı sözün alımlanışıyla doğrudan bağlantılıdır. Yazı, Platon’a göre, bir tür teknoloji olarak unutturma işlevine sahiptir. Platon’un söz konusu diyaloğunun son kısımlarında yer alan, yazıya dair eleştirel tespitler, kısa olduğu kadar özlüdür. Yazının eleştirisi, kuşkusuz ki Platon’un Phaidros’ta tartıştığı diğer meselelerle (âşık olma hali, diyalektik düşünme, felsefi faaliyet, retoriğin mahiyeti, vs.) bağlantılıdır. Ve hatta, bir bütün halinde Platon’un düşüncesiyle, yani Phaidros haricindeki diğer diyaloglarla bir arada düşünülmesi de imkânlıdır. Bu anlamda, yazının işlevinin, Platon’un düşüncesi söz konusu olduğunda, hem özel (Phaidros), hem de genel (Platon’un külliyatı) bir incelemenin konusu olabilmesi mümkün gözükür. Benim yapmayı umduğumsa, Platon’un Phaidros’ta ortaya koymuş olduğu yazı hakkındaki eleştirinin ana unsuru gibi gözüken yazının unutturduğu fikrinin bir yorumlayıcı-betimleyici incelemesini gerçekleştirmektir. Yani, Platon’un yazı eleştirisinin, ne özel, ne de genel, ama olabildiğince izole bir incelemesini gerçekleştirmeyi umuyorum. Kısacası, yazının nasıl unutturduğunu tartışmak istiyorum.

Phaidros’taki yazı eleştirisi, aslen, Sokrates’in ağzından Phaidros’a ve tabii ki okuyucuya aktarılan bir hikâyeyle başlar (274d-275b). Hikâye, Mısır’da geçer. Hikâyeye göre, Theuth adlı, yazı da dahil olmak üzere birçok buluşun sahibi olan bir Tanrı vardı: “Bu tanrı sayıları, aritmetiği, geometriyi ve astronomiyi, ayrıca dama ve zarı, en önemlisi de harfleri bulmuştu.[1] Yine hikâyeye göre, Theuth, buluşlarını o zamanın Mısır’ının hükümdarı olan Thamos’a sunmuştu. Theuth, buluşlarının tüm Mısır ahalisine öğretilmesi gerektiğini düşünüyordu. Thamos’sa, buluşların her birini doğrudan kabul etmektense, bazılarını övüyor, bazılarını ise yeriyordu. Yani, bazılarını yararlı buluyor, bazılarını ise zararlı buluyordu. Thamos’un uygun bulmadığı buluşlar arasında harfler, yani yazı da vardı. Thamos’un yazıyla ilgili düşüncesi şöyleydi: “... bu [yazı], kullanmayı öğrenenlerin ruhlarına hafıza tembelliği verir; artık kendilerine ait olmayan yazı işaretlerine güvenerek, içlerinde bulunan kendilerine ait hafızayı kullanmayı hepten unuturlar.”[2] Oysa ki Theuth şöyle düşünmüştü: “... bu öğreti [yazı öğretisi], Mısırlıları daha bilge ve hafızalarını daha güçlü kılacaktır.”[3] Hatta daha da ileri gidip diyordu ki Theuth: “Hafızanın ve bilgeliğin ilacını buldum.[4] Ama nitekim hikâye, en azından Sokrates’in aktardığı şekliyle, Thamos’un yazıya dair olumsuz düşüncelerini beyan etmesiyle son bulur. Bu haliyle hikâye, yazının kullanımının olumlu olmaktan çok olumsuz olduğunun ve olacağının altını çizer. Bu hikâye önemlidir, çünkü Phaidros’ta Sokrates’in ağzından Platon’un gerçekleştirmiş olduğu yazı eleştirisinin nüvesini barındırır. Bu nüve, denebilir ki, yazının unutturduğudur.

Phaidros’ta altı çizilen yazının unutturma işlevi, öyle gözüküyor ki, yazının doğrudan bir şeyi unutturmasıyla ilgili değildir. Yani, yazı, basitçe, bilinen, fark edilen ya da öğrenilmiş bir şeyi unutturur. Tabii ki yazılı söze fazlasıyla bağlı kalmak suretiyle bilinenlerin unutulması mümkündür, ki bu da yazının donukluğuyla ister istemez bağlantılıdır. Yazının donukluğu şu demektir: Yazı, kendi kendisini savunamaz. Dolayısıyla, yazı, en azından Platon’un eleştirdiği haliyle, bir diyalektik içermez. Çünkü yazı, oradadır, okunmayı bekler, ne zaman ona geri dönülse aynı şekilde, olanca statikliğiyle muhafaza edilir. Tam da bu nedenledir ki, Sokrates, yazıyı biraz da resme benzetir. Resim de tıpkı yazı gibi durağandır. Ama yazının resme benzemesinin asıl nedeni, durağan olmasından çok, canlı gibi gözükmesine karşın durağan olmasıdır. Resme dahil olan figürler canlı gibi gözükürler, ama aslında değildirler. Aynı şekilde, yazıya dahil olan kelimeler-cümleler canlı, aktif gözükürler, ama aslında hiç de öyle değildirler. Çünkü birisi yazıyı olduğu haliyle sorgulamaya kalktığı anda yazı, cevapsız kalacaktır. Durağanlık, yazının doğasında bulunur: “... onların [yazıların] akıl sahibiymiş gibi konuştuklarını düşünürsün; ama söyledikleri hakkında bir şey öğrenmek isteyip de soru sorduğunda daima bir ve aynı şeyi gösterirler.”[5] Bir ve aynı şeyi gösteren yazı, bu anlamda yazarına da muhtaçtır. Çünkü soruya ve sorgulamaya kapalıdır. Ve kendi kendisini çoğu durumda açıklamaktan, detaylandırmaktan, örneklendirmekten acizdir. Ancak yazının yazarının varlığı, yani yazarın yazısına dair açıklamaları yazının ne ifade ettiğini gösterebilir. Ancak bu şekilde yazının ifade ettiği şey bütünlüğüyle tartışılabilir, anlaşılabilir, ki bu durumda da yazı yazı olmaktan çıkacaktır. Diğer türlüyse, yazının yapacağı tek şey her seferinde aynı şeyleri, yani bir bütün halinde yazıyı durmaksızın tekrar ve tekrar sunmak olacaktır: “Hırpalandığında ve haksız yere kötülendiğinde ise hep babasının yardımına ihtiyaç duyar; çünkü ne kendisini koruyabilecek ne zorluklarla baş edebilecek bir gücü vardır.”[6] Platon’un eleştirdiği haliyle yazı, diyalektikten azadedir; ne ona yöneltilen soruları cevaplayabilir, ne de halihazırda verilmiş olan cevapları sorgulayabilir.

Bu haliyle, yazının bir tür retoriği andırdığını söylemek de mümkündür. Yazı da, retorik gibi, tek taraflı olmak durumundadır. Yazı, doğası itibarıyla, eğer ki bir tür diyalektik içerecek şekilde yapılandırılmadıysa, sorgulanamazdır. Retorikse, benzer şekilde, gerek retoriği ortaya koyan hatip, gerekse de hatibi dinleyen kişi ya da kitle tarafından sorgulanmaya kapalıdır. Denebilir ki, hatip, kişisine ya da kitlesine göre konuşur. Onu ilgilendiren dinleyicidir, yoksa üzerine konuşuyor olduğu meselenin mahiyeti, hakikati değildir. Dolayısıyla, hatip, dinleyiciye göre konuştuğu oranda, üzerine konuşuyor olduğu meselenin hakikatinden de uzaklaşmak durumunda kalır. Çünkü konuşmasını, dinleyicisinin eğilimlerini, arzularını, isteklerini, düşüncelerini temel almak suretiyle oluşturur. Dinleyicisini temel almasının nedeniyse, onu ikna etmek istemesidir. Hatibin söylevi sorgulanamazdır; çünkü sorgulandığı anda söylev olmaktan çıkar; diyaloğa döner. Söylev, ya ikna eder, ya da edemez; ve bu haliyle tek taraflı olmaktan da kurtulamaz. Dinleyicisini ikna etmeyi isteyen hatip, ikna edebilmek için onu tanımak durumundadır. Ama onun, yani dinleyicinin düşünüyor olduğu şeylerin doğruluğu-yanlışlığı, iyiliği-kötülüğü, uygunluğu-uygunsuzluğu hatibin tartışma alanına girmez. Çünkü girdiği anda, bir hatip olmaktan çıkacaktır. Kuşkusuz ki hatibin söylevi ikna edici olabilir; ama bu, söylevin bilgi içerdiğini hiç mi hiç göstermez. Bu açıdan, sözlü söylevin, diyalektik içermediği oranda, gerek konuşan, gerekse de dinleyen için bir monologdan (ya da bir teyitten) fazlası olmadığını söylemek mümkündür.

İşte, yazı da retoriğe benzer bir etkiye sahiptir; yazı, durağan oluşu itibarıyla bir tür monologdur. Tabii ki yazıyı ve yazıyı yazmış olan yazarı yine yazı aracılığıyla sorgulamak her daim mümkündür. Ama mesele, yazının soruya ve sorguya kapalı oluşundadır, yoksa yazının yazıya dışsal olarak sorgulanmasında değildir. Bu nedenledir ki, yazıya fazla bel bağlamak, kişiyi tartışmamaya, diyaloğa girmemeye, kısacası diyalektik düşünceyi bizzat icra etmemeye götürecektir. Diyalektik düşünceyle ya da düşünmeyle kastedilen de kuşkusuz ki bir tür konuşmadır. Ama bu, aktif olarak katılım gösteren, soru sorabilen, cevap verebilen, kısacası kendisini savunabilen, canlı bir konuşmadır: “Öğrenenin ruhunda bilgiyle yazılan ve kendisini korumaya gücü yeten, kimin karşısında konuşup kimin karşısında susması gerektiğini bilen bir konuşma.”[7] Bu anlamda yazı, bir konuşma, en azından bir diyalog olmayacaktır; o, olsa olsa bir kendi kendine konuşmadır. Ve yine bu anlamda yazı, onu okuyanda salt bir söylev etkisi yaratabilir. Okuyucu, söylevin pasif dinleyicisi konumuna düşebilir. Yazıya fazlasıyla dayanan ve maruz kalan yazıcı-okuyucu, diyalog halinde olmaktan, yani ikili konuşmaktan vazgeçebilir, dolayısıyla konuşmayı da, dinlemeyi de unutabilir.

Yazıyla ilgili sorunun iki boyutu vardır. Birincisi, onu kullanmak suretiyle net, dayanaklı bir bilgiye ulaşmanın imkânsızlığıdır: “... ve harflerden açık seçik, kalıcı bir bilgi uman kişi hayli budaladır.”[8] İkincisiyse, yazıya danışmak suretiyle sürekliliği sağlanabilir bir bellek inşa etmenin nafileliğidir: “... yazılmış sözlerin, yazılı olan şeyleri zaten bilen kişi için birer anımsatma olmaktan fazlasını yapacağını düşünen kişi ise Ammon’un kehanetinden habersizdir.”[9] Yazı, öyle gözüküyor ki, bir kez değil ama iki kez unutturur. Birinci durumda, insanın öğrenebilme, bilgiye ulaşabilme kapasitesine ket vurduğundan, yani onu diyaloğun diyalektiğinden uzak tuttuğundan, insana insanın yapıp edebilirliğini, muktedirliğini unuttururken; ikinci durumda, insanın kendisine dışsal bir öğeye, yani yazılı söze fazlasıyla bel bağlamasını sağlayarak onu düşünsel olarak tembelleştirir, kolaya kaçmasını sağlar, belleğini aktif bir şekilde kullanmasını engeller.

İlk durumda, yazının sözlü, canlı diyaloğun bir imgesi olduğundan söz edilebilir. Yazı, en iyi halde, konuşmanın, diyaloğun içerisinde olma halinin bir imgesini sunar. Yazı vasıtasıyla öğrenmek, bilgiye ulaşmak güçtür; çünkü ne yazan yazdığını yazı vasıtasıyla sınayabilir, ne de yazıyı okuyan okuduğunu sorgulamak suretiyle yazıdan bir cevap alabilir, okuduğunun doğruluğunu veyahut yanlışlığını anlayabilir. Sözlü konuşmaysa, yazılı konuşmanın aksine, konuşanın fikirlerinin sağlamlığını, bütünlüğünü, içermiş oldukları süreklilikleri veyahut süreksizlikleri sınamasını ve tam da bu suretle konuşanın öğrenmesini sağlayan bir mahiyete sahiptir. Sözlü konuşmada, konuşan, doğrudan konuşma faaliyeti, yani diyalog vasıtasıyla bir diyalektiğe girer; düşüncelerini sınar, düşünceleri sınanır. Konuşan, aktif bir katılım göstermek, bizzat yapmak, yani konuşmak suretiyle öğrenir. Yazmak da tabii ki bir faaliyettir, bir yapma etmedir; ama yazı, mahiyeti itibarıyla bilgiyi sunmaktan çok, onu, eğer ki bilen bir kişi yazmışsa, ancak muhafaza eder. Yazı, bir faaliyet olarak, diyaloğun canlılığına ve aktifliğine sahip olmadığından, sağlam, kalıcı bir bilgiye, bir anlamaya, kavramaya götürmesi de imkânsızdır. Bu koşullarda, insanın yazıya ne kadar bağlı kalırsa o denli öğrenmekten, bilgiden uzaklaştığını söylemek de mümkündür. İşte, yazı, bu anlamda öğrenilmiş olan şeyi unutturabileceği kadar, öğrenme faaliyetinin ta kendisini de iptal edebilir. Öyle ki, yazının göstergelerine bilginin edinimi söz konusu olduğunda fazlasıyla önem veren kişi, göstergelerin ta kendisini de hakikat sanabilir. Çünkü zaten yazı onları böyle sunar; yazınsal göstergeler, harfler-kelimeler-cümleler, kendilerini olanca bütünlükleriyle ortaya koyarlar. Dolayısıyla, sorgu sual kabul etmeyen, yapısı itibarıyla durağan, donuk olan yazı, ister istemez hakikat kisvesine de bürünebilir. Kısacası, yazı, öğrenmenin yegâne koşulu olan bizzat sözlü halde konuşmanın, şahsen yapmanın yerine geçtiği oranda, öğrenmeyi de unutturabilir. Ve yazı, tabii ki yalnızca yazana değil ama yazıyı okuyana da unutturur. Yazılmış olan şey ya da yazılı söz, şuna veya buna değil ama herkese ister istemez aynı şekilde konuştuğu oranda, herkes de yazının unutturucu etkisinden payını alır: “Ve her söylev bir kere yazıldıktan sonra, artık her yeri dolaşmaya koyulur. Ona kulak kesilenin de onunla hiç işi olmayanın da eline geçer ve kime konuşup kime konuşmaması gerektiğin bilmez.”[10]

İkinci durumda, yazının aktifliğinde süreklilik gösteren bir bellek yaratmasının zorluğundan, hatta yazının böyle bir belleğin imkânına ket vurduğundan söz edilebilir. Yazı, gerçekten de bir şeyleri kaydetmeye yarar. Yazı, bir bakıma kaydetmektir. Ama yazının kayıt olması, onu kullananın belleğini güçlendireceği, yani onun aklına da yazılmış olan şeyleri kaydedeceği anlamına gelmez. Yazının kaydetme işlevi, aslen, insana dışsaldır. İnsan, yazıyı yazar, ardındansa yazmış olduğu şeyi çoğunlukla aklından çıkarır, çünkü halihazırda düşünmüş olduğu şeyi yazmıştır. Öyle ki, yazan, zaten yazarak unutmuş bile olabilir. Bu durumda, yazılmış olan şey unutulmaması için kaydedilir, ama tam da kaydedilmiş olduğu için artık unutulabilir hale gelir. Yazı, kendi içerisinde tabii ki bir tür bellek olarak işlev görebilir. Ama insanın belleği değildir yazı; onun dışındaki bir bellektir: “Çünkü bu [yazı], kullanmayı öğrenenlerin ruhlarına hafıza tembelliği verir; artık kendilerine ait olmayan yazı işaretlerine güvenerek, içlerinde bulunan kendilerine ait hafızayı kullanmayı hepten unuturlar.”[11] Bu anlamda yazı, kendinden menkul bir hafıza olarak değil ama olsa olsa harici bir hatırlatıcı olarak işe yarayabilir. Yazı, Phaidros’ta Sokrates’in ağzından Platon’un dediği gibi, halihazırda bilinen şeyin belleğin zayıflaması halinde bir anımsatıcısı olmaktan pek de fazlası değildir. Bir anımsatıcı olduğu düzeyde yazı, bir tehlike arz etmez. Ama bir anımsatıcı olmanın ötesine geçip insanın düşüncesinin bilfiil bir aracı olduğu noktada, unutturacaktır. Düşünülen şeyler, her daim yazıya geçirilmek suretiyle unutulma potansiyeline sahiptir; çünkü yazının muhafaza edici gücünün verdiği güven, insanın düşüncesini aktif ve reaktif tutmasını önler. Dolayısıyla, yazmak, insanın yalnızca düşünüyor olduğunu unutmasına sebebiyet vermez, ama düşüncelerini hem insanın kendi nezdinde hem de diğer insanların nezdinde sınamasına, bizzat konuşarak, aktif katılım göstererek, kısacası yaparak kavramasına engel olur. Yazı, bu açıdan, ilk olarak düşünüleni unutturur, ikinci olaraksa düşüncenin sağlamlaştırılabileceği, temellenmiş bir biçimde filizlenebileceği aktiviteden insanı yoksun bırakır.

Ama yine de yazıya bilginin edinimi ve muhafazası, yani öğrenme söz konusu olduğunda fazlasıyla bel bağlanır; çünkü gerek yazma faaliyeti gerekse de yazılmış olanı okuma faaliyeti bir öğrenme illüzyonu yaratır. Yazanın, yalnızca yazma yetisine sahip olmasından ötürü yazmış olduğu konuda da bilgiye sahip olduğuna inanılırken; okuyanınsa, eğer ki çok okuyorsa, çok okumasından ötürü bilgiyi edindiği, kavradığı ve uygulayabildiği sanılır. Yazı, ne okunma safhasında ne de yazılma safhasında bilgiyi doğrudan içermez, ama olsa olsa onun bir gölgesini içerebilir. Yazı, bilgi değil ama enformasyon içerir. Belki de bu nedenle ancak halihazırda bilen ondan yararlanabilir; çünkü enformasyon, yani bilginin yazınsal işaret formundaki hali, sadece bilene hatırlatıcı olur. Yani bilen, zaten bildiği için hatırlar. Diğer türlüyse yazı, yalnızca unutturucu değil ama tehlikelidir de; kişiye bildiğini sandırır, öğrendiğini umdurur: “Onlar [yazanlar-okuyanlar] senin sayende [Theuth’un sayesinde], bir yol göstericileri olmaksızın bu kadar çok şeyi öğrenince kendilerini bilgili sanacak, fakat bilge olmayıp da bilgeymiş gibi göründükleri için, pek çok konuda cahil ve geçimsiz kişiler olup çıkacaklar.”[12]

Platon’un Phaidros’undaki yazı eleştirisi, öyle gözüküyor ki, yazının verimli bir uğraş olmadığının ısrarla altını çizer. Yazı, Platon’a göre, en verimli halinde bir hatırlatıcıdır. Bilen, hafızasını tazelemek için ona danışabilir, ama onun vasıtasıyla öğrenilmez, öğrenilemez. Bu, yazının mahiyeti itibarıyla durağan bir form olmasından, eğer ki bir diyalog formunda yazılmamışsa diyalektik içermemesinden, bir pratik olarak algılanışından-kullanılışından ve tam da bu yolla düşünsel bir tembelliğe veya kibirliliğe sürükleyişinden, ve birçok başka nedenden ötürüdür. Kısacası, yazı; donuk oluşu dolayısıyla sorgulamayı unutturabilir; diyalektik içermeyişi dolayısıyla diyalektik düşüncenin uygulandığı alan olan diyalog kurma halini unutturabilir; insana dışsal bir bellek olması ve insanın bu belleğe güvenmesi dolayısıyla insanın kendi belleğini kullanmamasını sağlayabilir, yani yine unutturabilir; ve son olarak, enformasyonu bilgi olarak düşündürtmesi dolayısıyla insana bildiğini sandırarak onu bilgiden uzaklaştırabilir, bilme imkânını unutturabilir.


Kaynakça

Allen, Danielle S., Platon Neden Yazdı?, çev. Ayşe Batur, İstanbul: İletişim Yayınları, 2011.

Haşlakoğlu, Oğuz, Platon Düşüncesinde Tekhne, Bursa: Sentez Yayıncılık, 2016.

Platon, Phaidros ya da Güzellik Üzerine, çev. Birdal Akar, Ankara: BilgeSu Yayıncılık, 2015.

Platon, Phaedrus, çev. Robin Waterfield, New York: Oxford University Press, 2009.

Platon, Mektuplar, çev. Furkan Akderin, İstanbul: Say Yayınları, 2015.



[1] Platon (Ocak, 2015). Phaidros ya da Güzellik Üzerine, Ankara: BilgeSu Yayıncılık, s. 87.

[2] Platon, Phaidros ya da Güzellik Üzerine, s. 88.

[3] Platon, Phaidros ya da Güzellik Üzerine, s. 87.

[4] Platon, Phaidros ya da Güzellik Üzerine, s. 87.

[5] Platon, Phaidros ya da Güzellik Üzerine, s. 89.

[6] Platon, Phaidros ya da Güzellik Üzerine, s. 89.

[7] Platon, Phaidros ya da Güzellik Üzerine, s. 89.

[8] Platon, Phaidros ya da Güzellik Üzerine, s. 88.

[9] Platon, Phaidros ya da Güzellik Üzerine, s. 88.

[10] Platon, Phaidros ya da Güzellik Üzerine, s. 89.

[11] Platon, Phaidros ya da Güzellik Üzerine, s. 88.

[12] Platon, Phaidros ya da Güzellik Üzerine, s. 88.