Murat Belge ile Söyleşi: Meydan Perinçsizlerle Kerinçeklerin

Bu yıl sizin de içinde olduğunuz çok sayıda yazar ve gazeteciye davalar açıldı. Hemen her hafta yenileri eklenen bu davalar Türkiye’nin gittiği yere dair bir işaret mi yoksa tamamen göstermelik mi? Çünkü hiçbir yargılamadan -yazarları uğraştırmış ve hedef göstermiş olmak dışında- sonuç çıkmıyor, dava gerekçeleri de normalde kayda değmeyecek türden...

Demokrasiyle savaş halinde insanlar var Türkiye’de. Bunlar değişik noktalardan işe başlamış olabilirler ama burada şimdi aynı noktada birleşir vaziyetteler. Türkiye’nin demokratikleşmesini engellemek üzere ellerinden geleni yapıyorlar. Türkiye’nin merkezî devleti bu işi yapardı zaten ama AB diye bir durum ortaya çıkınca bu merkezî devlet eski faşizmi koruma ve kollama görevini gevşetti. Dolayısıyla da devlet mekanizması dışında bir manevra lazımdı bu demokratikleşmeyi engellemek için. Onun için de bir süreden beridir topluma koyu milliyetçi bir ideoloji şırınga ederek onu sürekli bir galeyan halinde tutmak üzerine kurulu bir ana strateji var. Tahmin ediyorum ki, bir veya birkaç merkezden bunun orkestra şefliğini yapan birileri var. Planlamacıları var, muntazaman bu işle uğraşan...

Orkestra şefi kimdir sizce?

Bilmiyorum, falancadır diyemeyeceğim. Ama bir linç hadisesi, Perihan Mağden benzeri hadiseler olduğunda bir bakıyorsunuz gazetede köşesi olan emekli elçi “siz halkın sinirini bozarsanız halk da böyle yapar” anlamında yazılar yazıyor. Şimdi bu yazıları yazdığına göre demek ki o da bu yapının şefi midir bilmem ama kumpasın içinde bir işlev almış o da. Onun da üstüne düşen bunu söylemek anlaşılan. Davalardan bir şey çıkacağından değil, çünkü hakikaten komik birtakım gerekçelerle dava açan adamlar var. Ama oradaki strateji bu şeyi her cephede yaratmaya çalıştıkları galeyan, milli duygular gibi şeyleri mahkemeye de taşımak. Yargıtay’ın bu konuda verdiği kararlarla avukatlar grubu var, bunların müdahil olmaları engellendi. Müdahil olamadıklarında da yarıdan fazlasını kaybetmiş oluyorlar bulmak istedikleri şeyin. Yoksa müdahil olarak davaya girip hadise çıkaracaklar. Ama en azından bir ilk duruşma adına hadise yaratabilme imkanı için dava açıyorlar. İşte en son okuyoruz; Elif Şafak’ın romanı için dava açmışlar. Yazan arkadaşlar da var, basında, sağda solda... Demek ki roman kahramanlarının söylediği laflardan ötürü bir Türklük aşağılaması mahkemesi izleyeceğiz. Gene orada aynı adamlar olacaklar, şehit anneleri gibi insanlar... Bu artık bir dizi haline geldiği için dizinin devamlı karakterleri de var. Onları da görüyoruz, kah galeyanlarda karşımıza çıkıyor, bazen de bilmem ne çetesi bulunduğunda o çetedeki adamlarla telefonlaşmaları, mektuplaşmaları, samimiyetlerini belirten işaretler karşımıza çıkıyor.


Bu davalarla, ulaşılmak istenen yer ne peki?

Hukuken bir anlamı yok. Bu Türkiye’nin bir yöne doğru gittiğinin kanıtı değil ama Türkiye’nin bir yöne gitmesini isteyen insanların eylemleri. Bu adamların dava açtıkları şeye ve dava açmayı başardıkları zaman gelip yaptıkları işlere, orada gelip söyledikleri laflara baktığımızda sürüklemek istedikleri yerin nasıl bir şey olduğunu görüyoruz. Tam bir emir komuta zinciri, herkesi tutsak etmiş bir faşist milliyetçi ideoloji. Onun için de papağan gibi emredileni yapan bir toplum. İstedikleri şey bu.

Bu dava ve yargılanmalar, sizde, yargılamalara maruz kalan arkadaşlarınızda nasıl bir etkiye yol açıyor son iki yıldır?

O bakımdan çok fazla umduklarını bulduklarını düşünmüyorum. Ben kendi hesabıma yazı yazarken ne bekleyerek, ne düşünerek yazıyorsam eskiden beri, şimdi de değişen bir şey yok. Söylediğimi azaltayım, hafifleteyim gibi bir kaygı duymuyorum bu adamlar var diye.

Duruşmalara giderken neler hisediyorsunuz peki?

Duruşmaya gitmek çok tatsız bir yaşantı haline geldi giden herkes için. Sonuçta orada aynı oyuncuları göreceğiz, biliyoruz. Onlar öyle insanlar, öyle yaratıklar ki, sana küfür ediyor olmaları muhabbet gösteriyor olmalarından çok daha iyi. O yaratıklar muhabbet duyuyor olsalar herhalde insan çok daha fazla kendinden şüpheye düşerdi. Eyvah, ne halt ettim demek durumunda kalırdı. Ama sonuç olarak da bir davaya giriyorsun, sokakta adamlar bağırıyorlar, diş gıcırdatıyorlar falan. Bu nihayet sevimli bir durum değil. Ama bu toplumun neler ürettiğini insan daha bir görüyor. Bunların üretilmesinin nasıl teşvik edildiği ve bu ürünlerin nasıl korunduğunu görüyor. Bütün bunlar da insana “ne kadar haklıyım ben” duygusunu bir kere daha veriyor sonuç olarak.

Bu dava açanların, mahkeme önlerine gelip bir nevi şov yapanların toplumsal tabanları var mı, ya da ne kadar vardır?

Hem var hem yok denilebilir. Bunlar gibi daha davranacak çok insan yok bu toplumda. İşte zaten bulabildiklerini de getiriyorlar. O getirdiklerine de bakınca öyle büyük bir kalabalık yok ortada. Ama bu toplumda öyle bir tek yanlı, sürekli ve istikrarlı bir faşizan milliyetçili ideolojik bir propaganda, beyin yıkaması var ki, bir sürü insan bir sürü şeyi uzun boylu sorgulamadan kabulleniyor. Ve insanlara verilmiş ezberlenen roller var. Birisi sandalyeye çıktığı zaman onun alkışlanması gerektiğini herkes biliyor, bir başka laf söylendiği zaman yuh denmesi gerektiğini de herkes biliyor. O çerçevede baktığınızda evet, bir tür destekleri de var denilebilir. O destek çok aktif ve düşünülmüş, içten hissedilen bir şey olmasa da bu topluma böyle bir biçim verildiği için yansımaları oluyor. Şimdi Perihan Mağden davası... Kadın vicdani red hakkı olmalıdır diyor. Şimdi bunu orada protesto etmeye gelen, üstelik de bir şiddet gösterisi halinde gelen de şehit anneleri derneği oluyor. Silahlı çatışmalardan ötürü kendi çocuğunu kaybetmiş olan bir kadın gelip “hayır askerlik devam etmelidir, kimse karşı çıkmamalıdır, bizim çocuklarımız gidip ölmelidir, şehit annesi olma hakkımı kimse elimden alamaz” diye bir gösteri yapıyor. Bunu dünyada başka bir memlekette görmek imkansız olduğu gibi başka bir memlekete açıklamak da imkansızdır. “Biz de böyle oluyor” derseniz insanların aklı almaz...

CHP ve AKP gibi siyasi aktörler bu davalar Türkiye’de yokmuş havasındalar. Nedeni ne sizce?

CHP her türlü faşizan hareketin arkasında zaten, gördüğüm kadarıyla. O da çok şaşılacak, yadırganacak bir şey değil herhalde. Aslına dönmek gibi bir şey. AKP de, sayesinde bunların olduğu bir kanun çıkardı. Şimdi kendi çıkardıkları kanunu geri alıp düzeltemiyorlar da, böyle eli kolu bağlı bir vaziyette zamanla bunlar oturur gibi lakırdılar ediyorlar, başta Adalet Bakanı olmak üzere. Adalet Bakanının da AKPli mi, yoksa AKP’nin iktidar kurmak için oluştumak zorunda olduğu koalisyonun bir üyesi mi çok belli değil benim gözümde. Ama onlar da bu konuda bir lakırdı etmemek gibi bir politika seçmiş durumdalar. Onun için de meydan, benim bir yazımda söylediğim gibi; Perinçsizlerle Kerinçeklere kalmış durumda. Yapacaklarını yapıyorlar.

Şu aralar neler okuyorsunuz? Güncel metinleri takip edebiliyor musunuz?

 

Çok yazdığım, bir yandan ders verdiğim için istediğim kadar okuyamamak gibi bir derdim var. Ama ayda altı kitaptan aşağı okumuyorum. Dergiydi, yazıydı, makaleydi, bunları saymıyorum. Bu yıl şimdiye kadar ayda yedi kitaba kadar da çıkardım. Okumalarıma önem verdiğim için de bir bir yazıyorum ne okuduğumu. Okuduklarımı çok fazla çeşitli tutamıyorum maalesef. Mesela ayda yedi kitap okuyacaksam şu kadarı yaşantı, şu kadarı edebiyat olsun diyemiyorum pek. Ve hep de feda edilen, edebiyat oluyor. Dolayısıyla ağırlıkla yazmakta veya dersini vermekte olduğum konulara ilişkin okuyorum.

Ana başlıklar neler mesela?

Mesela şu an modernizme militarist geçiş üstüne bir kitap hazırladığım için militarizm, askerlik tarihi, askerlik örgütlenmesiyle ilgili bulduğumu okuyorum. Japonya, Almanya ve Türkiye’yi konu alan bir çalışma olduğu için bu üç ülkenin de yakın tarihi hakkında okuyorum. Ama bu üçünü ayrıca Almanya’yı İtalya ile, Japonya’yı Hindistan’la, Türkiye’yi de özellikle Yunanistan’la karşılaştırarak yapacağım için bu ülkeleri de bir yandan okuyorum. Mesela bir süredir girmemiştim, şimdi yeniden girdim; Gandhi üzerine bir biyografi okuyorum. Hoş da bir adı var kitabın; “Gandhi; Muhteşem Yenilgi”...

Hindistan’ın bugününe bir nazire...

Evet... Tam da uyuyor aslında bugünkü haline. Gandhi’nin temsil ettiği değerler ve o mücadeleyle kurduğu Hindistan’da bugün Hindu milliyetçiliğin, her türlü şiddetin yaşanması vs.. Hakikaten bir yenilgi.

Siz ayrıca edebiyattaki milli kimlik arayışı, varoluşun kaynağını bulmaya dair de bir araştırma yapıyorsunuz. Benim bildiğim Türklüğün kökenlerine yanıt bulmayı dert edinmiş bu tür edebiyat 1950’lere kadar pek revaçta. Bugün de hâlâ aynı yaygınlıkta var mı bu arayış?

Biraz daha azalıyor herhalde. Daha doğrusu bahsettiğimiz türden ideolojik kitaplar artık ciddi edebiyatın gündeminin dışında. Bu tür bir edebiyatı yapan her zaman bulunur. Onun için de herhalde devam eder gider. Aslında bu kimlik arayışı sorularının pek bir cevabı yok. Ama bugünün edebiyatı diyebileceğimiz, Orhan Pamuk’tu, Elif Şafak’tı, epeydir yazmıyor ama Latife Tekin’di... Ya da daha eski kuşaktan Adalet Ağaoğlu, Yaşar Kemal gibi yazarların böyle dertleri yoktu. Veya böylesi sorunlara yaklaşımları örneklerini sıkça gördüklerimiz gibi ilkel değildi. Onun için de ciddi edebiyatın bir meselesi olmaktan çıkıyor bu meseleler. Çıkarken de bu arada “peki iyi bir Kurtuluş Savaşı romanı var mı acaba?” diye baktığımızda aslında pek de yok doğrusu. Bu konuda bu kadar fazla kitap yazılmış, bari aralarından bir iki tanesi de iyi olsun ama onlar da pek çıkmıyor (gülüyor).

Önümüzdeki pazar, babalar günü...

Tam adamını buldunuz (gülüyor).

Nasıl bir babasınız, çocuklarınızla nasıl bir diyaloğunuz vardır?

Valla çocuklarla öteden beri arkadaşça diyebileceğimiz bir ilişkimiz vardır. Onlar bana Murat derler mesela çocukluktan itibaren. Ama şimdi yaşları büyüdü. Çocuk diyecek halleri kalmadı. Dolayısıyla arkadaşlık durumu daha normalleşti... Senelerdir arkadaşlık yapa yapa arkadaş olmaya daha fazla alıştık denilebilir.


Sanırım henüz torununuz yok...

Henüz o küstahlığı yapmadılar. Beni bir de dede yapma terbiyesizliğinde bulunmadılar (gülüyor).

Birgün 11.6.2006