Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı?

Her edebiyat metni, bilinçdışı da olsa başka bir metinle bağ kurar ya da etkilenir. Eğer bir masal okumuyorsak, hangi zamandan söz edildiğini anlarız. Ağır bir gerçekliğin içinde yazmak/okumak çoğu zaman ciğergâhımızı örseler. Mutlu sonlar ihtimalen bile zihnimizden geçmez. Terry Eagleton’un deyişiyle, “Bütün iyi anlatılarda sonda bizi bekleyen bir sürpriz vardır.”[1]

Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı? (Hatice Meryem, İletişim Yayınları, 2019) sorusu kitap adı olarak karşımıza çıktığında, metnin ana temasını kuvvetle sezdirirken, metni okuduktan sonra da, bizi bekleyen bir sürpriz olmadığını düşünürüz. Ama bu cümlem sizde, “bildik bir metindi” tadı bırakmasın. Cinayetler tanıdık, bildik. Metinse hiç tanıdık değil. Kitapta dokuz öykü, bir şiir bulunuyor, hepsi aynı sonla biten; kadın cinayetleri… Türkiye edebiyatında kadın cinayetleri üzerine iyi düşünülmüş, belki de ilk metin…

Hatice Meryem, kitabında kadın cinayetleri[2] kavram setine itiraz ediyor haklı olarak. Katiller mütemadiyen erkekse, neden kadın cinayetleri? Erkek egemen dil, günlük yaşamda ve yazılı metinlerde kesinlik ve evrensellik fikri yaratmakta çok etkili. Anlam kaymaları veya anlam değişikliklerinin de ardında bu dilsel yapıyı bulmak mümkün. Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı?’yı okurken aklıma Eagleton’un tartışması geldi. Yazının girişinde söz ettiğim, başka metinle bağ kurmak meselesi bu yazının da doğal bir süreci olarak gerçekleşti.

“‘Servet sahibi her bekâr erkeğin mutlaka bir eşe ihtiyaç duyduğu dünyaca kabul edilen bir gerçektir.’ Jane Austen’in Gurur ve Önyargı’sının bu ilk cümlesi kendi içinde küçük bir ironi başyapıtı kabul edilir. İnce bir ironidir bu; söylenen şeyle-herkesin zengin erkeklerin eşe ihtiyaç duyduğu konusunda hemfikir olması-kast edilen şey-bu varsayımın aslında paralı koca arayan bekâr kadınlar arasında yaygın olması-arasındaki farkta yatar. İronik bir tersine çevirmeyle, yoksul ve evde kalmış kadınların arzusu zengin bekâr erkeklere atfedilir.”[3]

Eagleton bu pasaja gönderme yaptığı tartışmada, metin başlangıçlarına dikkat çeker. Metinlerdeki başlangıç ve son meselesi, bir edebiyat profesörü olarak öğrencilerine yönelik hazırlıklarından süzülüp gelir. Feminist edebiyat eleştirisi açısından bu ve benzeri pasajlar, çoğunlukla toplumsal kabullere de paralel oldukları için itiraz nedenidir. Hatice Meryem, kanıksanmış cinayetleri, erkek karakterleri, olay ve olay örgülerini çok iyi bildiğimiz, neredeyse kadınların tamamının başından geçmiş vakalara odaklanarak itiraz etmiş. Edebiyat eleştirisi bir metinde ne yazıldığından çok, metnin nasıl yazıldığıyla iştigal eder. Feminist edebiyat eleştirisi çalışan pek çok eleştirmen, Eagleton’un verdiği örnekteki kesinliğin -üstelik çok okunan bir başyapıtta- edebî metinlerdeki kadın karakterleri de nasıl etkilediğini görebilir.

Erkekleri Anlamaya Çalışmak İronik mi?

Kitaptaki öykülerde, her erkeğin işleyeceği cinayeti gerçekleştirmesi öncesinde; kültürel ve politik yapının, akrabalık ilişkilerinin nasıl etkili olduğu anlatılmış. Erkeğin çalışma ve yaşam koşulları, sınıfsal pozisyonu, kültürü, neredeyse katili haklı çıkaracak raddeye vardırılarak -bir uçurumun kenarından dönmek gibi-, erkek egemen söylemin içinden anlatılmış ve o noktadan çark edip, feminist bir filtreleme ile yoğurulmuş. Böylelikle anlam kayması ve ironi metnin temel yöntemlerinden biri haline gelmiş. Neredeyse haklı kabul edilebilecek mazeretleri olan erkek karakterler, ironik bir biçimde ortalıkta salınmışlar. Yazar bizi rehavete sürüklememiş, bırakın rehavete düşmeyi çakılıp kalmamızı sağlamış.

Öykülerin sonunda “Yarın Bir Kadını Öldüreceklere Tavsiyeler” adını taşıyan bölüm, bu ironinin devam ettiği, katil erkeklerin niteliklerini açığa çıkaran şöyle önermelerden oluşuyor.

“-Bir süre gündelik işlerden zihninizi temizlemeniz tavsiye olunur. Ödenmemiş faturaları, kesilen elektrikleri umursamayın.

-Telefonunuzu sessize almayı unutmayın. Çalar, dikkat dağıtır.

-Eğer ani bir şokla öldürmek isterseniz yekten intihara sürükleyin. Bel altı vurun ve sistematik olarak onu orospulukla suçlayın.

-Başka kadınları kötülemeyi ihmal etmeyin. Arkadaşlarını küçümseyin. Aptal bulun. Onların sizin ilişkinizi kıskandığını söyleyin. Aranızda herkesten farklı, çok özel bir bağ olduğuna onu inandırın. Evde olan dört duvar arasında kalır, bizim birbirimizden başka kimsemiz yok deyin.”

Yalnızca evlerine, odalarına kapatılan kadınlar mı bu şiddetten mustarip? Hayır. Şili’de cansız bedeni bir sokakta bulunan pantomim sanatçısı Daniela Carrasco öldürülmüş de olsa, intihar da etse artık bir sembol. Carrasco sokakları ve neşeyle insanların arasına karışmayı seviyordu.

Şiddetin Topolojisi

Kitaptaki, “De Ki Kış Ortasında Aklına Düşen Tek Başına Tatil Fikrinden” adlı öyküye yakından bakmak, kul gibi çalışan erkek memurun, dışsallaşmış baskıdan içsel dünyasına dönüşünü anlatan ve depresyon olarak ortaya çıkan şiddet topolojisi hakkında fikir verir. Modern toplumun ihtiyaçlarına karşılık gelemeyen, dişe diş rekabetin tüm bireyleri ezdiği, aslında egemen erkekliğin bir güç değil yük olduğu, kendini başarısız hisseden bireylerin özne sayıldığı bir şiddet topolojisi.

“Otuz yıldır memuriyettesin. Biraz dinlenmek ihtiyacındasın. Gerçi emekliliğe ne kaldı şurada ama hani tükenmişlik sendromu diyorlar ya, işte sen ondan mustaripsin, pili bitik hissediyorsun kendini. Lamı cimi yok, şöyle uzanıp ıssız bir kumsala, sadece denizin sesine kulak vermek istiyorsun. Bunu hemen karına söylemeyi geçiriyorsun ilk anda aklından. Böyle böyle böyle demeyi. Ben bittim, ben çok yoruldum demeyi. Sonra vazgeçiyorsun. Bunun onu kızdıracağını düşünüyorsun sonra. Kış ortasında evli bir erkeğin tek başına tatilde ne işi olur, yoksa bir sevgilisi mi varmış, hem yazın Avşa’ya Erdek’e pansiyona motele gitmiyormuş musunuz, işte o zaman uzanır kumlara dinlenirmişsin, hem asıl dinlenmeye hakkı olan kendisiymiş, vır vır da vır vır.”[4]

Öykünün sonunda erkek, büyükçe tekerlekli bir valizi çeke çeke apartmandan çıkar, tek başına.

“Yola koyuluyorsun arabanla. Aklında kış ortasında tek başına bir tatil fikri, bagajda karına ait parçalar poşetler içerisinde. O güzel saçlı başı. Çiçek aşısı izi olan sağ kolu. Evlilik yüzüğünü taşıyan sol parmağı. Bunca yıldır pergel gibi açılan bacakları. Kolsuz başsız bacaksız gövdesi.”[5]

Bu öykünün finalini okuduğumda, bedenlerinin parçaları çöpte bulunan genç kadınlar aklıma geldi. Bolu’da, Mersin’de, Antalya’da… Bazı kadın cinayetleri daha çok biliniyor Özgecan Arslan gibi, bazılarıysa adı anılmadan hızla kaybediliyor. Kadın cinayetleri artık bir kâbus…

Öldürme eyleminin kapitalist sistemde özel bir yeri var. İlksel toplumlardan bu yana bildiğimiz, dinî ve kültürel şiddet daha tikelken, kapitalizm altında evrensel nitelikler kazandı. Şiddetin örgütlenişi, topluma hazmettirilmesi, erkin organize edilmesiyle yakından ilişkili hale geldi. Kanıksanmış her cinayet, kurbanın temsil ettiği topluluğu, sınıfı veya kültürü zayıflatarak yeniden öldürme güdüsünü kolektifleştirir. Katiller ve katil adayları bu avantajın tadıyla yaşamaya başlar. Çünkü zayıfın silahı her zaman zayıftır.

Türkiye’de kadın cinayetlerinin artışı, basitçe asabi erkeklere yüklenebilecek bir sorun değil. Ben ve öteki arasındaki -erkek ve kadın arasında olarak da okunabilir- sınırın şiddet bağlamında silikleşmesi, erkek öznenin tekrar tekrar kurulumu açısından elzem bir ihtiyaç. Kadınların yaşadığı şiddet tecrübelerinde artan kin ve öfke, toplumun depolitize edildiği ve sindirildiği iklime de uygun.

Kadınların bu şiddet sarmalı karşısında kurban olmalarına rağmen, bağışıklık sistemlerinin güçlendiğini belirtmek gerekiyor. Çünkü şiddet, yarattığı korkulu ya da kaygılı bireylerin ruhsal aygıtlarını aynı zamanda parçalayan bir işleve de sahiptir. Biz kadınlar, parçalanan ruhsal aygıtlarımızı onaracak duygusal, düşünsel desteklere sahibiz. Bağışıklık sistemimizi birbirimizden beslenerek güçlendiriyoruz. Fırtınaya yakalandığımızda tarumar olan ruhsal evlerimizi artık yel değse kasırga gelebilir şüpheciliğiyle koruyoruz. Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı? edebî metin üretimi olarak erken uyarı sisteminin açığa çıkardığı duyarlılığın da göstergesidir.

Hatice Meryem’in anlattığı kadınlara yönelen kin dolu cinayetler, dilbilgisi kurallarıyla işlenmediği için, kitap netameli bir algı oluşturmadan, net bir feminist edebiyat metni olarak karşımıza çıkıyor. Öldüren erkekler, soyutlukları neredeyse tamamen silikleşmiş gerçek karakterler. Hiçbiriyle çay bile içmek istemeyeceğimiz kötülükteler!



[1] Terry Eagleton, Edebiyat Nasıl Okunur?, İletişim Yayınları, 2015, s. 30.

[2] “Diana E. H. Russell (2008: 27) kadın cinayetleri kavramının ilk kez 1801 gibi görece erken bir tarihte, İngilizce bir yayında ‘bir kadının öldürülmesi’ anlamında kullanılmış olduğunu, 1848’de de hukuken tanınmış olduğunu aktarır. Böylece, adli literatüre hâkim olan ve genel olarak cinayetleri adlandırmak için kullanılan, bir insanın öldürülmesi anlamına gelen homicide kavramının kullanımı kısıtlanmakta, öldürülen kişinin cinsiyetine vurgu yapan femicide literatüre dâhil edilmektedir. Kavramın, sosyal bilimcilerce 1980’li ve 1990’lı yıllarda irdelenmeye başlayana kadar biyolojik cinsiyet vurgusuyla kullanıldığını söylemek mümkündür. Toplumsal cinsiyeti karşılayacak bir içeriğe kavuşması ise, feminist akademisyenlerin kadınlara yönelik şiddet konusunda derinleşen çalışmalarıyla mümkün olmuştur. Örneğin Russell, evlilik içi kötü muamele, tecavüz ve öldürmeyle tehdit gibi kadına yönelik şiddeti incelediği çalışmasında femicide’ı ‘kadınların, kadın oldukları için öldürülmeleri’ şeklinde tanımlar (1990: 286-87). Böylece, bu yıllardan itibaren femicide daha çok kadınlara yüklenen rollerin, toplumların kadınlığa atfettiği anlamların yönlendirdiği kadın cinayetlerini adlandırmak için kullanılmaya başlar (Elif Gazioğlu, “Kadın Cinayetleri: Kavramsallaştırma ve Sorunlu Yaklaşımlar”, Sosyal Politika Çalışmaları, 30(7), https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/197897).

[3] Eagleton, a.g.e, s. 31.

[4] Hatice Meryem, a.g.e., s. 30.

[5] Hatice Meryem, a.g.e., s. 34.