24 Aralık Gezi Duruşması: Hukukun Tabutuna Çakılan Son Çivi

 

Bir şüphelinin hakkında iddianame dahi düzenlenmeksizin aylarca tutuklu kalması, insanın aklına pek çok ihtimal getiriyor. Acaba burada bir kör inat mı var, yoksa savcılık aradığı delili bulamıyor da şüpheliyi içeride tutarak kendince zaman kazanmaya mı çalışıyor, yoksa her ikisi mi birden? 

Fakat kabullenmek gerekir: O delil bazen gerçekten yoktur.

Osman Kavala, mahkemeye ilk çıktığında neredeyse bir buçuk yıldır zaten tutukluydu. 24 Aralık’ta devamına karar verilen tutukluluğu artık iki yılı aşmış bulunuyor. Yani yukarıdaki ihtimalleri artık doğrudan ağır ceza yargısı için de düşünebiliyoruz.

AİHM’nin 10 Aralık 2019 tarihli kararı okunduğunda,[1] Osman Kavala’nın Türkiye’deki egemenler için artık bir “inat meselesi” haline geldiğini düşünmemek elde değil. Nitekim bu kararda sözü edilen tek şey ortada bir delil bulunmadığı değil. AİHM, Kavala dosyasını değerlendirdikten sonra şu tespiti rahatlıkla yapabiliyor:

“Sonuç olarak mahkeme, işbu davada şikayete konu olan tedbirlerin makul şüphenin ötesinde gizli bir amaç taşıdığını, bu durumun 18. maddeye aykırılık teşkil ettiğini, sözkonusu gizli amacın başvurucunun sesini kısmak olduğunu tespit etmiştir.”

Peki, “sonuç olarak” deniyor ama AİHM bu tespiti aslen neyin sonucu olarak yapabiliyor?

Bunun sayısız cevabı var. Kararda üzerinde durulan esasları şu şekilde özetleyebiliriz:

- Fiil ve eylemleri işlendiği sırada suç oluşturmayan kişinin tutukluluğunun makul şüpheye dayandığı söylenemez.

- Kavala’ya polis gözaltısı aşamasında Gezi eylemleri sırasında işlenen şiddet içerikli fiillere dahli ile ilgili herhangi bir soru sorulmamıştır.

- Ceza soruşturmasının 2011’de açıldığı ve başvurucunun Gezi olaylarından 4 sene sonra tutuklanmış olduğu görmezden gelinmemiştir.

- Anayasa Mahkemesi, Kavala’nın başvurusunun öncelikli olarak görüşülmesi talebine rağmen yaklaşık on ay hareketsiz kalmıştır.

- Tespit edilen eksikliklerin giderilmesine iddianamenin herhangi bir faydası bulunmamıştır.

AİHM’nin dosyada somut bir delilin bulunmamasına dair en çarpıcı tespitlerinden biri de, Kavala’nın uluslararası STK’lar, akademisyenler, gazeteciler ve insan hakları aktivistleriyle yaptığı görüşmelerin Türkiye yargısı tarafından delil olarak nitelendirilmesinin anlam verilemez niteliği.

“Mahkeme, bu görüşmelerin ya da gazeteciler ve Avrupalı delegasyonlarla yapılanların, ne şekilde kendi içlerinde ihtilaf konusu şüpheyi haklı kılmaya yeter seviyede olgular olarak değerlendirildiğine anlam verememiştir.”

Mahkeme bunlar delildir veya değildir bile demiyor; bu görüşmelerin konu edilmelerini anlamlı bile bulmamış. Değerlendirmek istemiş, gündemine almış ama bunun oturabileceği bir bağlam görmemiş bile.

Türkiye’yi yargısıyla yüzleşmeye sevk eden tespitler yalnızca bunlar da değil. Türkiye’nin “olağanüstü halin gereklilikleri açısından, tutukluluğun zaruri olduğu” yönündeki argümanına yönelik şöyle bir cümle de mevcut:

“Buna karşın CMK’nın 100. maddesinde varlığı aranan ‘suç işlendiğine dair kuvvetli şüpheyi gösterir somut olgular’ hükmünün olağanüstü hal sürecinde değiştirilmediği kaydedilmelidir.”

AİHM’nin bütün bunlardan sonra ve “gizli bir amaçtan” hemen önceki tespiti, Türkiye’nin nasıl bir ülke haline geldiğinin Avrupa gözünden muazzam bir ifadesi:

“Mahkeme ayrıca, Cumhurbaşkanının 21 Kasım ve 3 Aralık 2018’de yaptığı ve başvurucunun isminin açıkça geçtiği iki konuşma sonrasında (‘Gezi olaylarında teröristlerin finans kaynağı olan bir kişi şu anda içeride. Onun arkasında meşhur Macar Yahudisi Soros var. Bu adam dünyada milletleri bölmekle birilerini görevlendiren parası bol birisi. Bu adam Türkiye’yi bölen terör eylemlerine karşı her türlü desteği veren kişi’ ve ‘Gezi’nin arkasında kimler olduğunu açıkladım. Dış ayağı Soros iç ayağı Kavala’dır dedim. Kavala’ya para gönderenler belli.’) başvurucuya sözkonusu isnatların yapılmasının önemli olduğu düşünülmektedir.

Mahkemenin görüşüne göre, bu iki konuşma sırasında başvurucunun açıkça suçlanması olduğu ile sözkonusu konuşmalardan üç ay sonra düzenlenen iddianamede geçen suç isnatlarının lafzı arasında açık bir bağlantı bulunmaktadır.”

Nihayetinde, Avrupa’da Türkiye hakkında “Mahkeme, başvurucuya uygulanan tedbirlerin ülkedeki insan hakları savunucularının faaliyetleri üzerinde caydırıcı etki yaratabileceği kanaatindedir. Başvurucunun özgürlüğü üzerinde yapılan kısıtlama, sözleşmenin 5/1-c maddesinde öngörülen başvurucunun bir suç işlediği yönündeki makul şüphe temelinde kendisini yetkili adli merci önüne çıkarma amacından başka amaçlar taşımaktadır,” şeklinde karar veren bir ulus-üstü mahkeme mevcut –ve biz Türkiye vatandaşları, mahkemenin bu kararında son derece haklı olduğunu gönlümüzce söyleyemiyoruz bile.

24 Aralık duruşmasına bütün bunların ışığında tekrar bakarsak, gizli bir amacı olduğu ve Cumhurbaşkanı’nın sözlerine göre karar verdiği AİHM tarafından tespit ve ilan edilmiş bir yargının, bu tespit ve ilanı kabul etmesini beklemek gerçekçi olabilir miydi?

AİHM dosyasına bu şekilde giren bir ülke yargısının, karar üzerine derhal “varoluşsal sorgulamalara” girerek, silkinip kendine geleceğini gerçekten düşünmüş müydük?

Çok iyimsermişiz.