Hakikat-Sonrası Adında Bir Dönem Var mıdır?

Annales tarih okulundan Bloch, Lefebvre veya Braudel’in yapıtlarında, bir dönemi diğerinden ayırmak isteyen tarihçi, uzun erimli (longue durée) tarihsel yapıların hareketlerine bakar. Bu sırada yer değiştiren blok halindeki medeniyetlerin izlerini araştırır. Her medeniyet yapısı farklı bir kozmolojiye yaslanır, insan modeli diğerine benzemez ve çoğu zaman farklı bir dine sahiptir. Böyle blokların neredeyse jeolojik düzeydeki tektonik davranışlarına bakan tarihçi, siyasetin, diplomasinin veya savaşların yarattığı dalgalanmalara, tali sayılan hadiselere fazla odaklanmaz. Tarihi yaratan ve bozan, çekişen veya uzlaşan bloklar, âdeta yeryüzü katmanlarıyla beraber hareket ederler.

Bir vakanüvis gibi hadiseleri değil de yapısal olayları anlatan bu metinlerde herhangi bir çağ açılıp bir diğeri kapanıyorsa, iki zaman parçası arasında mutlaka nitel bir değişim, doğa farkı kendisini duyurur. Yani bu “kırılma” hemen öncesi ve sonrasında açığa çıkan zamanın niteliğini değiştirir. Yeni açılan çağın işareti olaylar, failler veya fiiller öncekilerden tür olarak farklı sayılır. Yeni yapıya ait unsurların öncekine göre daha küçük, büyük, daha hızlı veya yavaş olmaları ayırt edici değildir. Devrim niteliğinde bir kırılmayla beraber, ayrı bir yapı ve onun farklı şekilde düşünen, davranan, farklı zihniyetlere sahip failleri ortaya çıkarlar. Örneğin Annales tarihçesinde, barbar kavimlerin yoğunlukla Akdeniz’de yer tutmuş Roma İmparatorluğu’nu kuşatması böyle bir değişimi başlatır. Bu olayla birlikte şekillenen feodal ilişkilerin Roma idaresiyle fazla bir ilgisi yoktur. Endülüsler marifetiyle nüfuz ettiği Avrupa sınırlarında bekleyen Müslümanlar da böyle bir doğa farkına sebep olurlar. Benzer şekilde modernlik de nitel bir değişimin işaretidir. Modern akılda, düşünen varlığın hakikati dışarıdan, insan kafasına taşınır; yüreğiyle dünyayı duyanlar artık aklını kullanmaya başlarlar. Öncesinde yeryüzü sakinleri yerine türlü eylemlerde bulunan tanrılar arkalarına yaslanınca, insanca bir iradenin zemini ortaya çıkar.

Modern dünya görüşünün yığılıp kalması olarak modern-sonrası gibi yakın zamanlı bir dönemleştirme bile yeterince inandırıcı değilken, bir süredir “hakikat-sonrası”ndan söz etmek ne derece inandırıcıdır? Yenilenmiş bir iradeyle ortaya çıkamayan, kendini önceden denenmemiş şekillerde ifade edemeyen modern insanın buhranını yeni bir çağın belirtisi olarak adlandırmak ne derece doğrudur? Yaratıcı ve yeni üretim biçimlerini tüketmiş bir insan öznesinin çözülen iradesinin sonucu türlü görünümleri yeni bir çağın işaretleri gibi okumak ikna edici midir? Yoksa yeryüzü hâlâ modern bir güç istencinin hükmü altında mıdır? Kılığı değişmiş olsa da, aynı özne hâlâ hareket halinde olabilir mi? Nihai çevresel felaketlere kadar yerküreyi değiştirmeye kararlı, tüm canlıları yerlerinden edip, etrafındaki varlıkları birbirleriyle çaprazlayıp duran, mevcut tüm bağışıklık sistemlerini bozan bu kafa yapısı kendisine hâlâ yeni nesneler arıyor olabilir mi?

Modern-sonrası bile modernliğin bir kipi gibi görünürken, hakikat-sonrasının daha tali bir altbaşlık olduğu şüphesine kapılırız. Ama böyle bir dönemleştirmenin ne anlattığını, nasıl bir semptom olduğunu anlamaya çalışmak mümkündür. Yani nitel olarak olmasa da, nicel bakımdan değişen, azalan, artan veya hızlanıp yavaşlayan görünümlerin kendisine, çok sayıda başka metnin yaptığı gibi, bir görüngübilim içinden bakmak mümkün olabilir. Hakikat-sonrasında bu kadar yalanın, algı yönetimi girişimlerinin, yanlış haberin, üstelik herkesin kendi sosyal medyası üzerinden canlı yayınlar yaptığı, hususi yayın organını işlettiği, kamerasıyla her yerde muhabir gibi gezindiği bir zamanda mümkün olmasının şaşırtıcı tarafları aralanabilir. Bu kadar külyutmaz, malumatfuruş öznelerle dolu bir zamanda, “Bize aralıksız yalan söylüyorlar!” gibi bir sızlanmanın sahiciliğine şaşırmamak da zordur. Tuhaf liderler ve onların peş peşe sıraladıkları yalanların yeni bir dönem tarif etmeye yetip yetmediği sorulabilir. Bu tuhaflıkların, ilgiyi başka taraflara çekmek için bazı girişimler olmasından bir komplocu gibi şüphelenmek de mümkündür. Vizyonda değişen filmler, diziler gibi, yeni gündemler yaratmak siyasetin yeni biçimlerinden birisi olabilir mi?

Algı yönetiminin kolaylaştığı bir zaman içerisinde olduğumuz çok açık olsa da, Annales Okulu’ndan bir tarihçinin söyleyebileceği gibi, “uzun erimli” bir değişimin hızlanması yeni bir çağa girdiğimiz müjdesini vermek için yeterli midir? Yavaş seyreden bir tertibat, yapı, birden hızlanmış ve kimi yerde çığırından çıkmış olabilir mi? Örneğin yedi yüz yıl yaşadığı söylenen bir imparatorluğun yerine, Orta Amerika’da, Orta Afrika’da veya Ortadoğu’da olduğu gibi birkaç on yılda kurulup bozulan devletlerin varlığı siyasette, tarihte değişen bir doğaya mı işaret eder? Hakikatine dönük güven kaybolunca, sözgelimi Muhteşem Yüzyıl dizisindeki Osmanlı gibi, geniş bir imparatorluk saray entrikaları ve harem oyunları içerisinden anlatılabilir. Osmanlı’nın bu dizide ne kadar temsil edildiği tartışmasına girmeden, onunla kurulan bu dünyevi ilişkinin hakikat-sonrası ruh halinin belirtisi olduğu söylenebilir. Bu derece küçültmenin kenarında aynı olguyu fanatikçe veya faşistçe bir ilgiyle fazla büyütmek de bu yaklaşımın bir başka görünümüdür. Her iki durumda da Osmanlı ile “sahici” bir ilişki kurulmamış olur. İlgili kişi, çok daha küçük ya da çok daha büyük görünen, hakikatini yitirmiş bir konuyla ilgilenir. İlgilendiği nesne her ne ise, çok zelil ya da çok haysiyetli gibi tarif edilir.

Bilmeye cüret eden, kendisini yaratıcı şekillerde ifade etme iradesine sahip modern öznenin mecalini yitirmesi, herhangi bir hakikat rejimine (din, ideoloji, bilim, sanat, varlık, metafizik, tarih, diyalektik vs.) sahip çıkmaya gönülsüzlüğü nitelik olarak yeni çağ insanını mı tarif eder? Yani modern olmayı beceremeyen, bu konuda yeterli istenci toplayamayan bir öznenin yılgınlığı yeni bir çağ açmaya yeter mi? Oysa hakikat-sonrası zamanlarda değişen sadece yalan söyleyenlerin sayısının artması değil, onların bu huzuruna, keyfine engel olacak, hakikatlerin tutunmasına imkân sağlayacak faillerin de dağınıklığıdır. Herhangi bir hakikat rejimine kaydolmayan, çözük bir iradeyle gezinen varlıkların dünyasında yalan ve keyif doğa halinin parçası olur. Bu durumda hakikatin öylece kendisini duyuran, keşfedilmeyi bekleyen değil de, yaratılması, savunulması gerektiği gibi modern vurgu kaybolur. Nihilist, sinik simalar arasında hakikat sahipsiz kalınca, dayanaksız, yalan yanlış bilgilerin çoğalması doğallaşır. Bu koşullarda herhangi türden bir hakikatin tutarlılığını, nesnelliğini, nedenselliğini sağlayan ölçüler kaybolur. Göreceliliğe çok fazla pay veren sözler, yazılar artar. Kendisini meta bir anlatıya, varlık anlayışına kaydetmekten geri duran kişinin yalan dediğine neyin ölçü oluşturduğu da karışır. Herhangi bir hakikat rejimi, söylemi içerisine yerleşmeden, yalanı tarif etmek zorlaşır. “Kime ve neye göre?” gibi bir soru bu yalan varsayımının ardından gelebilir. Hakikatli konuşma yerine polemik sanatı önemli olmaya başlar.

Nesnelliğin ölçüsü, bilimin, mantığın, düşüncenin hükmü altından çıktığında, yalan cümleleri fark etmek kişisel bir sezgiye düşer. Bu durumda hakikati taşıma ve savunma sorumluluğu tekil varlıklara kalır. Onlar kendi mizaçları, kendilik şuurlarıyla yanlışı belirlemeye gayret ederler. Ama mizaçların bu kadar birbirinden ayrı düştüğü bir zamanda, belli bir hakikat etrafında örgütlenmek bir yana, birkaç kişilik ağlar, bağlar oluşturmak da zorlaşabilir. Farkı, diğeriyle ortaklığından daha ağır basan simalar, teşkilatlanmak bir yana, arkadaşça bir bağ, sevgi ilişkisini sürdürmekte de zorlanabilirler. Hakikat-sonrası gibi bir ifade, biraz da böyle ben ve kendimin baş başa kaldığı dağınıklığı tasvir etme ihtiyacından doğmuş olabilir. Sadece yalancı liderlerin değil, yalnızlaşan sosyal aktörün de sorumlusu olduğu manzarayı böyle çarpıcı şekilde adlandırmak gerekli görülmüştür belki de. Tek kişilik, nevi şahsına münhasır hakikatleri, etik ve estetik kavrayışlar içinden dışarı bakınca, hep sahici olmayanı, çirkin ve yanlışı gören bir sinizmin sebep olduğu tabloları betimlemek de mümkündür.

Bu sırada varlığını duyuran başkasının farkı, bir çeşit patoloji gibi anlaşılabilir. Başkası, benim dışımdaki her şeyin kılığına girdikçe, bir diğeriyle ilişki, karşılaşma imkânlarım da yok olmaya başlar. Hakikat-sonrasının giderek daha da alerjik olmaya başlayan sakinleri, dışarıdakileri hakikatsiz, yanlış ve çirkin gibi tanımladıkları bir dünya resmi içerisine yerleştirirler. Varlık anlayışlarını, etik ve estetik yargılarını yayımladıkları, narsisistik bir etkileşim içinde oldukları yeni medya üzerinden erişilebilir hakikat rejimleri liyakatlerini kaybeder. Bir zamanların hakikatli yapıları, ekonomik veya kültürel sermayeden sarf ederek erişilebilecek bir sathilik sergiler. Kimse sahip çıkmadığı için gevşemiş olan hakikatli yapılara artık pek kimse gönül indirmez. Bir zamanlar hakikatle kuşanmış olduklarında etrafları haleyle çevrili sanatkârlar, siyasetçiler, sporcular, şöhretler, yaşlılar, öğretmenler, anneler, babalar hakikatsiz görünmeye başlar. Lacan’ın dile getirdiği “Babanın adı” türünden ayrıcalıklı işaretler, simgesel yapıyı bir arada tutmaya yetecek meşruiyeti sunamaz olur.

Modern-sonrasında, modernliğin sorumluluğa, ödev duygusuna bağlı iradi eylemin yerini kökensel bir arzu ilişkisi almaya başlar. Ödevine değil de arzusuna sadakat duyan, nesnesini kısa aralıklarla serbest bırakır. Böylece failin farklı söylemlerin sunabileceği muhtemel arzu nesneleri arasındaki seyrüseferi başlar. Örneğin muhafazakâr bir zihin Marx okumaya başlayabilir. Marx adlı fikir ve eylem adamı, diyalektik materyalist bir hakikat rejiminin değil de, tekil ve arzulu bir karşılaşmanın nesnesi olur bu durumda. Böyle bir davranışta, sebatkâr ve hakikatli zamanların sakinlerine göre farklı olan, belli bir nesneye sahip çıkma süresinin azalması, muteber arzu nesnelerini değiştirme süreleri arasında geçen zamanın kısalmasıdır. Daha uzun sürede nesnesinden usanan bir kimsenin yerini daha kısa zamanda bıkkınlık yaşayan ve aceleyle yenilerini arayan bir başkası alır. Hakikatsiz nesne ilişkileri sahnesinde aynı düzlemde yan yana gelen ve önceden karşılaştırılamaz zannedilen nesnelerin bolluğu da bu sebatsızlığa sebep olur. Bu sayede Necip Fazıl ve Karl Marx’tan aynı anda ilham alabilen bir kültür insanı ortaya çıkabilir. Hakikatini yitirmiş ve bu yüzden derinliğini kaybeden şeyler aynı yüzeyde niteliklerinden kurtulmuş halde arzulu alıcılarını bekler. Oyuncul bir tecrübe sonrasında nesnesinden usanan kişi de, başına geleni, inanç noksanlığıyla, irade eksikliğiyle, varlık anlayışındaki çözülmeyle veya ödev duygusundaki zafiyetle değil de, nesnesindeki hakikat yitimiyle ilişkili sayabilir. Böyle yüzeysel bir özne ve nesne piyasası da kuşkusuz ürünlerin niteliğini düşürür. Her boyutta kullan-at kültürü genelleşir.

Gerçekten yeni bir çağın, yeryüzünün altını üstüne getiren modern güç istenciyle ilişkisi farklı özneler ve nesneler yaratması beklenebilir. Hakikati yaratma sorunu gibi tarif etmeye ara veren, olan biteni bazen Beckett kahramanları gibi temaşaya fırsat bulan, arada arkasına yaslanan, kendisini sürekli yeniden yaratma gayretinden, yeryüzünü kendini gerçekleştirme zemini yapmaktan geri duran bir başka özne lazım gibi görünür. Mümkünse yavaşlamış, kendi hareket ve sükûn oranlarını gözden geçirmiş, modern zihniyet içinde saklı iradeci ve ifadeci biçimlerle sürekli yaratma telaşından kurtulmuş, arada arkasına yaslanıp zamanında yarattıklarını temaşa eden, yeryüzüne, doğaya ve manzarasına dönüp bakabilen böyle özneler ortaya çıktığında yeni bir çağın nitelik değişiminden söz edilebilir. Üstelik kendi başına düşünüp tasarlayarak değil, başkasıyla kurabileceği muhtemel bağlar içinden bunu başarmaya çalışan… Ama böyle bir beklentinin, modernliğin Helen kökenlerini sözgelimi Taocu bir başkasıyla değiştirmesi kadar zor bu dönüşümün öznesi, yeryüzünün bizim sonsuz üretim araçlarımıza uygun olmadığı, sonlu ve tükenmekte olduğu gibi çevre dostu bir şuuru taşıyacak herhangi bir kozmolojiyle ilişki kurması gerekir. Diğer türlü modernlik ve onunla parazitçe ilişki içindeki kapitalizm farklı suretlerde devam edecek gibi görünür.