Jeremy Corbyn ve Labour’da Değişim İhtimali
Barış Özkul

İngiliz İşçi Partisi bugünlerde yeni liderini seçmek için sandık başında. 10 Ağustos’ta başlayan oylama, 12 Eylül’e kadar sürecek. Adaylar arasında partinin geleneksel çizgisiyle uyuşmayan birisi olduğu için çok kişinin aklında bir değişim ihtimali var. Birkaç yıl öncesine kadar kimsenin şans tanımadığı Jeremy Corbyn’in liderliği, kuvvetli bir ihtimal olarak partinin muhafazakâr kanadını endişelendiriyor. Bu endişenin daha iyi anlaşılması için Labour’un tarihöncesine, İngiliz işçi sınıfının uzun macerasından bir kesite değineyim.

***

İngiliz Marksist tarihyazımının klasik varsayımına göre İngiltere’de kapitalizmin Kıta Avrupa’sından farklı bir seyir izlemesinin sebebi tarım kapitalizmi (sermayedar aristokrasi) ile ticari kapitalizm arasında epey erken tarihlerde kurulan ittifakın uzun soluklu olmasıdır. Fransız İhtilali gibi kırılma anları, kanlı burjuva devrimleri yoktur İngiliz tarihinde; İç Savaş bile müzakereleri, ittifakları ve geri dönüşleriyle birlikte bütün bir 17. yüzyıla yayılmıştır. Güçlü bir kara ordusunun bulunmaması da sınıf çatışmalarının uzlaşı temelinde, parlamento çatısı altında çözümünü geleneksel bir örüntü haline getirmiştir - İngiliz tarihine Thomas Paine değil Edmund Burke; devrim değil gelenek, süreklilik ve reform fikri hâkimdir.

19. yüzyılda işçi sınıfının bu muhafazakâr ittifakı bozabilecek bir toplumsal güç olduğuna dair genel bir iyimserlik oluşmuştu. Engels’ten farklı olarak Marx’ın dikkatini çeken, işçi sınıfının içinde bulunduğu sefaletten çok sanayi proletaryasının tarihte ilk kez bir siyasi aktör olarak örgütlenmesi ve kendi kurumlarını yaratmasıydı. Bu, toplumsal ilişkilerde köklü bir değişimin önünü açabilecek bir gelişmeydi. Ama Çartizm haddizatında bir sendikal kalkışma olarak kaldı ve geleneksel korporatist ideolojinin restorasyonuyla 1840'ların iyimserliği geriledi.

19. yüzyılın yeni muhafazakâr dengesi, sınıflar arasındaki ittifakın bir hayırseverlik (charity) ideolojisiyle pekiştirilmesine dayanır. Hayırseverlik ideolojisi düşme korkusu ile tırmanma hırsı arasına sıkışan orta sınıfların duygusal buhranlarına hitap eder ve işçi sınıfına bir yardım(severlik) çubuğu uzatarak toplumu yeni bir muhafazakâr dengeye kavuşturmayı amaçlar. Bu stratejinin İngiltere’deki başarısı orta sınıf “bilgeliğinin” faydacılık, bireysel rekabet, kişisel başarı gibi sacayaklarının birer toplumsal sağduyu göstergesi olarak bütün sınıflara şamil kılınmasıdır.

İngilizlerin “endüstriyel roman” olarak adlandırdıkları, 19. yüzyıl ortalarında yazılmış -Hard Times, Sybil, North and South, Mary Barton gibi- romanlar hayırseverlik ideolojisinin uzattığı yardım elini tutarak sınıf atlayan; atlarken eski “devrimci heyecanlarını”, “çocukluk hastalıklarını” geride bırakan proleter karakterlerle doludur. Liberalizm bunu bir intisap veya kapılanma ilişkisi olarak değil doğru zamanda doğru yerde bulunmasını bilen bireyin başarı öyküsü olarak anlatır. Bu erdemi idrak edenler için sınıf atlama yolu açıktır; kâh evlilik kâh hayırseverlik fırsatlarını değerlendirerek.

Sonuçta, yüzyıl sonunda İngiliz işçi sınıfı kendi otantik ideolojisini üretemediği için servet bölüşümündeki kısmi iyileştirmelerle yetinmesini bilen, iç karartıcı bir ruh haline teslim olmuştur.

***

İşçi Partisi, kuruluşundan (1900) itibaren bu muhafazakâr toplumsal ittifakın ve onun tutkalı olan korporatist ideolojinin dışına çıkamadı. 20. yüzyılın ilk yarısında kıta Avrupa’sındaki işçi sınıfı partileri Marksizm’in etkisi altına girerken Britanya’da Marksizm, hiçbir zaman hegemonik hale gelemedi. Raymond Williams, “post sosyal-demokrat bir parti” olarak tanımladığı İşçi Partisi’ni “iktisadi ve toplumsal istikrar adına işçi sınıfının tarafsızlaştırılmasını talep eden” bir çizgi izlediği için eleştirir. Doğrusu, popülist bir kitle partisi olarak iktidara ortak olmayı ve süregiden toplumsal ilişkileri yeniden üretmeyi daima öncelikli hedefi olarak koyan Labour’ın herhangi bir dönemde sosyal demokrat olup olmadığı da tartışılır.

Labour’ın bu gidişatı, ‘60’larda İngiliz Marksistlerine önemli bir sorun olarak görünmüştü: Eğer Labour, işçi sınıfının eğilimlerini yansıtan bir partiyse, muhafazakâr toplumsal dengenin bir unsuru olarak kalmaktaki ısrarı İngiliz işçi sınıfının geleneksel faydacılığından mı kaynaklanıyordu? Bir işçi sınıfı partisinin, iktidarın fiili ortağı olarak, kapitalist toplumun yeniden üretimine katılması sosyalizmin “bilimsellik” savları açısından ne anlama geliyordu? Labour’ı içeriden dönüştürmek, bunun mücadelesini vermek mümkün müydü? Perry Anderson, Tom Nairn, Ralph Milliband bu soruları sordular.

Marksistlerin, Labour sempatizanlarını sol talepler etrafında birleştirebildiği zamanlar da oldu. 58’de başlatılan CND kampanyasının (Nükleer Silahsızlanma) yarattığı kamuoyu baskısı karşısında Labour, 1960’ta NATO’nun kurucu hükümetlerinden biri olduğu halde tek taraflı nükleer silahsızlanmayı kabul ettiğini açıkladı; ne var ki bir yıl sonra toplanan parti kongresinde Hugh Gaitskell bu kararı tanımadığını bildiren bir konuşma yaptı.

68’de Avrupa’daki komünist partiler, gençlik ve öğrenci hareketleri Stalinizm ve bürokratik sosyalizmle hesaplaşmaya girişirken Harold Wilson’ın başında bulunduğu Labour hükümeti, Amerika’nın Vietnam’ı işgalini destekliyordu.

Labour’ın İngiliz Marksistlerinde, özellikle New Left çevresinde yarattığı hayalkırıklıkları saymakla bitmez; Tony Benn gibi İngiltere’nin ABD tarafından sömürgeleştirildiğini, IMF ve AET’den bir an önce kurtulmak gerektiğini, meselenin bir sınıf meselesi değil milli savunma meselesi olduğunu söyleyen ortalama bir milliyetçi Labour’ın başına geçtiğinde değişim ümitlerini yeşertebilecek kadar derin hayalkırıklıklarıydı bunlar.

Yakın tarihte, Thatcher’ın otoriter popülist rejiminin tahrip edici etkileri devam ederken 94’te Tony Blair’in başkan olmasıyla birlikte Labour’ın önüne sembolik bir “New” takısı getirildi. Yeniliğin anlamı, İngiliz muhafazakârlığının yeni piyasa koşullarına uyarlanmış varyantını kutsamaya hazır, yeni bir kadroydu. Blair gibi birinden alternatif bir sosyal ve iktisadi program önermesi beklenemezdi elbette ama Blair, büsbütün kötü bir Thatcher kopyası çıktı. Gittikçe güvencesiz ve görünmez bir hüviyet kazanan yeni çalışma koşullarına talim eden kitlelere “ilerici rekabetçilik” (“progressive competitiveness”) adını verdiği bir kurt kanunu önermek dışında sosyal adalet namına hiçbir şey yapmadı. Labour’ın yeniliği, kabuk değiştirmiş bir muhafazakârlıkla yeni koşullara ayak uydurmaktan ibaretti.

***

Bugünlerde partideki değişim umudu ve ihtimalini simgeleyen Jeremy Corbyn, seçim kampanyasının merkezine Yunanistan’dan İspanya’ya Avrupa’da solculuğun alametifarikası haline gelen “austerity” (kemer sıkma) karşıtlığını yerleştirdi. AB’nin vergi sistemi, maaş güvencesi, çevre sorunları gibi başlıklarda köklü reformlara ihtiyacı olduğunu; NATO’nun miadını doldurmuş bir örgüt olduğunu; Britanya’nın Amerika ile ilişkilerini belli şartlara bağlaması ve nükleer silahlanmaya son vermesi gerektiğini savunuyor. Demiryollarında özelleştirmeyi bitirmek; üniversite harçlarını kaldırmak; sağlık sistemini yeniden düzenlemek gibi taahhütleri de var. Tabii bunlar, herhangi bir sol siyasetçiden işitilebilecek klasik şeyler.

SYRIZA ve Tsipras deneyiminde görüldüğü gibi solun austerity karşıtlığı üzerinden tepkiyi örgütlemesi tartışmayı sona erdiren değil olsa olsa başlatan bir adım olabilir. Avrupa’da austerity karşıtı yığınla sağcı olduğu gibi austerity karşıtlığı solun menzilindeki alternatif iktisadi/sosyal sistemin ne olduğu/nasıl sürdürüleceği hakkında kendi başına bir şey söylemez (teorik ortodoksi austerity karşıtlığını haklı sebeplerle sahipleniyor olabilir; fakat diyelim ki bir hizmet ekonomisinde veya bilişim/yazılım sektörünün hâkim olduğu bir ekonomide üretim araçlarının el değiştirmesinin ne anlama geldiği; iktisadi ilişkilerin hangi alternatif sistemin mantığına göre yeni baştan tanzim edileceği; mesai kavramının maaş-kazanç kısır döngüsünden nasıl kurtarılacağı gibi temel sorular hâlâ doyurucu bir şekilde yanıtlanmış değil).

Corbyn de seçim kampanyasında yapacaklarından çok karşı çıktığı şeyleri anlatarak takdir topladı. Ama hakkını vermek gerekir ki karşı çıktığı şeyler arasında Avrupa’nın tamamında ağır hak ihlallerine yol açan uygulamalar vardı. Calais’dan İngiltere’ye ulaşmaya çalışan göçmenler konusunda son derece insanî bir tutum sergiledi; gittikçe genişleyen göçmen karşıtı kampa yaranmak için milliyetçiliğe prim verecek bir siyasetçi olmadığını gösterdi. Buna benzer tavırlarıyla Labour’ın geleneksel kalıplarının dışına çıkarak düşünebilen bir siyasetçi olduğu izlenimini verdi.

Bir kırlangıçla bahar gelmeyeceği için büyük umutlara kapılmak yersiz olabilir. Gene de umutlanacak bir neden var gibi görünüyor.